24 Ocak 2012 Salı

Ahmet Turan Alkan: İstiklal Mahkemeleri’ni tartışmaya, halk hazır

MURAT TOKAY
Aksiyon Sayı: 894 / Tarih : 23-01-2012



















Türkiye, son yıllarda yakın tarihiyle yüzleşmeye çalışıyor. Resmî tarih içerisinde karanlıkta bırakılan, unutturulmaya çalışılan birçok konu bugün yüksek sesle tartışılıyor. 1915 Ermeni tehciri ve Dersim katliamı gibi tarihin az bilinen sayfalarından biri de İstiklal Mahkemeleri.. Son yıllarda yakın tarihin pek bilinmeyen, az bilinen, konuşulmayan konuları kamuoyunda gündeme geliyor. 1915 Ermeni tehciri, Dersim faciası, Menemen hadisesi, Şeyh Sait isyanı, İstiklal Mahkemeleri bu başlıklardan bazısı… Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Dersim’de yaşananlar için özür dilemesini milat kabul edenler oldu.  O günlerde devletin gadrine uğramış İskilipli Atıf Efendi, Mehmet Âkif Ersoy, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimler de bu konu etrafında tartışıldı. Bülent Arınç, İstiklal Mahkemeleri’nde yaşanan hukuksuzluğa vurgu yaparak Meclis arşivlerinin açılmasını istedi. Bütün bu tartışmalar yapılmadan kısa süre önce Ahmet Turan Alkan’ın İstiklal Mahkemeli ve Sivas’ta Şapka İnkılabı Duruşmaları adıyla bir kitabı yayımlanmıştı. Alkan’la bu mahkemeleri ve yargılamaları konuştuk.

-Dersim tartışmalarının ardından Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın “İstiklal Mahkemeleri’nin arşivleri açılsa çok Dersim çıkar.” şeklinde bir ifadesi oldu. İstiklal Mahkemeleri’nden çok Dersim çıkar mı?
Bülent Arınç hem bir politikacı olarak hem de İstiklal Mahkemeleri ile ilgili devletteki vesikaların tarihçiler tarafından henüz değerlendirilmemiş olmasını nazar-ı itibara alarak buranın bir zenginlik vadettiğini ima etti. Fakat buradan Dersim benzeri büyük çaplı bir skandal çıkmaz. Ama şunu tashih etmek lazım; bir zulmün büyük olması için illa çok sayıda insanın ölmesi mi lazımdır? Değildir tabii. İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyet tarihinin az bilinen bir veçhesi. Ortada birçok belge de var. Meclis arşivinde bulunan belgeler -tahminen söylüyorum- Meclis ile mahkemenin yaptığı yazışmalar, görevlendirmeler vs. Bunlar da bir eksikliği tamamlayacak. Çok sarsıcı, şoke edici bir ayrıntı çıkacağını tahmin etmiyorum. Bilinenleri teyit edecek genişletecek bilgiler çıkacak diye düşünüyorum.
-Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün arşivler açılmalı, diye bir açıklaması olmuştu. Bazı arşivlerin hâlâ kapalı olması ne anlama geliyor?
Bu manasız bir korku. 20. yüzyılın ortalarına ait bir korku. Cumhuriyet’in ilk yıllarında henüz rejim oturmamış, dengeler tesis etmemiş; bunu vaktinden önce açıklarsak bir sosyal patlama olur mu, gibi bir endişeye kapılınmış. O korkunun devamı bu. İstiklal Mahkemesi ile ilgili Meclis kayıtları 50 yıl öncesinde açılmış olsaydı çok daha iyi olurdu.

-Kimi meseleler yakın tarihte mayınlı alanlardı. Bunları ancak bugün konuşabiliyoruz. Neden?
