12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili davada yeni bir aşamaya gelindi.
Mahkemenin kabul ettiği iddianamede tüyler ürpertici gerçekler
var. İşkenceye maruz kalan insanların verdiği ayrıntılar insanın
yüreğini dağlıyor. Filistin askısına asılanlar, vücuduna elektrik
verilenler, falakaya yatırılanlar, en yakın aile fertlerine işkence
yapılanlar, tecavüze uğrayanlar... O korkunç hatıraları dinlerken
"Allah'ım bir daha bize bu felaketleri yaşatma!" demeyenin ya kalbi
bozulmuştur ya da aklı tutulmuştur.
Ne var ki kadim medya ne 1980 darbesinin o feci icraatına yer
veriyor; ne de hukuki sürecin geldiği son noktaya. Demek ki onlarca
yıldır edebiyatı yapılan "80 darbesi mağduriyeti" basit bir solcu
söylemden ibaretmiş. "Çok çile çektik çok" nevinden söylenen sözlerin
önemli bir kısmı, işkencelerden hesap sorma talebi ya da darbelerle
yüzleşme isteğinden kaynaklanmıyormuş. Bu kadar duyarsızlığın başka bir
izahı olmalı...
Eskiden JİTEM binası olarak kullanılan bir yapının çevresinde
Kültür ve Turizm Bakanlığı bir kazı yapıyor. Aman Allah'ım! Binanın
etrafından kafatasları ve insan kemikleri çıkıyor. Savcılık olaya el
koyuyor ve soruşturma genişletilerek sürdürülüyor. Bulunan kafatası
sayısı 11'e yükseldi. Korkunç bir hadise! Kadim medyada ise tık yok.
Düşünün; benzer bir olay Batı'da yaşansa o ülkelerin medyası bu
kadar ilgisiz davranır mı? Devlete ait bir güvenlik binasının
bahçesinden değil 11; bir ceset bile çıkarılsa hadise manşetlere
taşınmaz mı? Televizyonlar günlerce yayın yapmaz mı? Bizdeki basının bir
bölümü niçin bu kadar suskun? İş derin devlete gelip dayanınca, o derin
yapının icraatları birer birer ortaya çıkınca kadim medyanın suskunluğu
artıyor.
İstanbul ve İzmir'de korkunç bir gerçekle yüz yüze gelindi.
Toplamda 11 kilogram patlayıcı ele geçirildi. İstanbul Olimpiyat
Stadı'nın yakınlarında ele geçirilen patlayıcıyı bir PKK militanının
itiraf ettiği söyleniyor. İzmir'deki patlayıcı da bir ihbar üzerine ele
geçiriliyor. İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, "Dehşetli ve önemli
bir patlayıcı" diyerek meselenin vahametini ifade ediyor. Bu kadar
vahim gelişmelerin Türk basınının bir bölümünde nedense pek kıymeti yok.
Kıyıda köşede, iç sayfalarda, ara satırlarda geçiştiriliyor bu ürkütücü
manzara.
Acı gerçeği bir daha hatırlatmakta fayda görüyorum: Bu ülkede bir
ucu devletin imkânlarına dayanan, diğer ucu illegal örgütlenmeleri
ifade eden ve her türlü kılığa girebilen derin bir yapı bulunmakta. O
yapının psikolojik harekât planları çerçevesinde ortaya konulan kanlı
eylemler, küçük ancak güçlü bir zümrenin hâkimiyet alanını oluşturuyor.
Ülkenin istikrara kavuşması, ekonominin düzelmesi, cuntacılığın hesaba
çekilmesi, faili meçhul cinayetlerin üzerine gidilmesi, darbecilerin
yargılanması ve buna benzer pek çok konuda hükümetlerin inisiyatif
alması çok önemli. Ne var ki bütün bu olumlu gelişmelerden o malum zümre
fevkalade rahatsız oluyor. Neden acaba?
Dünyanın en özgürlükçü mesleği olan gazeteciliği yaparken
insanlar neden cuntalara râm olur? Niçin hukukun askıya alındığı ara
dönemlerden hesap sorulduğunda o muazzam gelişmelere gözlerini kapatır?
