Türkiye, son yıllarda yakın tarihiyle
yüzleşmeye çalışıyor. Resmî tarih içerisinde karanlıkta bırakılan,
unutturulmaya çalışılan birçok konu bugün yüksek sesle tartışılıyor.
1915 Ermeni tehciri ve Dersim katliamı gibi tarihin az bilinen
sayfalarından biri de İstiklal Mahkemeleri..
Son yıllarda yakın tarihin pek
bilinmeyen, az bilinen, konuşulmayan konuları kamuoyunda gündeme
geliyor. 1915 Ermeni tehciri, Dersim faciası, Menemen hadisesi, Şeyh
Sait isyanı, İstiklal Mahkemeleri bu başlıklardan bazısı… Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın Dersim’de yaşananlar için özür dilemesini milat kabul
edenler oldu. O günlerde devletin gadrine uğramış İskilipli Atıf
Efendi, Mehmet Âkif Ersoy, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimler de bu
konu etrafında tartışıldı. Bülent Arınç, İstiklal Mahkemeleri’nde
yaşanan hukuksuzluğa vurgu yaparak Meclis arşivlerinin açılmasını
istedi. Bütün bu tartışmalar yapılmadan kısa süre önce Ahmet Turan
Alkan’ın İstiklal Mahkemeli ve Sivas’ta Şapka İnkılabı Duruşmaları
adıyla bir kitabı yayımlanmıştı. Alkan’la bu mahkemeleri ve
yargılamaları konuştuk.
-Dersim tartışmalarının ardından Hükümet Sözcüsü Bülent
Arınç’ın “İstiklal Mahkemeleri’nin arşivleri açılsa çok Dersim çıkar.”
şeklinde bir ifadesi oldu. İstiklal Mahkemeleri’nden çok Dersim çıkar
mı?
Bülent Arınç hem bir politikacı olarak hem de İstiklal Mahkemeleri
ile ilgili devletteki vesikaların tarihçiler tarafından henüz
değerlendirilmemiş olmasını nazar-ı itibara alarak buranın bir zenginlik
vadettiğini ima etti. Fakat buradan Dersim benzeri büyük çaplı bir
skandal çıkmaz. Ama şunu tashih etmek lazım; bir zulmün büyük olması
için illa çok sayıda insanın ölmesi mi lazımdır? Değildir tabii.
İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyet tarihinin az bilinen bir veçhesi.
Ortada birçok belge de var. Meclis arşivinde bulunan belgeler -tahminen
söylüyorum- Meclis ile mahkemenin yaptığı yazışmalar, görevlendirmeler
vs. Bunlar da bir eksikliği tamamlayacak. Çok sarsıcı, şoke edici bir
ayrıntı çıkacağını tahmin etmiyorum. Bilinenleri teyit edecek
genişletecek bilgiler çıkacak diye düşünüyorum.
-Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün arşivler açılmalı, diye bir
açıklaması olmuştu. Bazı arşivlerin hâlâ kapalı olması ne anlama
geliyor?
Bu manasız bir korku. 20. yüzyılın ortalarına ait bir korku.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında henüz rejim oturmamış, dengeler tesis
etmemiş; bunu vaktinden önce açıklarsak bir sosyal patlama olur mu, gibi
bir endişeye kapılınmış. O korkunun devamı bu. İstiklal Mahkemesi ile
ilgili Meclis kayıtları 50 yıl öncesinde açılmış olsaydı çok daha iyi
olurdu.
-Kimi meseleler yakın tarihte mayınlı alanlardı. Bunları ancak bugün konuşabiliyoruz. Neden?
Konuşulması lazım. Şimdiye kadar şöyle bir yaklaşım vardı. Halk hazır
değil, rejim oturmadı, insanlar bunu yanlış anlayabilir. Bunlar Türk
milletinin zekâsını, olgunluğunu hafife alan imalardır. Türk halkı
demokrasiyle 1950’de tanışmadı. Çok daha evvelinde tanıştı. Türk halkı
sansürsüz basınla, politik muhalefetle, örgütlenme hakkıyla çok daha
önce tanıştı. Taa Meşrutiyet, hatta Mütareke yıllarında bu var.
