Bazı subayların astlarına, vatani görevini yapan “disiplinsiz” gençleri öldüresiye dövmeleri emrini verebileceği gibi bir sonuç çıkarmaya insanın dili varmıyor. Ama toplum vicdanının bu tür kötü muamele ve işkence iddialarına konu olan disiplin koğuşlarının varlığını doğal karşılaması mümkün değil. Aynı şekilde, hiyerarşik bir düzenin hâkim olduğu bir askerî birimde sorumluluğun iki erin üzerinde kalması da... Olayda sorumluluk halkasının en azından yeterli denetimi yapamayan üstlere doğru çıkması gerektiğine kuşku yok ama ne var ki yapılan açıklamadan böyle bir duyarlılık izlenimi edinilmiyor.
İnsan onuruna, temel insan hak ve özgürlüklerine gereken değerin verilmesinde asker-sivil ayırımına gitmenin anlamı yok elbette. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) altını çizdiği gibi, Türkiye’de işkencenin önlenmesi için “kolluk gücünden amirlerine, savcısından hâkimine kadar uygulamada etkili olan tüm sorumlu öznelerin zihniyetinde topyekûn bir değişikliğin olması gerekiyor”. Ancak askerin öncelikle, demokratik ülkelerde kaldırıldığı halde Türkiye’de hâlâ zorunlu olan askerlik görevini yapan gençlerin, yaşam ve fiziksel bütünlüğünü korumak gibi temel sorumluluğu var. Bu sorumluluk, denetlenemeyen disiplin koğuşlarının uygulamadan kaldırılmasını gerektirmiyor mu?
Ne var ki sadece bu konuda değil, asker-sivil ilişkilerinin genelinde demokratik ülkelerdeki gelişmelerin yakından izlenmediği veya o ülkelerdeki yapılandırmaya ayak uydurulamadığı izlenimi ediniliyor. Kurucu üyesi sayıldığımız Avrupa Konseyi’nde (AK) bugün temel hak ve özgürlüklerden biri olan “vicdani reddi” kabul etmeyen tek ülkeyiz. Demokratik ülkelerin çoğunluğu zorunlu askerliğin olmadığı profesyonel, küçük ve operasyonel ordulara geçtiği halde, Türkiye’deki tartışma “bedelli” askerlik üzerinden yürüyor; buna kâh eşitlik ilkesine aykırılığı, kâh ihtiyaç duyulan asker sayısı gerekçe gösterilerek karşı çıkılıyor. Çok sayıda askere ihtiyaç duyulması, demokratik ülkelerdeki uygulamanın biraz uzağında olduğumuz izlenimi yaratıyor. Bunun Türkiye’nin “özel koşulları” ve terörle mücadele ile izahı da pek mümkün görünmüyor.
Bundan sadece iki yıl önce dönemin Genelkurmay Başkanı, demokratik hukuk devletinde olması gerekenin tam aksini dile getirmiş, “askerlere kendisini organize etmesi için”, kendi ifadesiyle “önemli boyutlarda otonomi” talep etmişti. Harp Akademileri’nde dile getirdiği bu talebi aynı yılın Zafer Bayramı vesilesiyle yinelemişti. Gerekçe olarak da, sivil otoritenin “askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı göstermesi” gerektiğini vurgulamıştı, her ne kadar bu argüman 60 yılda iki darbe ve siyasete birçok müdahalede bulunmuş bir ordu için biraz tuhaf kaçmış olsa da.
Bugün demokratik bir hukuk devletinde asker-sivil ilişkilerinin nasıl olması, neyin nasıl yapılması gerektiği belli. Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması, bu bakanlığın yeniden yapılandırılması, savunma politikası ve askerî eğitim programlarının sivil otorite tarafından belirlenmesi, askerin iç güvenlik alanından çekilmesi ve yukarıda özellikleri belirtilen profesyonel orduya geçilmesi, asker-sivil dosyasının önemli konu başlıklarının başında geliyor. Özetle, başta yargı alanı olmak üzere askerin demokrasi ile bağdaşmayan mevcut özerklik alanının daraltılması söz konusu. Peki, ama yeni anayasa sürecine girdiğimiz bir dönemde neden hâlâ demokratik hukuk devletinde olması gerekenle değil de, bu hedefle çelişen taleplerle karşılaşıyoruz? Biri bunu bize izah etmeli.