Konuşulması lazım. Şimdiye kadar şöyle bir yaklaşım vardı. Halk hazır değil, rejim oturmadı, insanlar bunu yanlış anlayabilir. Bunlar Türk milletinin zekâsını, olgunluğunu hafife alan imalardır. Türk halkı demokrasiyle 1950’de tanışmadı. Çok daha evvelinde tanıştı. Türk halkı sansürsüz basınla, politik muhalefetle, örgütlenme hakkıyla çok daha önce tanıştı. Taa Meşrutiyet, hatta Mütareke yıllarında bu var. Dolayısıyla ‘Türk halkı bunu hazmedemeyebilir’ yollu akıl yürütmeler bizim bürokrat aklının eseridir. Türkler uzak ve yakın tarihinde olup bitenleri olduğu gibi öğrenirse ancak daha iyi değerlendirme fırsatına kavuşur.
-Başbakan’ın Dersim meselesinde bir özrü oldu. Devletin yakın tarihle yüzleşmesi neyin yolunu açar?
Pratikte bürokrasinin gücünü azaltır. Türkiye’de bürokrasi hak etmediği ölçüde geniş bir yer kaplıyor. Toplumun, hukukun karşısında bürokrasinin hukuku var. Bu gibi gerçeklerin açıklanması toplumun hukukunu genişletiyor. Olması gereken yere doğru çekiyor. Bunlar lazım.
-Yakın tarihteki karanlık sayfalar konuşulurken ‘dönemin şartları’na sığınılıyor. Doğruluk payı var mı?
Dönemin şartlarının dikkate alınmasını hatırlatan çevrelere ben kısmen hak veriyorum. Bazı şeyler dönemin şartları bilinmeden anlaşılamaz; ama o şartların da iyi değerlendirilmesi lazım. “Türkler demokrasiyi, çoğulculuğu hazmedemezlerdi.” yollu hükümler doğru değil. Dolayısıyla “1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası toplum muhalefete henüz hazır olmadığı için kapatıldı.” demek iftiradır, gerçekleri saptırmaktır. Veya “1930’da Serbest Fırka toplumda fitne çıkacağı için kapatıldı.” demek iftiradır. Burada tipik jakoben bakış açısının harekete geçtiğini görürüz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk toplumunu süt çocuğuna benzetiyorlar. Benzetme doğru gibi görünüyor; ama bir hakikate yaslanmıyor. Dönemin şartlarını dikkate alalım; ama o şartları tespit ederken yalan konuşmayalım. Tarihçilik demek dönemin şartlarını öğrenmek demektir. Aksi hâlde anakronizme düşersiniz. Dersim hadisesini ele alalım. Dersimliler Cumhuriyet’in vatandaşı -standart vatandaş- olmaya direniyor. Bu onların tarihî, coğrafi, toplumsal özelliği hâline gelmiş. Osmanlı zamanında pek nazar-ı dikkate alınmamış, uğraşmaya değer görülmemişler. Ama Cumhuriyet için bir problem teşkil etmiş. Cumhuriyet yöneticilerinin Dersim’de kendi kanunlarını yürürlüğe sokmak için çabalamasını anlamak lazım. Bu günlerde bir anlam buharlaşması da var. “Orada bir şey yoktu, Cumhuriyet zulmetti, bombaladı.” Hayır, öyle bir şey değil. Orada direniş var, isyan var. İsyancıların aşırı davranışları, makul davranışları var. Tarihçi incelediği hadisenin objektif şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda ki olayı anlayabilsin.
-Bu hadiseler geçmişte hiç gündem oldu mu? Dersim meselesi, İstiklal Mahkemeleri?
İlk kez gündeme gelmiyor. Bugün konuşulanlar kütüphanelerde bulunan vaktiyle yayımlanmış gazetelerde, raporlarda, dergilerde, hatıratlarda yer alan şeyler. Kabul edersiniz ki kamuoyunun haberdar olması için evvela magazin seviyesinde haber kanallarında yer alması lazım. Bizim haber kanallarında yer alması yeni oldu.