Dolayısıyla ‘Türk halkı bunu hazmedemeyebilir’ yollu akıl yürütmeler
bizim bürokrat aklının eseridir. Türkler uzak ve yakın tarihinde olup
bitenleri olduğu gibi öğrenirse ancak daha iyi değerlendirme fırsatına
kavuşur.
-Başbakan’ın Dersim meselesinde bir özrü oldu. Devletin yakın tarihle yüzleşmesi neyin yolunu açar?
Pratikte bürokrasinin gücünü azaltır. Türkiye’de bürokrasi hak
etmediği ölçüde geniş bir yer kaplıyor. Toplumun, hukukun karşısında
bürokrasinin hukuku var. Bu gibi gerçeklerin açıklanması toplumun
hukukunu genişletiyor. Olması gereken yere doğru çekiyor. Bunlar lazım.
-Yakın tarihteki karanlık sayfalar konuşulurken ‘dönemin şartları’na sığınılıyor. Doğruluk payı var mı?
Dönemin şartlarının dikkate alınmasını hatırlatan çevrelere ben
kısmen hak veriyorum. Bazı şeyler dönemin şartları bilinmeden
anlaşılamaz; ama o şartların da iyi değerlendirilmesi lazım. “Türkler
demokrasiyi, çoğulculuğu hazmedemezlerdi.” yollu hükümler doğru değil.
Dolayısıyla “1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası toplum muhalefete
henüz hazır olmadığı için kapatıldı.” demek iftiradır, gerçekleri
saptırmaktır. Veya “1930’da Serbest Fırka toplumda fitne çıkacağı için
kapatıldı.” demek iftiradır. Burada tipik jakoben bakış açısının
harekete geçtiğini görürüz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk toplumunu
süt çocuğuna benzetiyorlar. Benzetme doğru gibi görünüyor; ama bir
hakikate yaslanmıyor. Dönemin şartlarını dikkate alalım; ama o şartları
tespit ederken yalan konuşmayalım. Tarihçilik demek dönemin şartlarını
öğrenmek demektir. Aksi hâlde anakronizme düşersiniz. Dersim hadisesini
ele alalım. Dersimliler Cumhuriyet’in vatandaşı -standart vatandaş-
olmaya direniyor. Bu onların tarihî, coğrafi, toplumsal özelliği hâline
gelmiş. Osmanlı zamanında pek nazar-ı dikkate alınmamış, uğraşmaya değer
görülmemişler. Ama Cumhuriyet için bir problem teşkil etmiş. Cumhuriyet
yöneticilerinin Dersim’de kendi kanunlarını yürürlüğe sokmak için
çabalamasını anlamak lazım. Bu günlerde bir anlam buharlaşması da var.
“Orada bir şey yoktu, Cumhuriyet zulmetti, bombaladı.” Hayır, öyle bir
şey değil. Orada direniş var, isyan var. İsyancıların aşırı
davranışları, makul davranışları var. Tarihçi incelediği hadisenin
objektif şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda ki olayı
anlayabilsin.
-Bu hadiseler geçmişte hiç gündem oldu mu? Dersim meselesi, İstiklal Mahkemeleri?
İlk kez gündeme gelmiyor. Bugün konuşulanlar kütüphanelerde bulunan
vaktiyle yayımlanmış gazetelerde, raporlarda, dergilerde, hatıratlarda
yer alan şeyler. Kabul edersiniz ki kamuoyunun haberdar olması için
evvela magazin seviyesinde haber kanallarında yer alması lazım. Bizim
haber kanallarında yer alması yeni oldu.
-İstiklal Mahkemeleri de -biraz önce ifade ettiniz- kamuoyu
tarafından genel hatlarıyla bilinen bir konu. Siz kitabınızda İstiklal
Mahkemeleri’ni iki dönemde inceliyorsunuz...
