24 Ocak 2012 Salı

19 Mayıs / Namık Çınar


İlkokulda daha bacak kadarken, “Bavyeralı çocuklar gibi”, toprak rengi gömleğim, fularım, lâcivert şapkam, düdüğüm ve kemere takılı tırmanma ipim ve çakımla, bir “yavrukurt”tum ben. Kırmızı zemin üstüne kartal mıydı, aslan mıydı, ne; taşıdığım bir de flamam vardı.
 
Selimiye Askerî Ortaokulu, Kuleli ve Erzincan Askerî Liseleri ve Harp Okulu’ndayken de; bayram resmigeçitlerinde, başımızda miğferler, kuşandığımız beyaz teçhizat ile tozluklar ve tüfeklerimizle rap-rap diye var gücümüzle yürürken, bizi izleyen sivilleri gördükçe, içimizi ürperten gövermelerle heyecanlanır, âdetâ ruhlarımız bulutlarda gezinirdi de, kendimizden geçerdik.
 
Çengelköy’den bizi alarak stadyuma götürecek olan şehir hatları vapuru, her bayram tam Kuzguncuk’un hizasına geldiğinde; kim olduğunu hiç kimsenin bilmediği, öğrenmeye gerek de duymadığı, bir önceki sınıflardan devralıp bizden sonrakilere devredeceğimiz bir gelenekle; hep bir ağızdan haykırdığımız “paşa baba! paşa baba!” nidâlarıyla yeri göğü inletirdik, Boğaz’ın sularında. Yolda görsek tanımayacağımız yaşlıca ve bakımlı bir adam, o güzel yalının rıhtımına çıkar; kendisine tezahürat yapan okul vapurunu, elindeki bayrağıyla, biz gözden kaybolana kadar selâmlardı.
 
Bense, bir de ilaveten, 19 Mayısların ve diğer bayramların öncesinde de sonrasında da, Mithat Paşa (şimdiki İnönü) Stadyumu’nun hınca hınç tribünlerine doğru, okul adına şiir okumanın ayrıcalığını, bana kimbilir nasıl da imreniyorlardır şimdi, diye düşleyerek ve içine simalarını keyfimce tasarladığım kızları da katarak, seyrine doyamadığım bir filmi defalarca izler gibi, hayâllerle süslerdim.
 
Çocuk ruhlarımıza hevenk hevenk çiçekler serpeliyormuş gibi görünen bu ritüeller bu seremoniler, ne oluyordu da daha sonra yaşlandığımızda, erdem ve hoşgörü imgesiyle değil de, zor araçlarını kullanırken halka sümükmüş gibi bakan acımasız birer belâlıya çeviriyordu, bizleri?
 
Çünkü, anılarımızla daha da tatlanan ve fakat düzenleniş felsefelerinden soyutlayarak algıladığımız, masummuş gibi görünen, bu tür yüzlerce binlerce “etmen”; kılcal kılcal kaynayan berrak pınarlar izlenimlerindeyken, öngörüldükleri yatakta için için birikip, karşı durulamaz gürül gürül çavlanlara dönüşerek, faşizmin denizine dökülüyorlardı da, ondan!
 
Almanlarla İttihatçıların kurdukları ortaklık, tek parti döneminin 1930’lar Türkiye’sinde yeniden canlandırılmış idi. “Hitler Almanya’sı Beden Terbiyesi Sistemi”nin en önemli isimlerini yurda davet ederek raporlar hazırlatmışlar; örneğin Alman sporunun o sıralardaki en gözde ismi Carl Diem’in sunduğu ayrıntılı bir mütalâa ile, daha sonra 19 Mayıs Bayramlarına yansıtacakları “militarist konseptteki sportif hareketlerin hedef kitlesi” olan 10 ile 18 yaş aralığındaki çocukların beden eğitimlerinin ve “savaşa hazırlıkları”nın nasıl olabileceğine, bir hayli kafa yormuşlardı.
 
 
“İki ülkenin spor ve gençlik idarecileri arasında karşılıklı büyük bir saygı ve derin bir muhabbet vardı. Hâttâ, Ocak 1937’de Hitlerjungend (Hitler Gençliği) Teşkilâtının lideri Baldur von Schirach Türkiye’yi ziyaret etmiş, Atatürk tarafından bile kabul edilmişti.”
 
Amaçlanan şey, “militarist ideolojinin en önemli dayanaklarından biri olan ‘Sosyal Darwinizm’”in, yâni yaşam mücadelesinden kazançlı çıkabilmenin, ancak ve ancak üstün özellikte bir ırka ve zora dayalı disiplinli bir güce sahiplilikle mümkün olabileceğini simgeleyen sportif ritüellerin, içselleştirilmesini ve sindirilmesini sağlamaktı.
 
O günkü Hitler gençliğine öykünerek konmuş, faşizan bir felsefenin ürünü olan bu gösterilere, bu gün kalkıp da “Cumhuriyet’in kazanımları” gözüyle bakmak, düpedüz aymazlıktır.
 
Eğer bu ülkede demokratik bir cumhuriyete geçilecekse, kapalı olarak yaşadığımız dönemlerde ihdas edilmiş her türlü kurum ve kuralları sorgulayıp etmeden ve dünyanın artık eni-konu gerisinde kalmış bu tür ideolojik gösteri ve sembolleri, kendi nostaljik bencilliklerimiz uğruna, gelecekteki nesillerimize de aktararak, onların hayatlarını da zindana çevirip, karartmamalıyız.
 
Bundan sonra hiç değilse çocuklarımız yeryüzünün küresel ölçekteki cümbüşlerine entegre olmalıdırlar. Hâlâ Yunanlıları denize döken, hâlâ beş yüz seneyi aşkındır yaşadığı İstanbul’u her seferinde yeniden fethetmeye kalkan, milliyetçilikleri ve savaşkan hafızayı diri tutan, dinsel ve mezhepsel dikiş yerlerini sürekli kanatan bu törenler batağından kurtarmalıyız, onları.
 
Her şey değişirken, dünya değişirken, “değişim kavramı”nı ağızlarına sakız yapan bu ülkenin en tutucu ve gerici kesimi olan “beyaz Türkler”in bir tanesi bile olsun, o “bayram yerleri”ne gitmezler. Vatan Caddesi’ni, ya da stadyumları dolduranlar, gene geniş kitlelerdir. Onlar, o bayramların kendileri için değil, değişmelerini zerrece istemeyip, hep öyle eskide ve uysal kalmalarını diledikleri “karakalabalıklar” adına sürmesini beklerler. Zira onlar, boşluk bulurlarsa, birkaç günlüğüne ya Paris’e, ya da bilemedin Bodrum’a kaçarlar.
 
Bedensel hareketlerde birörneklik, kılık kıyafette birörneklik, beyinsel faaliyetlerde birörneklik, sivillik yerine askercil, yâni militarist bir toplum üretir ki, buradan demokrasi çıkmaz. O yüzden, akılları sıra kendilerini aydın sananlar, sivil alandaki herhangi bir “üniform” yaklaşımlarıyla, bağnazlığın ve faşistliğin ta kendisi olduklarının, yazık ki farkına bile varmayan ahmaklardır.