-İstiklal Mahkemeleri de -biraz önce ifade ettiniz- kamuoyu tarafından genel hatlarıyla bilinen bir konu. Siz kitabınızda İstiklal Mahkemeleri’ni iki dönemde inceliyorsunuz...
Ben kabaca ikiye ayırdım. Bunu üçe, dörde, beşe ayırmak da mümkün. Bu mahkemeler her defasında özel kanunla kuruluyor. Kanunun koyduğu müddet bitince görevleri sona eriyor. O bakımdan kanuni mahkemeler. Ama tarihte bıraktıkları iz itibariyle iki fonksiyonları var. Birincisi; harp mahkemeleri. Cephe gerisindeki karışıklığı bastırmak, asayişsizliği önlemek... O dönemde bunun tartışması yapılmış, ‘gerek var mı yok mu’ diye. Askerî ceza kapsamında asker kaçaklarının yargılanmaları yapılıyor. O dönemin Anadolu’sunda idari yapı hâlâ ayakta. Yani tabii mahkemeler var şehirlerde ve bu mahkemeler işliyor. Ama seri olsun, Millet Meclisi doğrudan ilgili olsun diye özel bir mahkeme kuruluyor. Ben bunu eleştirmiyorum. Birinci Meclis’in temel prensibi şudur: Tevhid-i kuvva. Yani bunlar hem yargı denetimi yaparlar hem kanun çıkarırlar. Bunlar müzakere edilmiştir.
-İstiklal Mahkemeleri’nin ilk dönem uygulamalarına pek itiraz eden yok…
Evet, ilk dönemde ittifak söz konusu. Harp devam ediyor çünkü. Tartıştığımız İstiklal Mahkemeleri savaş bittikten sonrakiler.
-İkinci döneminde hangi davalara bakıyor?
Politize edilmiş davalara bakıyor. İstiklal Mahkemeleri merkezî yönetimin elinde inkılap terörü aracı hâline getiriliyor. Hukukilikten çıkıyor. Biz işin o kısmını eleştiriyoruz.
-İstiklal Mahkemeleri’nin ikinci safhası Atatürk’ün başkumandanlık yetkisini almasıyla mı başlıyor?
Gazi Paşa Meclis Başkanı seçildikten sonra artık bir siyaset adamıdır. Fakat 1920’deki Kemal Paşa yetkilerini çok kıskanç bir Meclis’in denetimiyle kullanabilen bir liderdir. Her hareketinin hesabını vermek zorundadır ve muhalifleri de bayağı güçlüdür. O tarihlerde muhaliflerini ikna etmek zorunda olan bir lider Gazi Paşa. Tarih 1922’ye geldiği zaman Mustafa Kemal Paşa’nın giderek güçlendiğini, Meclis’te kendisine bağlı gayr-i resmî bir grup teşkil ettiğini -bu Birinci Grup olarak geçer ki daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüşecektir- görüyoruz. Kumandanlık kanunu esnasında çok dramatik bir tartışma cereyan ediyor ve açıkça Meclis’in yetkilerini istiyor Paşa. Meclis de ne kadar eleştirse, bağırıp çağırsa da bu yetkileri veriyor. Savaş kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesini kimse sorgulayamıyor, sorgulayanlar tarih sahnesinden dışarı itiliyor. Dramatik an, başkumandanlık müzakereleri değil bence, 9 Eylül’dür. İzmir’in düşman işgalinden kurtulmasıdır.
-Neden o tarih?
Çünkü Mustafa Kemal Paşa kamuoyunda müthiş bir popülarite kazanıyor. İnsanlar evliya gibi bakmaya başlıyor. Müthiş bir muhabbet besleniyor ve bu muhabbetten aldığı hızla Mustafa Kemal Paşa çoğu kimsenin bilmediği bir hamle yapıyor.  Meclis’i yenileme kararı alıyor. Muhalifler diyor ki “Ne gerek var, seçimler yeni yapıldı.”  Kemal Paşa onlara karşı âdeta bir mugalâta yapıyor. “Siz koltuklarınızı çok beğendiniz galiba!” diyerek gururlarına hitap ediyor. 1923 yılında Meclis’i tazeliyor. Millî Mücadele’nin en az bilinen fasıllarından biri budur. 1923 Haziran’ında Meclis yeniden seçime gidiyor. Bu esnada Lozan bitmiş değildir.   Meclis yenileniyor. Bu seçimlerde sadece bir muhalif girebiliyor Meclis’e: Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey.