Ben kabaca ikiye ayırdım. Bunu üçe, dörde, beşe ayırmak da mümkün. Bu
mahkemeler her defasında özel kanunla kuruluyor. Kanunun koyduğu müddet
bitince görevleri sona eriyor. O bakımdan kanuni mahkemeler. Ama
tarihte bıraktıkları iz itibariyle iki fonksiyonları var. Birincisi;
harp mahkemeleri. Cephe gerisindeki karışıklığı bastırmak, asayişsizliği
önlemek... O dönemde bunun tartışması yapılmış, ‘gerek var mı yok mu’
diye. Askerî ceza kapsamında asker kaçaklarının yargılanmaları
yapılıyor. O dönemin Anadolu’sunda idari yapı hâlâ ayakta. Yani tabii
mahkemeler var şehirlerde ve bu mahkemeler işliyor. Ama seri olsun,
Millet Meclisi doğrudan ilgili olsun diye özel bir mahkeme kuruluyor.
Ben bunu eleştirmiyorum. Birinci Meclis’in temel prensibi şudur:
Tevhid-i kuvva. Yani bunlar hem yargı denetimi yaparlar hem kanun
çıkarırlar. Bunlar müzakere edilmiştir.
-İstiklal Mahkemeleri’nin ilk dönem uygulamalarına pek itiraz eden yok…
Evet, ilk dönemde ittifak söz konusu. Harp devam ediyor çünkü. Tartıştığımız İstiklal Mahkemeleri savaş bittikten sonrakiler.
-İkinci döneminde hangi davalara bakıyor?
Politize edilmiş davalara bakıyor. İstiklal Mahkemeleri merkezî
yönetimin elinde inkılap terörü aracı hâline getiriliyor. Hukukilikten
çıkıyor. Biz işin o kısmını eleştiriyoruz.
-İstiklal Mahkemeleri’nin ikinci safhası Atatürk’ün başkumandanlık yetkisini almasıyla mı başlıyor?
Gazi Paşa Meclis Başkanı seçildikten sonra artık bir siyaset
adamıdır. Fakat 1920’deki Kemal Paşa yetkilerini çok kıskanç bir
Meclis’in denetimiyle kullanabilen bir liderdir. Her hareketinin
hesabını vermek zorundadır ve muhalifleri de bayağı güçlüdür. O
tarihlerde muhaliflerini ikna etmek zorunda olan bir lider Gazi Paşa.
Tarih 1922’ye geldiği zaman Mustafa Kemal Paşa’nın giderek güçlendiğini,
Meclis’te kendisine bağlı gayr-i resmî bir grup teşkil ettiğini -bu
Birinci Grup olarak geçer ki daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne
dönüşecektir- görüyoruz. Kumandanlık kanunu esnasında çok dramatik bir
tartışma cereyan ediyor ve açıkça Meclis’in yetkilerini istiyor Paşa.
Meclis de ne kadar eleştirse, bağırıp çağırsa da bu yetkileri veriyor.
Savaş kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesini kimse
sorgulayamıyor, sorgulayanlar tarih sahnesinden dışarı itiliyor.
Dramatik an, başkumandanlık müzakereleri değil bence, 9 Eylül’dür.
İzmir’in düşman işgalinden kurtulmasıdır.
-Neden o tarih?
Çünkü Mustafa Kemal Paşa kamuoyunda müthiş bir popülarite kazanıyor.
İnsanlar evliya gibi bakmaya başlıyor. Müthiş bir muhabbet besleniyor ve
bu muhabbetten aldığı hızla Mustafa Kemal Paşa çoğu kimsenin bilmediği
bir hamle yapıyor. Meclis’i yenileme kararı alıyor. Muhalifler diyor ki
“Ne gerek var, seçimler yeni yapıldı.” Kemal Paşa onlara karşı âdeta
bir mugalâta yapıyor. “Siz koltuklarınızı çok beğendiniz galiba!”
diyerek gururlarına hitap ediyor. 1923 yılında Meclis’i tazeliyor. Millî
Mücadele’nin en az bilinen fasıllarından biri budur. 1923 Haziran’ında
Meclis yeniden seçime gidiyor. Bu esnada Lozan bitmiş değildir. Meclis
yenileniyor. Bu seçimlerde sadece bir muhalif girebiliyor Meclis’e:
Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey.
