Genelkurmay, “TSK mensupları arasındaki dayanışmayı arttırmak, moral ve motivasyona katkıda bulunmak” amacıyla, orduevleri, askeri gazinolar, kamplar, vb. gibi sosyal tesislerde, ifratlara varan ayrıcalıkları ve “kast” ilişkilerini
nispeten törpülemek üzere bir emir yayınlamış. Daha ziyade, genel
kullanıma açık olan ortak alanlarda, statüleri öne çıkaran
bölümlemelerin yapılmamasını, buna yol açan her türlü yazı ve işaret
tabelâlarının kaldırılmasını istemiş. Bu uygulama ile, personel
arasındaki sevgi, saygı ve bağlılığı yoğaltmanın yanı sıra,
orduevleriyle ilgili kamuoyunda dile getirilen tepkileri yatıştırmanın
da hedeflendiği anlaşılıyor.
İşte bunu duyunca, sayısız örnekten biri olarak, yüzbaşıyken yaşadığım
bir anı geldi aklıma. Şark’tayken, yıllık izne ayrılmış, eşim ve henüz
bir yaşındaki bebeğimizle Patnos’tan Babaeski’ye doğru otomobille yola
koyulmuştuk. Ankara’ya vardığımızda, o güne kadar kalmanın hiç nasip
olmadığı orduevine yorgun argın kapağı atmış, gecelemek için bir oda
istemiştik.
O yıllarda tüm orduevlerine hep “torpilliler” dolduruldukları
için, görevli erler şımarık olurlar, tüm o yerleri sanki ele
geçirmişlercesine, kimseyi adam yerine koymazlardı. Çalışan konumundaki
subay ve astsubaylar da onlardan aşağı kalmazlar, birkaç üst komutana
yalakalık yaparak yerlerini korurlar, ama o işletmelerin de içine
ederlerdi.
Bir vakitler kışlalarda ortalığı haraca-berece kesmişlikleri
yüzlerinden okunan kimi emekli albayların, şimdi üç paralık konforları
uğruna, buralarda böyle süt dökmüş kedi gibi dolanmalarına tanık olur,
öfkelenirdim.
Daha sonraki yıllarda ise, bu hâlleri gidermek üzere, bu sefer de “yok subaydı, yok kızıydı-kızanıydı, misafiriydi” diye ayırt dahi etmeyerek; işi, görevli erlerin her önüne gelene“komutanım” diyecekleri bir başka ifrata kadar vardırmışlardı.
Tabii, sadece Ankara’nın tuzu kuru yerleşiklerinin çevremizde güle
oynaya fink attıkları züppe damatlarından, küstah gelinlerinden yer ve
fırsat kalıp da, onca yol tepmiş olan bizlerle doğru dürüst ilgilenen
dahi çıkmayınca, tahmin edeceğiniz üzere, onun yerine çıngar çıkmıştı.
Ardından da dışarıda, kesemize uygun ve o yüzden de berbat bir yerde
konaklamak zorunda kalmıştık.
Bu alan, çoğu kimsenin bitmez tükenmez orduevi hikâyelerindeki şikâyetleriyle doludur. Çünkü o tesisler, “kolaylık tesisleri” olmaktan
çok, subay ve astsubayları sivillerden ayrıştırarak, sanki onları
ayrıcalıklı imişler gibi göstermeye yaramıştır. Bu yalandan
ayrıcalıklar, izolasyon yoluyla, geniş ordu kitlesinin gözlerinde “katarakt”a, muhayyilelerinde “üstünlük duygusu”na kapılmalarına ve böylece de anlamsız yere “şişinmelerine” yol açmıştır.
Oysa ayrıcalıklı ve üstün olanlar, bir avuç general ile, sadece
konformizmin tadına varmış bulunan üst subaylar ve onların
emeklileridir.
Anadolu’nun ve Trakya’nın özellikle küçük kentlerinde, merkezî konumları ve “özel” oluşlarıyla
sırıtan bu mahfiller, sivil halkın indinde, kıskançça ve mesafeli
olunan, müphem bulunup soğuk bakılan bir etkiye sahiptirler. O yüzden
tek iyi yanları, askerliğini genellikle er olarak yapmış, kentli ya da
köylü, geniş mütedeyyin kitlelerin militerizasyonunda olumsuz rol
oynadıklarıdır. Çünkü, sivillerin de askerileşmesi demek olan
militerleşme, daha çok devletin çeşitli eğitim tezgâhlarından geçirilip,
biçimlendirilmiş olan “okumuşlar”ına has bir şeydir.
Aslında bu tesisler, haklarında konuşulanlara değecek düzeyde lüks ya
da zevkli filan da değildirler. Onları çekici kılan, herkesin
giremedikleri yerler olmalarında yatar. Eğer kendi parasal kaynaklarıyla
yaratılmış ve işletilmiş olsalardı, berikilerde bu denli böbürlenmeler,
karşıkilerde de bu ölçüde homurdanmalar olmazdı. Olanakların “Genel Bütçe”den karşılanması, elde edilen yavanlığa lezzet katmakta; “seçkinlik”leri, resmî bir mahiyet almaktadır.
Düşünsenize; örneğin her yerde olan deterjanlardan alıyorsunuz, ama
buradaki markette KDV ödemiyorsunuz. İngilizler Hindistan’da bile
yapmamışlardı, bunu. Oralarda üç-beş kuruşa içilen bir bardak çayın
Türkiye halkına siyasal maliyeti, dudak uçuklatacak pahadadır.
Kaldı ki bu tesisler, ordunun tüm yükünü omuzlarında taşıyor olan kışla
emekçisi genç subayların ve astsubayların leylek oldukları bir sofrada,
tilkilerin ağız anatomilerine göre tanzim edilmiş tabaklar gibidir.
Bütün yazını biraz Gümüldür’de, biraz Karpuzkaldıran’da, sonra da Side
yahut Bodrum’da, veya Kıbrıs’ta; uydurabilirse kışın da Uludağ’da; geri
kalan zamanını da, genel olarak yerleşik olduğu büyük kentlerin
namütenahi tesislerinde geçirerek yaşayan; yaşarken de bu olanakları
vergilerinden elde etmiş oldukları o topluma demediklerini bırakmayan,
bir avuç askerî rantiyenin bozulacak olan çıkarlarıdır, esasen
konuştuklarımız.
O nedenle, kendilerini sivil toplumdan soğutagelen bu müesseselere, her
biri halk çocuğu olan genç subay ve astsubayların zerre kadar
ihtiyaçları yoktur. Bu kurumlar tümüyle kaldırılmalı, onun yerine, o
ödeneklerle örneğin, genç subay-astsubayların yıllık izinlerinin bir
bölümünü eşleriyle birlikte Paris’te, Barselona’da, Roma ya da
Amsterdam’da geçirmeleri sağlanmalıdır. Genç yaşlarda edinilen
gözlemler, Türkiye’nin demokratikleşmesine şaşılası ölçülerde katkı
sağlayacaktır.