-Niçin bir muhalif girebiliyor?
Bu Meclis ve seçimler Türk ordusunun zafer kazanmış subaylarının gözetiminde yapılıyor. Seçimde Türk halkı “Gazi Paşa’mızın listesi bizim için aziz bir selamdır. Ona oy vermeyeceğiz de nereye vereceğiz?” diye büyük bir yöneliş gösteriyor. Buna rağmen Meclis’in içinden de Terakkiperver Fırkası’nın muhalefeti çıkıyor. O muhalefet de Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra kurulan İstiklal Mahkemesi’nde başarılı bir politik manevrayla tasfiye ediliyor. Hem Meclis içi muhalefet tasfiye edilmiş oluyor hem de muhalefetin asıl gövdesini teşkil eden İstanbul basınına müthiş bir gözdağı veriliyor. İstanbullu gazeteciler ‘Şeyh Sait ayaklanmasını fişeklediniz’ diye Elazığ’a çağrılıyor.
-İstanbul basınının çoğu muhalif mi?
İstanbul basını başından beri Mustafa Kemal’e karşı daha özgüvenli bir duruş sergiliyor. Yani yeri geldiği zaman eleştiriyor, yeri geldiği zaman destekliyor. Bunların içinde aşırı gidenler var. Ali Kemal, Refi Cevad, Refik Halid Bey gibi... Onların hepsi cezalandırıldı. Ama dengeli muhalefet yapanlar da var. İstanbul basını Ankara’yı biraz küçümser. Bu Ankara’da dehşetli bir rahatsızlık oluşturuyor. Bu esnada yabancı elçilikler de İstanbul basınına sanki paralel gibi duruyor. Çünkü hiçbirisi İstanbul gibi dünya güzeli bir şehri bırakıp Anadolu’nun tozlu topraklı bir kasabasına gelmek istemiyor. Ankara’da küçük bir temsilcilik bulunduruyorlar. Gazi bu yüzden 1927’ye kadar İstanbul’a gelmedi. O Ankara’yı inatla, ısrarla savundu. Dolayısıyla Şeyh Sait İsyanı ile üç önemli muhalefet unsurunu ortadan kaldırmış oldu. Şeyh Sait taraftarlarının teşkil ettiği silahlı muhalefet, İstanbul basını ve meşru muhalefet... Kabul etmek lazım ki bu bir deha çapında siyasi başarıdır.

-9 Eylül İzmir’in kurtuluşu niçin bu kadar önemli? O tarihe kadar Atatürk’ün bir popülaritesi yok muydu?
Daha önce de popülaritesi çok yüksekti. Fakat 9 Eylül’le birlikte ‘barış görüşmelerini yürüten, milletin namusunu kurtaran adam’ olarak haklı bir popülarite kazandı, bunu politik avantaja dönüştürmeyi bildi. Kazım Karabekir ve arkadaşları bunu beceremedi. Karabekir’in başını çektiği muhalefet Mustafa Kemal ile ideolojik bir ayrılık göstermez. Bunların arasındaki gerilim sadece iktidarı kimin kullanacağı hakkındadır. İkisi de cumhuriyetçi, ikisi de laik, ikisi de Batıcıdır. Hatta Kazım Karabekir, kimi hususlarda Mustafa Kemal’den daha Batıcıdır. Fakat politik feraset Mustafa Kemal’de daha öndedir. Karabekir Paşa’nın başını çektiği grup şöyle düşünüyordu: ‘Zaferi kazandık, şimdi eşit şartlarda yarışmaya başlayacağız.’ Mustafa Kemal buna müsaade etmedi ve yarışılacak kulvarı kendisi çizdi. Rakiplerini saf dışı bıraktı.