-Niçin bir muhalif girebiliyor?
Bu Meclis ve seçimler Türk ordusunun zafer kazanmış subaylarının
gözetiminde yapılıyor. Seçimde Türk halkı “Gazi Paşa’mızın listesi bizim
için aziz bir selamdır. Ona oy vermeyeceğiz de nereye vereceğiz?” diye
büyük bir yöneliş gösteriyor. Buna rağmen Meclis’in içinden de
Terakkiperver Fırkası’nın muhalefeti çıkıyor. O muhalefet de Şeyh Sait
İsyanı’ndan sonra kurulan İstiklal Mahkemesi’nde başarılı bir politik
manevrayla tasfiye ediliyor. Hem Meclis içi muhalefet tasfiye edilmiş
oluyor hem de muhalefetin asıl gövdesini teşkil eden İstanbul basınına
müthiş bir gözdağı veriliyor. İstanbullu gazeteciler ‘Şeyh Sait
ayaklanmasını fişeklediniz’ diye Elazığ’a çağrılıyor.
-İstanbul basınının çoğu muhalif mi?
İstanbul basını başından beri Mustafa Kemal’e karşı daha özgüvenli
bir duruş sergiliyor. Yani yeri geldiği zaman eleştiriyor, yeri geldiği
zaman destekliyor. Bunların içinde aşırı gidenler var. Ali Kemal, Refi
Cevad, Refik Halid Bey gibi... Onların hepsi cezalandırıldı. Ama dengeli
muhalefet yapanlar da var. İstanbul basını Ankara’yı biraz küçümser. Bu
Ankara’da dehşetli bir rahatsızlık oluşturuyor. Bu esnada yabancı
elçilikler de İstanbul basınına sanki paralel gibi duruyor. Çünkü
hiçbirisi İstanbul gibi dünya güzeli bir şehri bırakıp Anadolu’nun tozlu
topraklı bir kasabasına gelmek istemiyor. Ankara’da küçük bir
temsilcilik bulunduruyorlar. Gazi bu yüzden 1927’ye kadar İstanbul’a
gelmedi. O Ankara’yı inatla, ısrarla savundu. Dolayısıyla Şeyh Sait
İsyanı ile üç önemli muhalefet unsurunu ortadan kaldırmış oldu. Şeyh
Sait taraftarlarının teşkil ettiği silahlı muhalefet, İstanbul basını ve
meşru muhalefet... Kabul etmek lazım ki bu bir deha çapında siyasi
başarıdır.
-9 Eylül İzmir’in kurtuluşu niçin bu kadar önemli? O tarihe kadar Atatürk’ün bir popülaritesi yok muydu?
Daha önce de popülaritesi çok yüksekti. Fakat 9 Eylül’le birlikte
‘barış görüşmelerini yürüten, milletin namusunu kurtaran adam’ olarak
haklı bir popülarite kazandı, bunu politik avantaja dönüştürmeyi bildi.
Kazım Karabekir ve arkadaşları bunu beceremedi. Karabekir’in başını
çektiği muhalefet Mustafa Kemal ile ideolojik bir ayrılık göstermez.
Bunların arasındaki gerilim sadece iktidarı kimin kullanacağı
hakkındadır. İkisi de cumhuriyetçi, ikisi de laik, ikisi de Batıcıdır.
Hatta Kazım Karabekir, kimi hususlarda Mustafa Kemal’den daha Batıcıdır.
Fakat politik feraset Mustafa Kemal’de daha öndedir. Karabekir Paşa’nın
başını çektiği grup şöyle düşünüyordu: ‘Zaferi kazandık, şimdi eşit
şartlarda yarışmaya başlayacağız.’ Mustafa Kemal buna müsaade etmedi ve
yarışılacak kulvarı kendisi çizdi. Rakiplerini saf dışı bıraktı.
