Cahit Koytak ancak bir şairin yan yana getirebileceği kelimelerle, “Bugün Agos’un önünden ve Uludere’den geçen / Ve Nuh’un oğullarını, kızlarını / Çetin mi çetin bir sınavdan geçiren büyük gemiyi” anlatıyordu dün bize. Allah’ın mirasyedilerinin, “Gücün ayartmalarına karşı iyi sınavlar vermeleri / Ve gemiyi kaçırmamaları için” dua ediyor; ancak bir şairin sorabileceği kadar basit ve âlâ bir soru soruyordu: “Öyle bir sınav ki çünkü bu, gösterecek bize / Ve dosta, düşmana / Ve yeryüzünün gelecekteki halifelerine: / Yeni bir tanrı mı arıyor bu devletlüler kendilerine…”
Bu memlekette hayatın ne kadar hoyrat ve ölümün ne kadar kolay olabildiğini yeniden hatırlatan bir kaybın acısıyla oturdum yazının başına. İçimizden biri, Taraf ’ı “taraf” yapanlardan, onca zorluğa rağmen elinizdeki gazeteyi hazırlamak için her sabah bir masanın çevresinde buluşan bir avuç insanı“aile” yapanlardan biri, biricik Eylem Düzyol annesini kaybetti. Suna Düzyol’u sonsuzluğa taşıyan son saatlerin hikâyesini lütfen okuyun bugün. Bu hazin hikâyenin, 2012 Türkiye’sinde insana ve insana bahşedilmiş en kutsal nimet olan hayata verilen değeri ne kadar iyi anlattığını göreceksiniz.
Eylem’in annesini düşünürken Cahit Bey’in “Uludere” destanına sığındım ben, zira dört hafta önce devletin bombalarıyla paramparça edilen köylülerin hikâyesi de benzer bir ihlali anlatıyor. Suna Düzyol’u bu hayattan koparan câni düzenin İstanbul’un göbeğinde işlediği cürümle, Irak sınırında otuz dört insanın tepesine bomba yağdıranların işlediği suç birbirinden o kadar farklı değil. Suna Düzyol’un başına gelenlere “kötü kader” deyip geçmekle, Uludereli köylülerin sonunu “sınırdaki talihsiz olay” diye geçiştirmek aynı kapıya çıkıyor. İkisi de, yaşama hakkı ihlalini rutinleştiren bir düzeni, bir zihniyeti işaret ediyor. İkisi de Cahit Koytak’ın tarif ettiği sınavı verememek demek.
O sınavı geçmeye niyeti de, tâkâti de kalmamış gibi görünen Başbakan Erdoğan, birkaç gün önce benim gibilere her şeye rağmen ümit veren bir vaatte bulundu: “Ne Uludere’deki otuz dört vatandaşımızın, ne de İstanbul’da, sokak ortasında hunharca katledilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Hrant Dink’in davası, hiç kimsenin endişesi olmasın, geçmişte olduğu gibi, Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmaz, kaybolamaz.”
Bu vaadin sözde kalmaması için, hükümetin neler yapması gerektiği belli. Ben bugün, Uludere özelinde yapılabilecekleri basit adımlar halinde yazmayı deneyeceğim. Başbakan, o korkunç katliamı Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybetmek/kaybettirmek istemiyorsa beş somut adım atsın, yeter.
BİR: İZAH
Heron ne gördü? Şırnak Valisi’nin haftasonunda köylülere söylediği
üzere, 28 aralık akşamı 17:00-20:00 arasında kaydedilmiş Heron
görüntüleri varsa, o dört saatlik video kaçakçıları gidiş yolunda da
gösteriyor olmalı. O zaman, kaçakçıların “kaçakçı” olduğu
nasıl anlaşılamadı? Dönüş yolunda bombalananların dört saat önce kaçağa
gidenler olduğu nasıl saptanamadı? O Heron görüntülerini kim inceledi?
Kim yorumladı? Bombardıman emrini kim verdi?Başbakan, bize o akşam Diyarbakır 2. Taktik Hava Komutanlığı’nda yaşananları anlatmalı. Devletin o bombardımanı niye yaptığını açıklamak, Uludereli otuz dört köylüyü sonsuzluğa taşıyan son saatlerin izahatını vermek bizzat devleti yönetmek için seçtiğimiz adamın görevi.
İKİ: ÖZÜR
“Hata varsa özür de dilenir” diyen hükümet yetkilileri, başlıbaşına bir “kabahat” olan bu tür cümleleri bıraksınlar artık. Ortada ‘eğer’e, ‘belki’ye gelmeyecek bir toplu öldürme vakası var. Ve kasıt yoksa, tuzak yoksa bile, en azından bir “hata” olduğu kesin.Otuz dört vatandaşının ölümüne sebebiyet veren devlet, başta ölenlerin yakınları olmak üzere, bu halka bir “izahat” olduğu kadar bir “özür” de borçlu. Erdoğan’ın Uludere için dileyeceği “özür,”yapılan “hatanın” nedameti kadar, bu “hataların” bundan sonra tekrarlanmaması için gösterilecek itinanın da işareti olacaktır.