Bense bu “bölünmüş” ülkenin başkentindeydim.
Ankara’da sarı sonbaharın kışa “kışt” deyip, demini sürmek üzere geri döndüğünü haber veren pırıltılı bir sabah. Başbakanlık Konutu’nun daha ziyade yabancı konuklara verilen yemeklerde kullanılan upuzun salonunda upuzun bir masa; bir ucunda oturunca diğer uçtakilerin yüzünü ancak hayal meyal seçebiliyorsunuz, o kadar uzun. Odaya sarı renk hâkim, sonbahar sarısı değil ampul sarısı; içeriye gün sızmıyor. Gazeteciler, televizyoncular, patronlar, yöneticiler masada yan yana dizilmiş; hâkim renkleri lacivert. Taraf ekibi olarak toplantıya en son biz varıyoruz ve adımıza ayrılan yerlere geçtiğimizde, Enerji Bakanı’nın düşlediği gibi ta sabah namazından itibaren hummalı bir mesai yapılmışçasına, odanın şimdiden sıcak ve havasız olduğunu farkediyorum. Oysa daha Başbakan gelecek, yarım saat kadar konuşacak, sonra“off-the record” yani bir bakıma “basına kapalı” yapılan bu “basınla toplantı,” karşılıklı soru-cevap ve fikir beyanıyla kemiksiz iki saat daha sürecek. O salonun daha ne çok ısınacağını, salon ısındıkça havadaki oksijenle birlikte, beyinlere giden kanın da ne kadar azalacağını, varın siz tahmin edin.
Peki, bu hararete değdi mi?
Sonunda Başbakan’ın “tam katılımlı” olduğu için davetlilere teşekkür ettiği toplantıda, barış adına, barışın dilini kurmak ve kullanmak adına, kanı durdurmanın yolunu bulmakta medyanın neler yapabileceğini tartışmak adına yeni, yapıcı, yaratıcı bir fikir ortaya atıldı mı? Hayır. Kısa ve net. Davet sahiplerini de, diğer katılımcıları da “samimi” bir anlarında yakaladığınızda, bu soruya farklı bir cevap vereceklerini pek sanmıyorum.
Ama böyle toplantıların her şeye rağmen bir yararı var. Hükümet yetkilileri ve gazeteci milleti ne zaman“medya” konusunu görüşmek için biraraya gelseler, gazeteci milleti aynaya bakıyor aslında; hükümet değil ama medya hakkında, yani kendisi hakkında yeni baştan fikir ediniyor.
Dün de öyle oldu,“salonda kalmak üzere” konuşulanları salonda bırakarak şunu söyleyebilirim ki, Başbakan’ın “halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi” yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben. Medyayı daha da “tektipleştirecek” yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten. Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil,“Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi” ve “Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz” türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda “yeter sayı”ya ulaşmasındandı. Gazeteci milleti olarak aynada pek güzel görünmüyorduk velhâsıl. Bu yazdığımı, asıl muhatapları üzerlerine alınmayacaktır haliyle; istisnalar da darılmasınlar, herkes kendini biliyor.
1990’ların ilk yarısında, IRA şiddetinin şahlandığı dönemde, ben Londra’da BBC ’de çalışıyordum. Doğrudur; 1988’de Muhafazakâr hükümetin aldığı bir karara istinaden, IRA ve Sinn Fein dâhil toplam 11 cumhuriyetçi örgütün medyada yer alma imkânı kısmen kısıtlanıyordu. Mesela Sinn Fein lideri Gerry Adams’ın bir açıklamasını yayınlamak istediğinizde, bu sözleri Adams’ın sesinden değil, ancak bir aktörün, bir dublörün, bir muhabirin sesinden verebiliyordunuz.
1985’te, Ulster cumhuriyetçilerinin bir başka liderine, şimdinin İrlanda Cumhurbaşkanı adayı Martin McGuiness’e de yer veren bir belgesel, hükümet baskısına boyun eğenBBC tarafından yayından kaldırılmış, yönetimin yasakçılığını protesto edenBBC çalışanları da 24 saat grev yapmıştı. Adı üstünde “Britanya Yayın Kuruluşu”nun yöneticileri “resmî” kriterleri gereği sansüre daha meyyaldiler ama muhabirler ve tabii “özel” medya bu sınırları hep zorladı. Ne de olsa,ITV televizyonundan Peter Taylor’ın, hem de Britanya Ordusu’nun Derry’de 13 Kuzey İrlandalıyı öldürdüğü Kanlı Pazar’ın ertesi günü, IRA’nın Derry Tugay Komutanı ile söyleşi yapması gibi vakıalarla dolu bir gazetecilik geleneğinden söz ediyoruz. Sonuçta, IRA-Sinn Fein merkezli yayın kısıtlamasının ömrü beş yıl oldu. Bugün bu döneme ilişkin sayısız medya araştırmasına bakarsanız, Kuzey İrlanda Barış Süreci’nin sansür sayesinde değil, sansüre rağmen, sansür delinerek ilerlediğini göreceksiniz; Britanya halkı bir bütün olarak, Ulster’daki sorunu anlayıp, meselenin boyutunu daha iyi kavradıkça, silahların yerini sözün alması da kolaylaştı çünkü.