-Burada da ‘İstiklal Mahkemeleri kritik bir görev üstlendi’ diyebilir miyiz?
Şuna benzetmek mümkün kısaca. İlk önce meşru bir hedef için
oluşturulmuşken daha sonra ülke içi politik çekişmelerde merkezî
idarenin aracı olarak kullanıldı. M. Kemal, bu gücü kullandı.
-İstiklal Mahkemesi’nde yargılama yapanlar hukukçu muydu?
Çoğu hukukçuydu; ama hepsi meslekten hukukçu değildi. Yüksek eğitim görmüş kişilerdi çoğu.
-Bir hukuk kriteri, bir adalet arayışı var mıydı?
İstiklal Mahkemeleri’nin meşhur bir tabelası var. “İstiklal
Mahkemesi, mücâhedesinde yalnız Allah’tan korkar.” yazıyor. Bu tabela
yaptıkları işin doğruluğuna inanmadıklarını gösteriyor. Çünkü pek
Allah’tan korktuklarını söyleyemeyiz, daha çok iktidardan
çekiniyorlardı.
-Kararlar vicdanlara mı bırakılıyordu?
Hayır… Bu mahkemeler özellikle politik davalarda kimi mahkûm etmeleri
gerektiğini biliyordu. Mustafa Kemal de bu mahkemeleri kontrol altında
tutuyordu. Mesela İzmir Suikastı duruşmalarında Paşa, İzmir Çeşme’de
bulunuyordu.
-Paşalar davası görülüyor. Yine şapkaya muhalefet edenler bu
mahkemelerde yargılanıyor, cezalandırılıyor. Buna o dönemde muhalefet
eden yok mu?
Meclis’te muhalefet yok, basında yok. Muhalefet ‘vatan hainliği’
anlamına geliyor. Meclis’te az sayıda muhalif var, onlar da günü
geldiğinde tasfiye ediliyor. Asılan var, sürgüne gönderilen var, kaçan
var. Muhalefet yok, çünkü ona zemin hazırlayan başka kanun yok. Takrir-i
Sükûn Kanunu var. Çok geniş bir yetki kanunu çıkarıyorlar. Bu kanunu
çıkardıktan sonra yaptığın her şey kanuni oluyor; ama hukuki olmuyor.
-İzmir Suikastı sonrası paşalar davası görülüyor. Atatürk’ün
birçok silah arkadaşı İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıyor. İsmet
İnönü’nün de yargılanma noktasına geldiğini biliyoruz. Neydi paşalar
davası?
İzmir Suikastı ortaya çıkınca fikrimce Mustafa Kemal bir durum
değerlendirmesi yapıyor, bu fırsattan yararlanmalıyım diyor. Geniş
kapsamlı bir tutuklama kararı çıkarıyor. Bunun birinci hedefi
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Yani paşalar. Bu esnada İsmet İnönü
başbakan. İnönü ile paşaların hukuku çok iyi, çünkü bunlar kader
arkadaşı. Kazım Karabekir’le de maaile görüşecek kadar yakınlar. İsmet
Paşa, Mustafa Kemal gibi zeki bir adam değil. “Yok canım, bunlar
saçmalamış.” diyor. Mahkemeye emir yolluyor. Bunun üzerine mahkeme
şaşırıyor. O esnada Atatürk İzmir’e geliyor. Başbakan böyle yaptı, ne
yapalım diyorlar. Atatürk dik durun diyor, İsmet Paşa’ya da “Geleceksin,
mahkemeden özür dileyeceksin.” diyor. İsmet Paşa enteresan bir cümle
sarf ediyor orada, “Mahkemenizin hükmünü icraya muktedir olduğunu
gördüm.” şeklinde yumuşak, muazzam bir ve cevap veriyor.
