TSK İç Hizmet Kanunu’nun 13. maddesi, askerliğin temeli olarak gördüğü “Disiplin”i, “kanunlara, nizamlara ve âmirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün hukukuna riayet demektir” şeklinde tanımlar.
Ne ki, Türk Ordusu’nun tek disiplinsiz sınıfı, son elli yıllık süreçlerdeki darbeleri tezgâhlamış olan generallerdir.
Esasen, bu darbeci generallerin askerî disiplinden yoksun oldukları, hem askerî hem sivil çevrelerce çoğu kez doğru dürüst algılanmamış, orduya komuta etmenin en üst makamları adeta onlarla başlayıp onlarla bitiyor sanılmıştır.
Oysa, demokratik sivil siyasal sistemlerde, devletin istisnasız bütün organlarının mutlak ve nihaî âmiri, halkın yegâne temsilcisi konumundaki Yasama Meclisi’nin yetki verdiği meşru Hükûmet’tir.
Devletin kurumlarından biri olan Silahlı Kuvvetler de, sanıldığı ve izlenim verildiği gibi özerk ya da bağımsız olmayıp, işte o hükümetin emrindeki bir enstrümandır.
Orduyu yöneten tüm yüksek rütbeli üniformalıların âmiri, hükümetin başındaki başbakandır.
Başbakana saygısızlık eden general, her şeyden önce, komutanına saygısızlık yapmış olan disiplinsiz bir askerdir. Disiplini olmayan orduların insan ve malzeme yığını demek oldukları ise, disiplinin askerliğin temeli olma nedenini açıklayan olgusal bir durumdur.
Bu disiplinsizlik sadece bir generale münhasır, tekil bir olay değildir. Elli yıllık darbe süreçlerinde, adeta birbirleriyle yarışarak biçimlendirdikleri ve aşındırarak yol yaptıkları, gelenekselleşmiş bir davranış kültürüdür.
Halkın seçtiği sivil otoriteye karşı edepli bir tutum yerine, mağrur ve kibirli tavırlar takınmak, meziyetleri olup çıkmıştır.
Bu darbeci generaller, âmirleri konumundaki sivil siyasayı tanımazlar ve takmazlar. Bunlarla da kalmayıp, onları her fırsatta haşlarlar, babalanırlar ve bildiklerini okurlar.
Halkın temsilcilerine reva gördükleri sayısız küstahlıklarını, aslında kendilerini o onursal yerlere getirmiş olan topluma karşı işlediklerinin, yazık ki ayırdına da varamazlar.
Denetlenemedikleri için, bu tür generallerin yeterlilikleri de müphemdir.
Yüz yıl öncesinin akıl almaz çağ dışılıklarının hamasî ve anakronik bilgilerinden çıkarsadıkları, bir takım sözde stratejik misyonları yüklenerek, elli yıl boyunca siyaset yapıp durmuşlardır. Bu elli yılda yanlışa oturtulmuş bir güvenlik konsepti kurgulayarak, herkesi de, böyle olması gerektiğine inandırıp kanıksatmışlardır.
İkide bir kotarıp durdukları Allahın cezası o darbeleriyle, Türkiye’nin her alandaki enerjisini ve kaynaklarını tüketmişler; doğru istikametlere gidilmesini engelleyerek, ülkenin gelişmesini geciktirmişlerdir.
Çoğu kangrenleşmiş iç ve dış problemlerde, mutlaka parmakları olmuştur. Kıbrıs Sorunu mu, AB mi, Kürt Meselesi mi, Kaynakların israfı mı, Lâiklik ve Anayasal Sorunlar mı, Cumhurbaşkanı Seçimleri mi, aklınıza ne gelirse, o darbeci ve vesayetçi generâller, bütün dertlerimizin içerisinde mutlaka ve mutlaka bir şekliyle vardırlar.
Halkın irade ve idaresine karşı sık sık kazan kaldırarak, sadece âmirleri durumundaki başbakanlara değil, astları kapsamındaki subay ve astsubaylara da son derece saygısızdılar.
Günün birinde bir kurmay subayı, haritasını usulüne göre katlayamayınca,“tıpkı sınıf subaylarına benziyorsun”, diyerek tecziye etmişti, bu huylardaki bir general. Bütün öteki subayları pervasızca küçümsemekte bir beis görmemişti.
Onlara karşı ürkütücü ve korkutucu olmayı daima bir matah sanmışlardır.
Meselâ bir general, günün mesaisi bitince, işkence olsun diye servis otobüslerini kaldırmaz, evlerine yürüyerek gitmeye yeltenen subay ve astsubayları karargâh binasının önünden geçerlerken çevirir, bir güzel sataşırdı. Koca koca adamlar, kışlanın arkalarından dolanmayı seçtikçe, üşenmez, onların yeni güzergâhlarını keşfederek yine önlerine çıkar, “kervan yola düzüldü”, diye alay eder, durduk yerde haşlardı.
30 Ağustos’ta terfi edemediğini öğrendiğinde, odasından fırlayıp otomobiline binmiş, ardına bakmadan çekip gitmiş ve bir daha görünmemişti.
Sonra onu 12 Eylül Darbesinde Danışma Meclisi üyesi yaptılar. O da bize, otuz senedir çan-çan diye çene yaptığımız, işte şimdiki bu Anayasayı armağan (!) etmişti.
Bunca zaman kimbilir hangi sivil mahfillerde ardı sıra “Paşam... Paşam...”diye seyirtilerek, yalakalık yapılmıştır ona da.
Şimdi size bir soru:
Söyleyin bakalım, bu hot-zotçu generallere, toplantılara geç kaldılar da beklettiler diye, herhangi bir astları, meselâ ayağa kalkmayarak tepki gösterebilirler mi?
Sizi bilmem ama tımarhanenin Napolyon’u için bile ihtimal vermem buna ben, bu ülkede.
Tersine, ayakta saatlerce bekletmeyecekleri çilesiz bir general ziyaretini, tahâyyül dahî edemem hiç.
İnsana saygının en olmadığı yer, darbeci generalle astlarının kesiştiği yerdir.
Geçenlerde TV’de, Balyoz tutuklusu generallerin eşlerini cadde kesip gösteri yaparlarken görmüştüm. Kendilerini, dostlar alış-verişte görecek kadarlık engellemeye çalışan bir başçavuşa dert anlatmaya çalışıyorlardı.
Ama “bu günleri de görecek miydik” diye, gene de gülümsedim içimden. Zira feleğin şu işine bakın ki, göstermelik de olsa, o başçavuşlarla bırakın muhataplıklarını, salâvatla bile yanaşılamazdı yanlarına. Tanrıçalar gibi törenlerle karşılanırlar, yere göğe konulmazlardı, bir zamanlar.
Tören deyince, unutmadan...
19 Mayıs günü Anıtkabir‘deki seremonide, TV izlerken bir de ne göreyim, devlet erkânının önleri sıra giden çelenk, bir yüzbaşının komutasındaki iki üsteğmen tarafından taşınıyor. Her biri kapı gibi o üç genç subay, tam da üç tane bölüğe komuta edecekleri çağlarında iken, çiçek taşıma ritüellerinde harcanıyorlarsa, bu büyük bir hovardalık olup, orduya da, millete de yazıktır.
Bütçesi, kadroları, işlevleri sivil siyasal denetimlerden geçmeyen TSK’nın Reform Geresinimini bu örnek bile ciyak ciyak haykırıyor. Bilmem ki sizler de duyabiliyor musunuz?