Bu soruların cevabı doğru verilmedikçe bu ülkede demokrasinin mesafe
alması mümkün değil. Darbeler asla sadece askerlerin yaptığı hukuk dışı
bir eylem olmadı; o sürece iş dünyası ve medya âlemi destek verdi hatta
çoğu zaman teşvik ve tahrik etti.
Bugün 12 Eylül'den yargı yoluyla hesap soruluyor. Belki yarın 28
Şubat'tan da sorulacak. Bilemiyorum; 27 Nisan'ın sığaya çekildiğini de
görebilecek miyiz? Ara dönemlerden hesap sorulması ihtimali bazı medya
yöneticileri için bir kâbusa dönüşüyor. O kâbusu itiraf etmek yerine o
günkü sorumluluğu unutturmak için barajı çok öne kurup, Ergenekon
tutuklularını kendine kalkan gibi kullananlar var.
Darbe dönemlerinde yapılan işkenceleri görmezden gelmek,
demokrasi sınavında yere çakılıp kalmak demektir. Adeta bir rastlantıyla
ortaya çıkan cesetlerden bahsetmemek için insanın kendisini ve
mesleğinin onurunu unutması gerekir. Bu ülkede çok acı olaylar yaşandı.
Hâlâ yaşansın diye didinip duran zümreler var. Onların korkunç
planlarını görmezden gelenler sadece gazetecilik mesleği açısından hata
yapmıyor; aynı zamanda gelecek nesillerin eşitlikçi ve özgürlükçü
istikbalini tehlikeye atıyor. Değmez ki!
Vicdanınız sızlamıyor mu?
Her darbe üç aşamadan oluşuyor: 1- Şartların hazır hale
getirilmesi. 2- Bir gecede ansızın ülke yönetimine el konulması. 3-
Darbe sonrası despotik bir sistemin devreye konulması.
Vicdan taşıyan herkes yukarıdaki üç aşamanın da korkunç bir suç
olduğunu kabul etmek zorunda. Çünkü bu aşamalardan herhangi biri eksik
olduğunda darbe yapılamaz. Hazırlık aşamasında yürütülen psikolojik
savaş fertleri "Yeter artık, kim gelirse gelsin" noktasına savuruyor ve
antidemokratik çözümleri meşrulaştırmak için kullanılıyor. "İnternet
andıcı", "AK Parti ve Gülen'i bitirme planı", "AK Parti'nin kapatılması
süreci" gibi çalışmalar hazırlık aşamasının ürünüdür. O dönemde on
binlerce 'kilise evler'den bahsediyordu o malum siteler. İsrail'e
satılan topraklardan, yabancıların aldığı gayrimenkullerden, misyonerlik
çalışmalarının korkunç boyutlara ulaştığından vs. dem vurularak genç
kitleler kışkırtılıyordu. Maalesef o zakkum ağacının semeresini de
topladılar.
"Şartların hazır hale gelmesi"ni beklemeksizin hiçbir darbe
(post-modern 28 Şubat ve 27 Nisan muhtırası dâhil) yapılmadı.
Yapılamazdı da! O safhada iş dünyası, adı sivil ama ruhu militer
kitleler ve tabii ki medya çok kritik roller üstlendi.
Her darbe, ne kadar "zaruri gerekçeler"e dayandırılırsa
dayandırılsın, insanlık suçudur. Hukuk askıya alınır, işkenceler
yapılır, insanlar idam edilir, faili meçhuller hortlar... Darbe öncesi
yaşanan acı olaylar, darbe döneminde yapılan zulümleri haklı hale
getirmez.
12 Eylül iddianamesindeki anlatılanları okuyun; gözleriniz
yaşaracak, hıçkırıklara boğulacaksınız. Bazen yüzünüz kızaracak, o vahşi
davranışlardan hicap duyacaksınız. Ve bir kere daha göreceksiniz ki
hiçbir darbe masum değildir ve mutlaka hesabı sorulmalıdır.