18 Ağustos 2011 Perşembe

Partiya Karkeran Suriye / Yıldıray Oğur

Bir soruya cevap bulmaya çalışarak başlayalım.
Önceki gün önce İran Büyükelçisi, ardından ABD Büyükelçisi Başbakanlığa gelip niye Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’la görüştü?
İki Büyükelçi’nin görüşmeleri Dışişleri Bakanı Davutoğlu’yla yapmaması, meselenin sadece bir dış politika meselesi olmadığının ispatı. Kamu Güvenlik Müsteşarlığı’nın, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanlığı’nın, demokratik açılımın bağlı olduğu diğer Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’la görüşmemeleri de konuşulan meselenin sadece PKK meselesi olmadığının…
İki büyükelçiyle görüşen Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a Diyanet İşleri Başkanlığı, TİKA, Yurt Dışı Türkler Başkanlığı bağlı. Görev dağılımına göre kamu sendikalarıyla müzakerelere ve akaryakıt kaçaklığına karşı koordinasyona o bakıyor. Yani konuyla en yakın ilgili görevi akaryakıt kaçakçılığı gibi görünüyor.
Ama Bekir Bozdağ’ın çok önemli başka bir vasfı daha var: Başbakan’ın çok güvendiği bir isim olması. Ankara’da hükümetin ve AKP’nin hukuk işlerinin Bozdağ’dan sorulması...
Başbakan, anlaşılan hem iç politikayı hem de dış politikayı ilgilendiren kritik bir mesajı iletmek üzere çok güvendiği Bozdağ’ı seçmiş. Bu mesajı bizzat kendisi vermeyerek kurduğu hiyerarşi de mesajın sert olduğunu düşündürüyor. İran Büyükelçisi’yle görüşmeyip ABD Büyükelçisi ile görüşmesi de sert mesajın kime gittiğinin işareti. Bunu hukukçu bir isimle yapması ise hukuken bağlayıcı olan mesajlar verildiğinin. Bu bir ültimatom da olabilir bir mektup da...
Bunlar istihbarata dayanmayan üzerine kafa yorulmuş tahminler sadece. Gazeteler de iki büyükelçiyle ne konuşulduğu konusunda üçe ayrılmıştı dün: Karayılan için diyenler, Suriye diyenler, PKK diyenler.
Peki ya doğru cevap hepsiyse?

Ya artık Suriye meselesi, PKK meselesiyle iç içe geçmişse? Geçen hafta Karayılan’ın yakalanması haberleriyle Türkiye’nin içinde nasıl dalgalanmalar yarattığını gösteren İran’ın bu meseledeki rolü konusunda devlette komplo teorilerinden daha fazla istihbarat varsa?

Tüm bu teorileri destekleyen bir saldırı oldu dün Çukurca’da. 11 asker ve bir korucunun hayatını kaybettiği saldırı mayın tuzaklı, pusulu planlı bir saldırı.
Ne meşru müdafaayla, ne operasyonla açıklanabilir. Dün saldırıyla ilgili öncekilere göre daha net olan BDP açıklaması da bu şaşkınlığı yansıtmaktaydı.
Bölgede belirgin bir askerî operasyon yoktu. Ya da hayır, vardı. Silvan’dan beri PKK’nın askerî operasyonu vardı. Son bir ayda 41 asker-polis hayatını kaybetti bu saldırılarda.
PKK’nın bu saldırılarını avukatlarının Öcalan’la görüşmesine izin verilmemesine bağlayanlara Öcalan’ın 27 Temmuzdaki son görüşmesinden önceki PKK saldırılarına bir bakmaları tavsiye edilir.
Ayrıca Öcalan’ın avukatlarıyla görüşemediği üç hafta boyunca PKK çevresinden ciddi bir eleştirinin gelmemiş olması da dikkat çekiciydi. Bu sessizliğin sebebi hakkında duyduğum en ikna edici iddia; bu üç hafta içinde Öcalan’ın bir şekilde Kandil’le haberleştiği ama bu haberleşmelerden savaşı durduracak bir sonuç çıkmadığı.
Hâlbuki İmralı’daki görüşmelerin Öcalan’a ev hapsi aşamasına geldiği bilgisi uzun süredir bu görüşmelerden bir şey çıkmayacağını iddia eden, martta savaş çıkacağını yazan Emre Uslu’nun kulaklarına bile ulaşmıştı. Devletin bu kadar esnediği müzakereler sürerken savaşın tırmandırılması yine dün Emre Uslu’nun yazdığı gibi büyük bir aldatılmışlık duygusu yarattı devlette.
Buna rağmen Başbakan, tehditli açıklamasında bile aslında muhalefetin dün, gün boyu diline doladığı Ramazan’dan sonraya tarih vererek, karşı taraftaki aktörlere adım atmaları için son bir süre tanıdı.Yani PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı tırmandırmak için elinde hiçbir gerekçe yok uzun süredir.
Zaten eğer PKK gerçekten Kürt halkı için mücadele veriyorsa, bugün 100 belediye başkanı, 35 milletvekilinin olduğu,  lideriyle devletin görüştüğü, yeni anayasayı tartışan, demokratik özerkliği tartışan Türkiye’yle değil, Kandil’i gören tepelere kadar gelen İran’la, Kürtlerin vatandaştan bile sayılmadığı, üfürsen yıkılacak Esad rejimiyle uğraşması gerekirdi.
Eğer bir örgüt meşruiyetini yitirecek böyle eylemlere başvuruyorsa,  ortada başka bir neden, başka bir motivasyon olmalı.
Dün Kandil’de 15 Ağustos kutlamalarına katılıp, bir konuşma yaptığı söylenen Karayılan’ın (görüntüsüz) yazılı mesajındaki ”Güneybatı Kürdistan'da (Suriye) açığa çıkan imkanlar” cümlesi bu yeni motivasyon hakkında bir fikir veriyor.

Ya PKK, bu son saldırılarla meşruiyetine ve haklılığına darbe indirdiği Kürtlerin talepleri için artık savaşmıyorsa? Ya PKK, son saldırıları bölgenin karışan çarşısında kendine yeni müttefikler arayan uluslararası bir örgüt olarak yapıyorsa? Yani ya PKK bu aralar Kürtler için değil de Esad için savaşıyorsa?

Yani bu karışık denklemde yapılacak en büyük yanlış “Teröristlerle mücadele ediyorum” diye kendini savunan Esad’ı katliamla suçlarken, “Bıçak kemiğe dayandı” gibi tehlikeli sözlerle  “terörle mücadele ediyorum” diye Esad gibi halkını tanklarla karşı karşıya getirmek olur. Eğer bu savaş tahrikine gelinirse Türkiye’nin dünyaya ve bölgesine, tabii en başta kendi halkına karşı söyleyecek hiçbir sözü kalmaz. Tüm bu savaş kışkırtıcılığının arkasında Türkiye’nin sözünün değerini azaltmak isteyenler olmasın?
En baştaki soruyu yeniden soralım:
Önceki gün önce İran Büyükelçisi, ardından ABD Büyükelçisi Başbakanlığa gelip niye Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’la görüştü?
Galiba bu soruya yazının başına göre daha iyi bir cevabımız var artık...