16 Ağustos 2011 Salı

'Uzun namlulu' dilin hedefindekiler / Leyla İpekçi

Ergenekon sanıklarından bir bir iftiralar gelirken, Türkiye'de en derinlere gömülmüş suç ittifakları su yüzeyine vurmaya başlamışken... Özgürlüklerden ve adaletten, yani daha çok demokrasiden söz edecektik daha.

Barış pazarlıkları sonuç vermeye ramak kalmıştı. Silahsızlanma gündemdeydi. BDP'li vekiller umulanın üzerinde bir katılımla meclise girmeye hak kazanmıştı. Artık 90'ların ceberrut devleti (iki adım ileri bir adım geri de olsa) geri çekildikçe, o dönemin Jitem'leri, faili meçhulcüleri, Temizöz'leri yargılanmaktaydı.

Toplu mezarlar açılıyor, aileler yargısız infazla kaybettikleri yakınları için hesap sormaya başlıyordu. Darbelere ortam hazırlamak için ortam olgunlaştırma operasyonları olduğu ve devletin derin kademelerince yönlendirildiği ortaya çıkan Maraş, Çorum, kanlı 1 Mayıs, gazeteci cinayetleri, faili meçhuller gibi olayların ilk kez mecliste araştırılması, davaların yeniden açılması gündeme gelmişti.

Çillioğlu, Bitlis, hatta Özal gibi şüpheli ölümlerin arka planına ilk kez ışık tutulmaya başlanıyordu. Bugüne dek son elli yıl içinde hükümet devirmek için yapılan entrikaların orduya düşen payı da sorgulanabiliyordu nihayet. Susurluk dönemindeki derin devlet yapısı da hızla deliniyordu. Peşi sıra Şemdinli dehşetini de ardına takarak.

Dağlıca ve Aktütün saldırılarının arka planı da açığa çıkıyor, tüm bunlarla birlikte Kürt meselesinde Ergenekon yapılanmasının nerelerde durduğuna dair deliller ortaya dökülüyordu bir bir...

Artık şu apaçıktı: Kürt meselesinin çözümü için en önce Kürt meselesinin çözümünü istemeyen ve memleketi daima kanlı bir kıvamda tutmak isteyen bu Ergenekon odaklarının ve uzantılarının adalete teslim edilmesi gerekiyordu. Çünkü onlar aktif oldukları için kan dökülüyordu ve barışın önüne hep aynı pıhtılaşmamış engel çıkıyordu.

Bu amaçla 93 yılında ülkeyi hepimize, her kesime dar etmişlerdi, 2007 ve sonrasında da yapmaya çalıştıkları gibi. Bunu artık daha kaç kere kanla prova edecektik? Bu yüzden referandumda evet demiştik.

Belki Kürtlerin demokratik haklarını direkt olarak güvence altına almıyordu bu maddeler. Ama Kürt meselesinin çözümünü tıkayan engelleri usul usul ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. (Elbette hükümetin yapabileceği ama yapmadığı pek çok şey vardı. Habur'dan sonraki süreci iyi yönetemediği gibi, en basitinden köy adlarını dahi iade edecek bir atılımda bulunamadı.)

Referandum sürecinde "Kürtler göz ardı ediliyor, biz yokuz" diyen sosyalistler şimdi meclise girmeye hak kazandı. Gel gör ki, Hatip Dicle'ye YSK tarafından yapılan haksızlığı öne sürerek, otuz yıldır dökülen kanın durdurulması çabalarını da ertelediler. Meclis boş kaldı.

Kürt meselesinin çözümsüzlüğünde Ergenekon ve Balyoz'un rolünü neredeyse göz ardı ettiler. Gür sesle sahip çıkmadılar bu davalara. "Barışı ancak Türk sosyalistleriyle Kürt hareketinin ittifakı getirir, liberallerle ve muhafazakârlarla bu iş olmaz" diyerek ideolojik kamplaşmanın onların nezdinde kan dökülmesinden daha önemli olduğunu da gösterdiler maalesef.

Artık Kürt meselesi dendiğinde onların referandum boykotunu veya mecliste yemin etmemesini değil, İran ve Suriye'yi konuşmaya başladı kamuoyu. Ne yazık! Artık Diyarbakır cezaevindeki işkencelerden, Jitem'in, beyaz Renault'ların, asit kuyularının dehşetinden bahsetmiyor kimse.

Bu haklı mağduriyetlerin sözcülüğünü son dönemdeki adam kaçıranlar, mayın tuzağı kuranlar, uzun namlulularla cinayet işleyenler, cadde ortasında sivil infazları organize edenler, öğrenci yurdu yakanlar yapamıyor artık. Taşıyamıyorlar.

Suriye'deki katliamlara karşı çıkan hükümeti (devleti) yeniden Kandil'e karşı sertleşmeye yöneltip barış görüşmelerini sona erdirerek benzer bir iç karışıklığa sürüklenmemizi isteyen tüm aktörler işbaşında. Birkaç hafta öncesine dek Öcalan ile pazarlık yapan hükümetin başbakanı bıçağın kemiğe dayandığından söz ediyor onun yerine.

Bizler Kürtlerin 90'lar boyunca ve daha önce -ve kısmen bugün- uğradıkları zulmü gündeme getirirken, yüzleşme, hafıza ve adalet için mücadele ederken: Reşadiye sonrası İsrail'in taşeronu olarak, Silvan sonrası ise İran'ın taşeronu olarak anılan bir örgütün yayınladığı -ve meşrulaştırdığı- şiddet eylem planlarına itiraz etmeyen kalemlerle hangi dilde anlaşacağız?

30 yıldır bu savaş hiç bitmesin diye Ergenekon'un, ordunun Heron'larını düşürmekten dahi kaçınmadığını neden ısrarla unutturmaya çalışıyorlar bize? Neden onların arka çıktığı bazı şiddet eylemlerini eleştirenler karşısında hızla nefret söylemini benimsiyorlar?

Bugün sosyalist kalemlerin, kendi bazı tutarsız tavırlarına karşı yapılan eleştirileri ille 'kişisel düşmanlığın öcünü alma' ya da 'muhbirlik' ve 'alçaklık' olarak algılamaya başlamaları çok ama çok üzücü. 90'lardan beri -özellikle elitist cumhuriyetçi kadınların histerisinden aşina olduğumuz- o militarist dili çoğaltıyorlar. Kan akarken şahsi polemiklere veya ideolojik cepheleşmelere sığınmak, kan dökenlerin daha şiddetli planlarını uygulamaya koymasına yarıyor ancak.