İlkokulda daha bacak kadarken, “Bavyeralı çocuklar gibi”, toprak rengi gömleğim, fularım, lâcivert şapkam, düdüğüm ve kemere takılı tırmanma ipim ve çakımla, bir “yavrukurt”tum ben. Kırmızı zemin üstüne kartal mıydı, aslan mıydı, ne; taşıdığım bir de flamam vardı.
Selimiye Askerî Ortaokulu, Kuleli ve Erzincan Askerî Liseleri ve Harp
Okulu’ndayken de; bayram resmigeçitlerinde, başımızda miğferler,
kuşandığımız beyaz teçhizat ile tozluklar ve tüfeklerimizle rap-rap diye
var gücümüzle yürürken, bizi izleyen sivilleri gördükçe, içimizi
ürperten gövermelerle heyecanlanır, âdetâ ruhlarımız bulutlarda
gezinirdi de, kendimizden geçerdik.
Çengelköy’den bizi alarak stadyuma götürecek olan şehir hatları vapuru,
her bayram tam Kuzguncuk’un hizasına geldiğinde; kim olduğunu hiç
kimsenin bilmediği, öğrenmeye gerek de duymadığı, bir önceki sınıflardan
devralıp bizden sonrakilere devredeceğimiz bir gelenekle; hep bir
ağızdan haykırdığımız “paşa baba! paşa baba!” nidâlarıyla yeri göğü
inletirdik, Boğaz’ın sularında. Yolda görsek tanımayacağımız yaşlıca ve
bakımlı bir adam, o güzel yalının rıhtımına çıkar; kendisine tezahürat
yapan okul vapurunu, elindeki bayrağıyla, biz gözden kaybolana kadar
selâmlardı.
Bense, bir de ilaveten, 19 Mayısların ve diğer bayramların öncesinde de
sonrasında da, Mithat Paşa (şimdiki İnönü) Stadyumu’nun hınca hınç
tribünlerine doğru, okul adına şiir okumanın ayrıcalığını, bana kimbilir
nasıl da imreniyorlardır şimdi, diye düşleyerek ve içine simalarını
keyfimce tasarladığım kızları da katarak, seyrine doyamadığım bir filmi
defalarca izler gibi, hayâllerle süslerdim.
Çocuk ruhlarımıza hevenk hevenk çiçekler serpeliyormuş gibi görünen bu
ritüeller bu seremoniler, ne oluyordu da daha sonra yaşlandığımızda,
erdem ve hoşgörü imgesiyle değil de, zor araçlarını kullanırken halka
sümükmüş gibi bakan acımasız birer belâlıya çeviriyordu, bizleri?
Çünkü, anılarımızla daha da tatlanan ve fakat düzenleniş
felsefelerinden soyutlayarak algıladığımız, masummuş gibi görünen, bu
tür yüzlerce binlerce “etmen”; kılcal kılcal kaynayan berrak pınarlar
izlenimlerindeyken, öngörüldükleri yatakta için için birikip, karşı
durulamaz gürül gürül çavlanlara dönüşerek, faşizmin denizine
dökülüyorlardı da, ondan!
Almanlarla İttihatçıların kurdukları ortaklık, tek parti döneminin
1930’lar Türkiye’sinde yeniden canlandırılmış idi. “Hitler Almanya’sı
Beden Terbiyesi Sistemi”nin en önemli isimlerini yurda davet ederek
raporlar hazırlatmışlar; örneğin Alman sporunun o sıralardaki en gözde
ismi Carl Diem’in sunduğu ayrıntılı bir mütalâa ile, daha sonra 19 Mayıs
Bayramlarına yansıtacakları “militarist konseptteki sportif
hareketlerin hedef kitlesi” olan 10 ile 18 yaş aralığındaki çocukların
beden eğitimlerinin ve “savaşa hazırlıkları”nın nasıl olabileceğine, bir
hayli kafa yormuşlardı.
“İki ülkenin spor ve gençlik idarecileri arasında karşılıklı büyük bir
saygı ve derin bir muhabbet vardı. Hâttâ, Ocak 1937’de Hitlerjungend
(Hitler Gençliği) Teşkilâtının lideri Baldur von Schirach Türkiye’yi
ziyaret etmiş, Atatürk tarafından bile kabul edilmişti.”
Amaçlanan şey, “militarist ideolojinin en önemli dayanaklarından biri
olan ‘Sosyal Darwinizm’”in, yâni yaşam mücadelesinden kazançlı
çıkabilmenin, ancak ve ancak üstün özellikte bir ırka ve zora dayalı
disiplinli bir güce sahiplilikle mümkün olabileceğini simgeleyen sportif
ritüellerin, içselleştirilmesini ve sindirilmesini sağlamaktı.
O günkü Hitler gençliğine öykünerek konmuş, faşizan bir felsefenin
ürünü olan bu gösterilere, bu gün kalkıp da “Cumhuriyet’in kazanımları”
gözüyle bakmak, düpedüz aymazlıktır.
Eğer bu ülkede demokratik bir cumhuriyete geçilecekse, kapalı olarak
yaşadığımız dönemlerde ihdas edilmiş her türlü kurum ve kuralları
sorgulayıp etmeden ve dünyanın artık eni-konu gerisinde kalmış bu tür
ideolojik gösteri ve sembolleri, kendi nostaljik bencilliklerimiz
uğruna, gelecekteki nesillerimize de aktararak, onların hayatlarını da
zindana çevirip, karartmamalıyız.
Bundan sonra hiç değilse çocuklarımız yeryüzünün küresel ölçekteki
cümbüşlerine entegre olmalıdırlar. Hâlâ Yunanlıları denize döken, hâlâ
beş yüz seneyi aşkındır yaşadığı İstanbul’u her seferinde yeniden
fethetmeye kalkan, milliyetçilikleri ve savaşkan hafızayı diri tutan,
dinsel ve mezhepsel dikiş yerlerini sürekli kanatan bu törenler
batağından kurtarmalıyız, onları.
Her şey değişirken, dünya değişirken, “değişim kavramı”nı ağızlarına
sakız yapan bu ülkenin en tutucu ve gerici kesimi olan “beyaz Türkler”in
bir tanesi bile olsun, o “bayram yerleri”ne gitmezler. Vatan
Caddesi’ni, ya da stadyumları dolduranlar, gene geniş kitlelerdir.
Onlar, o bayramların kendileri için değil, değişmelerini zerrece
istemeyip, hep öyle eskide ve uysal kalmalarını diledikleri
“karakalabalıklar” adına sürmesini beklerler. Zira onlar, boşluk
bulurlarsa, birkaç günlüğüne ya Paris’e, ya da bilemedin Bodrum’a
kaçarlar.
Bedensel hareketlerde birörneklik, kılık kıyafette birörneklik,
beyinsel faaliyetlerde birörneklik, sivillik yerine askercil, yâni
militarist bir toplum üretir ki, buradan demokrasi çıkmaz. O yüzden,
akılları sıra kendilerini aydın sananlar, sivil alandaki herhangi bir
“üniform” yaklaşımlarıyla, bağnazlığın ve faşistliğin ta kendisi
olduklarının, yazık ki farkına bile varmayan ahmaklardır.