Dünkü toplantı ışığında, ilgilisine küçük bir notla bu faslı kapatacağım:
Ben PKK şiddetinin bugün bir zorunluluktan değil, tercihten kaynaklandığını ve bunun sadece akıttığı kan nispetinde değil, siyaseti ve çözümü ötelediği nispette de “ahlâksız” bir tercih olduğunu düşünüyorum. Asker öldürerek de, gerilla öldürerek de, hamile kadın öldürerek de, sonuçta hep aynı kan havuzunu büyüttüğümüze inanıyorum. Taraf , bu topraklarda artık hiçbir çocuğun öldürülmemesi, bu memleketin artık hiçbir yerinden kanamaması için bir gazetenin yapabileceği ne varsa yapmak isteyen, bunu kendince her gün deneyen bir gazete. Bu çabaya uygun düştüğü, toplumu bilgilendirmemize, süren çatışmaların neden sürdüğünü ve nasıl bitirilebileceğini anlamamıza yardım ettiği sürece de, bu çatışmanın her yerindeki herkesle görüşürüz ve bunu yayımlarız. Bir gazeteci, bilgilendirme ile propaganda arasındaki çizgiyi düşünerek, hissederek, sorgulayarak gazetecilik yapar. İşinin doğası budur. Toplumun bilgilenme hakkı ise çok taraflıdır, propagandadan korunma hakkı da bir bütündür. Gazeteci, örgüt propagandasının aracı olmamaya gösterdiği özeni, devlet propagandasının aracı olmamaya da gösterir; devletin de, örgütün de gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya dönük bir habercilikten ise sadece yüzünden utananlar korkar.
Ankara’nın tuhaf bir havası var; her haber cümlesinin içinde “ölüm” geçen bir günde, en“ümitsiz” İstanbul
gazetecisine bile telefona sarılıp kulisleri yoklama hevesi
verebiliyor. Ben de şimdi bu satırları yazdığım dönüş uçağını beklerken,
bir yandan sınırötesi harekâta ve Neçirvan Barzani’nin Ankara
temaslarına ilişkin haberleri ekrandan izleyip, bir yandan da telefonda
yakalayabildiğim herkese, “Ne oluyor” diye sordum.
PKK’nın Çukurca ve Yüksekova saldırıları ertesinde, başkent bürokrasisi ile merkezî siyasetin en temel saptamalarını şöyle sıralayabilirim:
1. PKK, bu saldırıların görünür“başarısına” rağmen artık eski PKK değil. Çok sıkıştı ve bir tür intihara girişti.
2. Bu “intiharın” kararını PKK’nın içindeki Suriyeliler veriyor. Esad rejiminin yıkılma ihtimali ile, PKK’nın daha fazla şiddete yönelmesi arasında net bir ilişki var.
3. Bu ilişkide Fehman Hüseyin adı öne çıkıyor. Ankara, son eylemlerde PKK’nın Suriyeli komutanının parmak izini görüyor ve bana öyle geldi ki, şu anda, en önemli hedeflerinden biri olarak da Hüseyin’i seçmiş durumda.
4. Irak Kürtleri ile Ankara arasındaki diyalog hiç bu kadar sıkı olmamıştı. Başbakan’ın çağrısı üzerine derhal Ankara’ya gelen Neçirvan Barzani’den, Erbil’in devreye girmesi, peşmergelerin PKK’nın hareketini kısıtlamaya yönelik aktif rol üstlenmesi de istendi. Mesud Barzani, PKK’ya öfkeli ve bu öfkesini çeşitli biçimlerde göstermeye hazırlanıyor.
5. Ankara ile Erbil, Suriye Baas’ının PKK’yı kışkırttığı konusunda da hemfikir. PKK’lılar Esadçı bir profil çizerken, Irak Kürtleri ve Erdoğan hükümeti, Esad’ın günlerini sayıyor.