-Paşalar idamla yargılanıyor…
Evet, paşaları ipten kurtaran ordu olmuştur. Mustafa Kemal, ordunun
sinyallerini çok iyi takip eden bir adam. Bu adam, 20. yüzyılda
Türklerin yetiştirdiği en büyük politik zekâlardan biridir. Mustafa
Kemal, kimsenin hakkını yiyerek bulunduğu yere gelmiş değildir. Bütün
rakipleriyle eşit şartlardaydı. Onları ekarte etti.
-Kitabınızda
İstiklal Mahkemeleri’ni ve şapka duruşmalarını Sivas örneği üzerinden
ele alıyorsunuz. Sivas’ta idam kararı alınıyor…
Sivas’ta Çil Mehmet adında sıradan birisi idam ediliyor. Adamın
yapığı şey kâğıda bir şeyler yazıp duvara asmak. Şapka Kanunu aleyhinde
afiş asmak. Bir iki saat kalmıştır o afiş de. Burada inkılap terörü
estirildiğini görüyoruz.
-İdam kararı 4 günlük yargılamanın ardından alınıyor. Hep böyle mi alınıyor kararlar?
Bu mahkemelerin kuruluş sebebi bu. Seri hareket etmeleri. Sivas’tan Tokat’a, oradan Rize’ye geçiyorlar. Böyle olaylar çok.
-Şapkaya muhalefet edenlere niçin bu kadar ağır cezalar veriliyor?
Şapka Kanunu enteresan bir kanundur. Hâlen yürürlüktedir ve herkesin
ihlal ettiği bir kanun. Değiştirilmesi bile teklif olunamayacak inkılap
kanunlarından olarak geçiyor. Bu kanun niye çıktı? Bence geride kalmış
rejim muhaliflerinin görünür hâle gelmesi için çıktı. O dönem halkın en
çok alerji duyduğu şey Frenk şapkası. Kanundan önce çok az insan şapka
giyiyor. Anadolu’da şapka takmak “Ben Müslümanlıktan çıktım, Hıristiyan
oldum.” demek, böyle bir anlamı var. Uç noktaya zorlanıyor insanlar. Ama
hakkını yemeyelim, şapkanın Anadolu’da bütün ahaliye teşmili söz konusu
değil, evvela bürokratlara zorunlu hâle getiriliyor. Halkımız da
Fransız tarzı sekiz köşeli kasketler takıyor. Çünkü şapkadan murad
olunan şey İslami serpuşun görülmemesi arzusu.
-İskilipli Atıf Efendi’nin Şapka Kanunu’na muhalefetten idamına gelirsek, neler söylersiniz?
İskilipli Atıf’ın yazdığı risale uzun bir makale ve Şapka Kanunu’ndan
önce yayımlanmış. Tabii şapka meselesi ilk defa ortaya çıkmış değil.
Günah mı değil mi diye konuşulurken İskilipli Atıf Efendi ‘Frenk
mukallidi’ diye ilmî bir makale yazıyor. Kanundan sonra nasıl münasebet
aldırılıyorsa o risale de kanuna muhalefet kapsamına alınıyor ve Atıf
Efendi idam ediliyor.
-Cumhuriyet döneminde daha ağır sansür…
Abdülhamid dönemi, ağır sansür uygulamaları ile efsaneleşmiştir.
Hâlbuki daha ağır sansür uygulamalarına Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında
tesadüf ediyoruz. Türkiye’de basın hayatında sansürün gevşemesi ancak
1945’ten sonra mümkün olabilmiştir. O da sınırlı. 1950’den sonra biraz
daha rahatladı. Abdülhamid sansürü bir günah keçisi gibi tekrar
edilegelmiştir. Hâlbuki ondan sonraki İttihat ve Terakkiciler ağır
sansür uyguladı. Cumhuriyet yöneticileri de fiilî sansür manasına
gelecek pek ağır yaptırımlar uyguladı. Hiyanet-i Vataniye ve Takrir-i
Sükûn kanunlarından sonra gazete sahibi olup da titrememek mümkün
değildir. Çünkü ne yazarsan yaz bu kanunların kapsamına girebilir. |
|