30 Ocak 2012 Pazartesi

Orduevleri ve askerî kamplar / Namık Çınar

Genelkurmay, “TSK mensupları arasındaki dayanışmayı arttırmak, moral ve motivasyona katkıda bulunmak” amacıyla, orduevleri, askeri gazinolar, kamplar, vb. gibi sosyal tesislerde, ifratlara varan ayrıcalıkları ve “kast” ilişkilerini nispeten törpülemek üzere bir emir yayınlamış. Daha ziyade, genel kullanıma açık olan ortak alanlarda, statüleri öne çıkaran bölümlemelerin yapılmamasını, buna yol açan her türlü yazı ve işaret tabelâlarının kaldırılmasını istemiş. Bu uygulama ile, personel arasındaki sevgi, saygı ve bağlılığı yoğaltmanın yanı sıra, orduevleriyle ilgili kamuoyunda dile getirilen tepkileri yatıştırmanın da hedeflendiği anlaşılıyor.

İşte bunu duyunca, sayısız örnekten biri olarak, yüzbaşıyken yaşadığım bir anı geldi aklıma. Şark’tayken, yıllık izne ayrılmış, eşim ve henüz bir yaşındaki bebeğimizle Patnos’tan Babaeski’ye doğru otomobille yola koyulmuştuk. Ankara’ya vardığımızda, o güne kadar kalmanın hiç nasip olmadığı orduevine yorgun argın kapağı atmış, gecelemek için bir oda istemiştik.

O yıllarda tüm orduevlerine hep “torpilliler” dolduruldukları için, görevli erler şımarık olurlar, tüm o yerleri sanki ele geçirmişlercesine, kimseyi adam yerine koymazlardı. Çalışan konumundaki subay ve astsubaylar da onlardan aşağı kalmazlar, birkaç üst komutana yalakalık yaparak yerlerini korurlar, ama o işletmelerin de içine ederlerdi.
Bir vakitler kışlalarda ortalığı haraca-berece kesmişlikleri yüzlerinden okunan kimi emekli albayların, şimdi üç paralık konforları uğruna, buralarda böyle süt dökmüş kedi gibi dolanmalarına tanık olur, öfkelenirdim.

Daha sonraki yıllarda ise, bu hâlleri gidermek üzere, bu sefer de “yok subaydı, yok kızıydı-kızanıydı, misafiriydi” diye ayırt dahi etmeyerek; işi, görevli erlerin her önüne gelene“komutanım” diyecekleri bir başka ifrata kadar vardırmışlardı.
Tabii, sadece Ankara’nın tuzu kuru yerleşiklerinin çevremizde güle oynaya fink attıkları züppe damatlarından, küstah gelinlerinden yer ve fırsat kalıp da, onca yol tepmiş olan bizlerle doğru dürüst ilgilenen dahi çıkmayınca, tahmin edeceğiniz üzere, onun yerine çıngar çıkmıştı. Ardından da dışarıda, kesemize uygun ve o yüzden de berbat bir yerde konaklamak zorunda kalmıştık.

Bu alan, çoğu kimsenin bitmez tükenmez orduevi hikâyelerindeki şikâyetleriyle doludur. Çünkü o tesisler, “kolaylık tesisleri” olmaktan çok, subay ve astsubayları sivillerden ayrıştırarak, sanki onları ayrıcalıklı imişler gibi göstermeye yaramıştır. Bu yalandan ayrıcalıklar, izolasyon yoluyla, geniş ordu kitlesinin gözlerinde “katarakt”a, muhayyilelerinde “üstünlük duygusu”na kapılmalarına ve böylece de anlamsız yere “şişinmelerine” yol açmıştır.

Oysa ayrıcalıklı ve üstün olanlar, bir avuç general ile, sadece konformizmin tadına varmış bulunan üst subaylar ve onların emeklileridir.

Anadolu’nun ve Trakya’nın özellikle küçük kentlerinde, merkezî konumları ve “özel” oluşlarıyla sırıtan bu mahfiller, sivil halkın indinde, kıskançça ve mesafeli olunan, müphem bulunup soğuk bakılan bir etkiye sahiptirler. O yüzden tek iyi yanları, askerliğini genellikle er olarak yapmış, kentli ya da köylü, geniş mütedeyyin kitlelerin militerizasyonunda olumsuz rol oynadıklarıdır. Çünkü, sivillerin de askerileşmesi demek olan militerleşme, daha çok devletin çeşitli eğitim tezgâhlarından geçirilip, biçimlendirilmiş olan “okumuşlar”ına has bir şeydir.
Aslında bu tesisler, haklarında konuşulanlara değecek düzeyde lüks ya da zevkli filan da değildirler. Onları çekici kılan, herkesin giremedikleri yerler olmalarında yatar. Eğer kendi parasal kaynaklarıyla yaratılmış ve işletilmiş olsalardı, berikilerde bu denli böbürlenmeler, karşıkilerde de bu ölçüde homurdanmalar olmazdı. Olanakların “Genel Bütçe”den karşılanması, elde edilen yavanlığa lezzet katmakta; “seçkinlik”leri, resmî bir mahiyet almaktadır.

Düşünsenize; örneğin her yerde olan deterjanlardan alıyorsunuz, ama buradaki markette KDV ödemiyorsunuz. İngilizler Hindistan’da bile yapmamışlardı, bunu. Oralarda üç-beş kuruşa içilen bir bardak çayın Türkiye halkına siyasal maliyeti, dudak uçuklatacak pahadadır.
Kaldı ki bu tesisler, ordunun tüm yükünü omuzlarında taşıyor olan kışla emekçisi genç subayların ve astsubayların leylek oldukları bir sofrada, tilkilerin ağız anatomilerine göre tanzim edilmiş tabaklar gibidir.

Bütün yazını biraz Gümüldür’de, biraz Karpuzkaldıran’da, sonra da Side yahut Bodrum’da, veya Kıbrıs’ta; uydurabilirse kışın da Uludağ’da; geri kalan zamanını da, genel olarak yerleşik olduğu büyük kentlerin namütenahi tesislerinde geçirerek yaşayan; yaşarken de bu olanakları vergilerinden elde etmiş oldukları o topluma demediklerini bırakmayan, bir avuç askerî rantiyenin bozulacak olan çıkarlarıdır, esasen konuştuklarımız.

O nedenle, kendilerini sivil toplumdan soğutagelen bu müesseselere, her biri halk çocuğu olan genç subay ve astsubayların zerre kadar ihtiyaçları yoktur. Bu kurumlar tümüyle kaldırılmalı, onun yerine, o ödeneklerle örneğin, genç subay-astsubayların yıllık izinlerinin bir bölümünü eşleriyle birlikte Paris’te, Barselona’da, Roma ya da Amsterdam’da geçirmeleri sağlanmalıdır. Genç yaşlarda edinilen gözlemler, Türkiye’nin demokratikleşmesine şaşılası ölçülerde katkı sağlayacaktır.