Ankara’da sarı sonbaharın kışa “kışt” deyip, demini sürmek üzere geri döndüğünü haber veren pırıltılı bir sabah. Başbakanlık Konutu’nun daha ziyade yabancı konuklara verilen yemeklerde kullanılan upuzun salonunda upuzun bir masa; bir ucunda oturunca diğer uçtakilerin yüzünü ancak hayal meyal seçebiliyorsunuz, o kadar uzun. Odaya sarı renk hâkim, sonbahar sarısı değil ampul sarısı; içeriye gün sızmıyor. Gazeteciler, televizyoncular, patronlar, yöneticiler masada yan yana dizilmiş; hâkim renkleri lacivert. Taraf ekibi olarak toplantıya en son biz varıyoruz ve adımıza ayrılan yerlere geçtiğimizde, Enerji Bakanı’nın düşlediği gibi ta sabah namazından itibaren hummalı bir mesai yapılmışçasına, odanın şimdiden sıcak ve havasız olduğunu farkediyorum. Oysa daha Başbakan gelecek, yarım saat kadar konuşacak, sonra“off-the record” yani bir bakıma “basına kapalı” yapılan bu “basınla toplantı,” karşılıklı soru-cevap ve fikir beyanıyla kemiksiz iki saat daha sürecek. O salonun daha ne çok ısınacağını, salon ısındıkça havadaki oksijenle birlikte, beyinlere giden kanın da ne kadar azalacağını, varın siz tahmin edin.
Peki, bu hararete değdi mi?
Sonunda Başbakan’ın “tam katılımlı” olduğu için davetlilere teşekkür ettiği toplantıda, barış adına, barışın dilini kurmak ve kullanmak adına, kanı durdurmanın yolunu bulmakta medyanın neler yapabileceğini tartışmak adına yeni, yapıcı, yaratıcı bir fikir ortaya atıldı mı? Hayır. Kısa ve net. Davet sahiplerini de, diğer katılımcıları da “samimi” bir anlarında yakaladığınızda, bu soruya farklı bir cevap vereceklerini pek sanmıyorum.
Ama böyle toplantıların her şeye rağmen bir yararı var. Hükümet yetkilileri ve gazeteci milleti ne zaman“medya” konusunu görüşmek için biraraya gelseler, gazeteci milleti aynaya bakıyor aslında; hükümet değil ama medya hakkında, yani kendisi hakkında yeni baştan fikir ediniyor.
Dün de öyle oldu,“salonda kalmak üzere” konuşulanları salonda bırakarak şunu söyleyebilirim ki, Başbakan’ın “halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi” yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben. Medyayı daha da “tektipleştirecek” yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten. Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil,“Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi” ve “Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz” türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda “yeter sayı”ya ulaşmasındandı. Gazeteci milleti olarak aynada pek güzel görünmüyorduk velhâsıl. Bu yazdığımı, asıl muhatapları üzerlerine alınmayacaktır haliyle; istisnalar da darılmasınlar, herkes kendini biliyor.
Karayılan gibilerle konuşmak
Başbakan, toplantıda yaptığı bir kıyaslamayı daha sonra basın toplantısında da dile getirdiği için, bu kıyaslamaya ilişkin “salondan” birkaç cümle aktarmakta sakınca yok. Erdoğan, Britanya’nın IRA, İspanya’nın ETA şiddetiyle ilgili tecrübesinden, hem siyaset hem de medya açısından alınacak dersler olduğunu düşünüyor. Kameralar önünde “Kapalı toplantıda da söyledim” diye aktardığı şu söz Margareth Thatcher’a ait: “Propaganda terörün oksijenidir.” Erdoğan, bu sözden yola çıkarak, Britanya’da IRA’nın sesini kısmak, IRA sözcülerinin medyada kendilerini ifade etmelerini engellemek adına kesin bir sansür uygulandığını düşünüyor olabilir.1990’ların ilk yarısında, IRA şiddetinin şahlandığı dönemde, ben Londra’da BBC ’de çalışıyordum. Doğrudur; 1988’de Muhafazakâr hükümetin aldığı bir karara istinaden, IRA ve Sinn Fein dâhil toplam 11 cumhuriyetçi örgütün medyada yer alma imkânı kısmen kısıtlanıyordu. Mesela Sinn Fein lideri Gerry Adams’ın bir açıklamasını yayınlamak istediğinizde, bu sözleri Adams’ın sesinden değil, ancak bir aktörün, bir dublörün, bir muhabirin sesinden verebiliyordunuz.