-Burada da ‘İstiklal Mahkemeleri kritik bir görev üstlendi’ diyebilir miyiz?
Şuna benzetmek mümkün kısaca. İlk önce meşru bir hedef için oluşturulmuşken daha sonra ülke içi politik çekişmelerde merkezî idarenin aracı olarak kullanıldı. M. Kemal, bu gücü kullandı.
-İstiklal Mahkemesi’nde yargılama yapanlar hukukçu muydu?
Çoğu hukukçuydu; ama hepsi meslekten hukukçu değildi. Yüksek eğitim görmüş kişilerdi çoğu.
-Bir hukuk kriteri, bir adalet arayışı var mıydı?
İstiklal Mahkemeleri’nin meşhur bir tabelası var. “İstiklal Mahkemesi, mücâhedesinde yalnız Allah’tan korkar.” yazıyor. Bu tabela yaptıkları işin doğruluğuna inanmadıklarını gösteriyor. Çünkü pek Allah’tan korktuklarını söyleyemeyiz, daha çok iktidardan çekiniyorlardı.
-Kararlar vicdanlara mı bırakılıyordu?
Hayır… Bu mahkemeler özellikle politik davalarda kimi mahkûm etmeleri gerektiğini biliyordu. Mustafa Kemal de bu mahkemeleri kontrol altında tutuyordu. Mesela İzmir Suikastı duruşmalarında Paşa, İzmir Çeşme’de bulunuyordu.
-Paşalar davası görülüyor. Yine şapkaya muhalefet edenler bu mahkemelerde yargılanıyor, cezalandırılıyor. Buna o dönemde muhalefet eden yok mu?
Meclis’te muhalefet yok, basında yok. Muhalefet ‘vatan hainliği’ anlamına geliyor. Meclis’te az sayıda muhalif var, onlar da günü geldiğinde tasfiye ediliyor. Asılan var, sürgüne gönderilen var, kaçan var. Muhalefet yok, çünkü ona zemin hazırlayan başka kanun yok. Takrir-i Sükûn Kanunu var. Çok geniş bir yetki kanunu çıkarıyorlar. Bu kanunu çıkardıktan sonra yaptığın her şey kanuni oluyor; ama hukuki olmuyor.
-İzmir Suikastı sonrası paşalar davası görülüyor. Atatürk’ün birçok silah arkadaşı İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıyor. İsmet İnönü’nün de yargılanma noktasına geldiğini biliyoruz. Neydi paşalar davası?
İzmir Suikastı ortaya çıkınca fikrimce Mustafa Kemal bir durum değerlendirmesi yapıyor, bu fırsattan yararlanmalıyım diyor. Geniş kapsamlı bir tutuklama kararı çıkarıyor. Bunun birinci hedefi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Yani paşalar. Bu esnada İsmet İnönü başbakan. İnönü ile paşaların hukuku çok iyi, çünkü bunlar kader arkadaşı. Kazım Karabekir’le de maaile görüşecek kadar yakınlar. İsmet Paşa, Mustafa Kemal gibi zeki bir adam değil. “Yok canım, bunlar saçmalamış.” diyor. Mahkemeye emir yolluyor. Bunun üzerine mahkeme şaşırıyor. O esnada Atatürk İzmir’e geliyor. Başbakan böyle yaptı, ne yapalım diyorlar. Atatürk dik durun diyor, İsmet Paşa’ya da “Geleceksin, mahkemeden özür dileyeceksin.” diyor. İsmet Paşa enteresan bir cümle sarf ediyor orada, “Mahkemenizin hükmünü icraya muktedir olduğunu gördüm.” şeklinde yumuşak, muazzam bir ve cevap veriyor.