1985’te, Ulster cumhuriyetçilerinin bir başka liderine, şimdinin İrlanda Cumhurbaşkanı adayı Martin McGuiness’e de yer veren bir belgesel, hükümet baskısına boyun eğenBBC tarafından yayından kaldırılmış, yönetimin yasakçılığını protesto edenBBC çalışanları da 24 saat grev yapmıştı. Adı üstünde “Britanya Yayın Kuruluşu”nun yöneticileri “resmî” kriterleri gereği sansüre daha meyyaldiler ama muhabirler ve tabii “özel” medya bu sınırları hep zorladı. Ne de olsa,ITV televizyonundan Peter Taylor’ın, hem de Britanya Ordusu’nun Derry’de 13 Kuzey İrlandalıyı öldürdüğü Kanlı Pazar’ın ertesi günü, IRA’nın Derry Tugay Komutanı ile söyleşi yapması gibi vakıalarla dolu bir gazetecilik geleneğinden söz ediyoruz. Sonuçta, IRA-Sinn Fein merkezli yayın kısıtlamasının ömrü beş yıl oldu. Bugün bu döneme ilişkin sayısız medya araştırmasına bakarsanız, Kuzey İrlanda Barış Süreci’nin sansür sayesinde değil, sansüre rağmen, sansür delinerek ilerlediğini göreceksiniz; Britanya halkı bir bütün olarak, Ulster’daki sorunu anlayıp, meselenin boyutunu daha iyi kavradıkça, silahların yerini sözün alması da kolaylaştı çünkü.
Dünkü toplantı ışığında, ilgilisine küçük bir notla bu faslı kapatacağım:
Ben PKK şiddetinin bugün bir zorunluluktan değil, tercihten kaynaklandığını ve bunun sadece akıttığı kan nispetinde değil, siyaseti ve çözümü ötelediği nispette de “ahlâksız” bir tercih olduğunu düşünüyorum. Asker öldürerek de, gerilla öldürerek de, hamile kadın öldürerek de, sonuçta hep aynı kan havuzunu büyüttüğümüze inanıyorum. Taraf , bu topraklarda artık hiçbir çocuğun öldürülmemesi, bu memleketin artık hiçbir yerinden kanamaması için bir gazetenin yapabileceği ne varsa yapmak isteyen, bunu kendince her gün deneyen bir gazete. Bu çabaya uygun düştüğü, toplumu bilgilendirmemize, süren çatışmaların neden sürdüğünü ve nasıl bitirilebileceğini anlamamıza yardım ettiği sürece de, bu çatışmanın her yerindeki herkesle görüşürüz ve bunu yayımlarız. Bir gazeteci, bilgilendirme ile propaganda arasındaki çizgiyi düşünerek, hissederek, sorgulayarak gazetecilik yapar. İşinin doğası budur. Toplumun bilgilenme hakkı ise çok taraflıdır, propagandadan korunma hakkı da bir bütündür. Gazeteci, örgüt propagandasının aracı olmamaya gösterdiği özeni, devlet propagandasının aracı olmamaya da gösterir; devletin de, örgütün de gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya dönük bir habercilikten ise sadece yüzünden utananlar korkar.
Fehman Hüseyin hedef mi
Ankara’nın tuhaf bir havası var; her haber cümlesinin içinde “ölüm” geçen bir günde, en“ümitsiz” İstanbul
gazetecisine bile telefona sarılıp kulisleri yoklama hevesi
verebiliyor. Ben de şimdi bu satırları yazdığım dönüş uçağını beklerken,
bir yandan sınırötesi harekâta ve Neçirvan Barzani’nin Ankara
temaslarına ilişkin haberleri ekrandan izleyip, bir yandan da telefonda
yakalayabildiğim herkese, “Ne oluyor” diye sordum.PKK’nın Çukurca ve Yüksekova saldırıları ertesinde, başkent bürokrasisi ile merkezî siyasetin en temel saptamalarını şöyle sıralayabilirim:
1. PKK, bu saldırıların görünür“başarısına” rağmen artık eski PKK değil. Çok sıkıştı ve bir tür intihara girişti.
2. Bu “intiharın” kararını PKK’nın içindeki Suriyeliler veriyor. Esad rejiminin yıkılma ihtimali ile, PKK’nın daha fazla şiddete yönelmesi arasında net bir ilişki var.
3. Bu ilişkide Fehman Hüseyin adı öne çıkıyor. Ankara, son eylemlerde PKK’nın Suriyeli komutanının parmak izini görüyor ve bana öyle geldi ki, şu anda, en önemli hedeflerinden biri olarak da Hüseyin’i seçmiş durumda.
4. Irak Kürtleri ile Ankara arasındaki diyalog hiç bu kadar sıkı olmamıştı. Başbakan’ın çağrısı üzerine derhal Ankara’ya gelen Neçirvan Barzani’den, Erbil’in devreye girmesi, peşmergelerin PKK’nın hareketini kısıtlamaya yönelik aktif rol üstlenmesi de istendi. Mesud Barzani, PKK’ya öfkeli ve bu öfkesini çeşitli biçimlerde göstermeye hazırlanıyor.
5. Ankara ile Erbil, Suriye Baas’ının PKK’yı kışkırttığı konusunda da hemfikir. PKK’lılar Esadçı bir profil çizerken, Irak Kürtleri ve Erdoğan hükümeti, Esad’ın günlerini sayıyor.