-Paşalar idamla yargılanıyor…
Evet, paşaları ipten kurtaran ordu olmuştur. Mustafa Kemal, ordunun sinyallerini çok iyi takip eden bir adam. Bu adam, 20. yüzyılda Türklerin yetiştirdiği en büyük politik zekâlardan biridir. Mustafa Kemal, kimsenin hakkını yiyerek bulunduğu yere gelmiş değildir. Bütün rakipleriyle eşit şartlardaydı. Onları ekarte etti.
-Kitabınızda İstiklal Mahkemeleri’ni ve şapka duruşmalarını Sivas örneği üzerinden ele alıyorsunuz. Sivas’ta idam kararı alınıyor…
Sivas’ta Çil Mehmet adında sıradan birisi idam ediliyor. Adamın yapığı şey kâğıda bir şeyler yazıp duvara asmak. Şapka Kanunu aleyhinde afiş asmak. Bir iki saat kalmıştır o afiş de. Burada inkılap terörü estirildiğini görüyoruz.
-İdam kararı 4 günlük yargılamanın ardından alınıyor. Hep böyle mi alınıyor kararlar?
Bu mahkemelerin kuruluş sebebi bu. Seri hareket etmeleri. Sivas’tan Tokat’a, oradan Rize’ye geçiyorlar. Böyle olaylar çok.
-Şapkaya muhalefet edenlere niçin bu kadar ağır cezalar veriliyor?
Şapka Kanunu enteresan bir kanundur. Hâlen yürürlüktedir ve herkesin ihlal ettiği bir kanun. Değiştirilmesi bile teklif olunamayacak inkılap kanunlarından olarak geçiyor. Bu kanun niye çıktı? Bence geride kalmış rejim muhaliflerinin görünür hâle gelmesi için çıktı. O dönem halkın en çok alerji duyduğu şey Frenk şapkası. Kanundan önce çok az insan şapka giyiyor. Anadolu’da şapka takmak “Ben Müslümanlıktan çıktım, Hıristiyan oldum.” demek, böyle bir anlamı var. Uç noktaya zorlanıyor insanlar. Ama hakkını yemeyelim, şapkanın Anadolu’da bütün ahaliye teşmili söz konusu değil, evvela bürokratlara zorunlu hâle getiriliyor. Halkımız da Fransız tarzı sekiz köşeli kasketler takıyor. Çünkü şapkadan murad olunan şey İslami serpuşun görülmemesi arzusu.
-İskilipli Atıf Efendi’nin Şapka Kanunu’na muhalefetten idamına gelirsek, neler söylersiniz?
İskilipli Atıf’ın yazdığı risale uzun bir makale ve Şapka Kanunu’ndan önce yayımlanmış. Tabii şapka meselesi ilk defa ortaya çıkmış değil. Günah mı değil mi diye konuşulurken İskilipli Atıf Efendi ‘Frenk mukallidi’ diye ilmî bir makale yazıyor. Kanundan sonra nasıl münasebet aldırılıyorsa o risale de kanuna muhalefet kapsamına alınıyor ve  Atıf Efendi idam ediliyor.
-Cumhuriyet döneminde daha ağır sansür…
Abdülhamid dönemi, ağır sansür uygulamaları ile efsaneleşmiştir. Hâlbuki daha ağır sansür uygulamalarına Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında tesadüf ediyoruz. Türkiye’de basın hayatında sansürün gevşemesi ancak 1945’ten sonra mümkün olabilmiştir. O da sınırlı. 1950’den sonra biraz daha rahatladı. Abdülhamid sansürü bir günah keçisi gibi tekrar edilegelmiştir. Hâlbuki ondan sonraki İttihat ve Terakkiciler ağır sansür uyguladı. Cumhuriyet yöneticileri de fiilî sansür manasına gelecek pek ağır yaptırımlar uyguladı. Hiyanet-i Vataniye ve Takrir-i Sükûn kanunlarından sonra gazete sahibi olup da titrememek mümkün değildir. Çünkü ne yazarsan yaz bu kanunların kapsamına girebilir.