Gençler bedelli askerlik istiyor. 40 sene önce böyle bir talebi seslendiren gence deli derlerdi. Hep böyle olur; evvelâ olgular gelişir, kanunlar olguları takip eder. Galiba yine öyle olacak ve eninde sonunda 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nun ilk maddesi değişikliğe uğrayacak.
Gençlerimizin neredeyse tamamı, bedelli askerlik haberiyle yakından ilgileniyor; çıktı, çıkacak, çıkıyor haberleri büyük ilgi topluyor. Askerlik çağı gelmiş (ve geçmekte olan) gençlerimiz eskisi gibi değil; hemen kendi aralarında organize oluyor, aktif tepki gösteriyor, baskı grubu oluşturuyorlar. Gençler bedelli askerlik istiyor. Değişimin alâmetini şurada görmeliyiz; 40 sene önce böyle bir talebi seslendiren genci, “Akıl sağlığı yerinde midir acaba?” diye hastaneye sevk ederlerdi. Köprülerin altından çok sular geçti, şartlar değişti fakat askere almayı düzenleyen kanun hâlâ yerli yerinde duruyor.
Hep böyle olur; evvelâ olgular gelişir, kanunlar olguları takip eder. Galiba yine öyle olacak ve eninde sonunda 21 Haziran 1927 tarih ve 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nun ilk maddesi değişikliğe uğrayacak.
İlk madde şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur.”
Kanunun metnine baktım, neredeyse değişikliğe uğramamış maddesi kalmamış; zamana ve ihtiyaçlara göre kanunun 114 maddesi ve sonradan getirilen 42 geçici madde elden geçirilmiş fakat ilk madde yerli yerinde duruyor. Duruyor çünkü ilk madde, bizde askerlik meselesinin rûhunu özetliyor: Eğer vatandaş iseniz ve erkekseniz ve bu kanun orada durdukça bir şekilde askerlik yapmaya mecbursunuz; lâmı-cimi yok.
ÜZÜM MÜ YİYELİM, BAĞCIYI MI DÖVELİM?
Bu kanunun rûhunu anlamaya çalışalım. Dikkat edilirse ilk madde, ülkenin savunma ihtiyaçlarından bahsetmiyor. Buna göre askerlik, savunma ihtiyacımızın kaçınılmaz bir parçası değildir; kanun, askerliği millî savunmadan bağımsız olarak, âdetâ temel haklar ve ödevler zümresinden bir vecîbe gibi görüyor ve demeye getiriyor ki sittîn sene barış olsa bile askerlik yine de sürüp gidecektir.
Askerlik mecburiyeti, nüfusunun neredeyse yüzde 90’ı köylerde yaşayan bir toplum için (Kanunun çıkış tarihi 1927’dir; unutmayalım!) sadece yurt savunmasını kol, can ve nefes gücüyle desteklemekten öte bir mânâ taşıyordu. Askere gitmek, her vatandaş için aynı zamanda bir sisteme katılma fırsatıdır çünkü; okuma-yazma öğrenmek, temel sağlık ve temizlik kurallarıyla karşılaşmak, toplumsallaşmak, şehir hayatını tanımak ve devlet otoritesiyle temasa geçmek türünden bir işlemdir. Yakın zamanlara kadar toplumumuzda askere gitmeyene kız verilmemesi, sahici karşılığı olan bir yazısız kanundu. Askerlik yapmak, toplumsallaşmanın, erginleşmenin, insan içine karışmanın, görgü ve tecrübe kazanmanın da bir yoluydu.
Kezâ askere giden her delikanlı, doğrudan devletin ekmeğini yiyip üniformasını giyerek devlete dokunmuş oluyor, onunla kendisi arasında bir organik bağ tesis ediyor ve resmî ideolojinin amentülerini pek detaylı olmasa da öğreniyor, askerlik dönüşü etrafına bir nevi öğretmenlik yapıyordu.
GENEL ASKERLİK HİZMETİ TARİH Mİ OLACAK?
Bu kanunun neredeyse 80 sene sonra artık tartışılır hâle gelmesinin sebebi “Askerlik mükellefiyeti” ile ülke savunmasının artık farklı fonksiyonlar, -en azından- ayrılabilir fonksiyonlar şeklinde görünmesidir. Nitekim profesyonel ordu kavramı telaffuz edilmeye başlandığı andan beri ülke savunması, her genç erkek için artık mecburi bir mükellefiyet gibi görünmekten çıkmış gibi algılanıyor. Mantık şudur: “Eğer esas mesele ülkenin iyi savunulması ise bunu profesyonel bir ordu, daha az sayıdaki elemanla, daha az para harcayarak ve üstelik çok daha etkili bir şekilde yapabilir; öyleyse herkesin asker olmasına gerek yoktur!”
Aynı mantığın devamı şöyle geliyor: “Ben askerliği reddetmiyorum; profesyonel ordunun ihtiyaçları için katkıda bulunmaya hazırım ama katkı yapmam, ille de üniforma giymemi gerektirmemelidir. Bedel verebilirim, döviz ödeyebilirim ve bu esnada iş hayatımın, kariyerimin ilk adımlarını atarken önümü görebilmeliyim…”
SOĞUK, SEVGİSİZ VE TEKNİK
Bu akıl yürütme biçimindeki teknik ve fonksiyonel soğukkanlılığa dikkatinizi çekmek isterim; bu retorik, ordunun ve askerliğin “Peygamber Ocağı” sayılması gerektiği yolundaki bâtıl itikada gönderme yapmıyor; askerliği “vatani vazife” filan da saymıyor; askerliği vergi ödemek türünden “kamu idaresine karşı sorumluluk” derekesine indiriyor. Birkaç on yıl öncesine göre toplumun askerlik kavramına ve kurumuna bakışında belirgin bir serinlik, gözle görülür bir rasyonalite hâkim olmuştur. Aynı soğukkanlı yaklaşımı vatanperverlikte de izleyebiliriz; bizim kuşağa göre vatan sevgisini ispatlamanın en yüksek biçimi vatan için can fedâ etmekti, bugünün gençleri, “Tamam vatan güzel bir şeydir, evimiz-barkımızdır ama ille de ölmemiz mi gerekiyor; bir şirket kurup işçi istihdam etsem, ihracat şampiyonu olsam, güzel güzel vergimi ödesem vatan sevgimi daha iyi ifade etmiş olmaz mıyım?” diye düşünüyorlar.
ASKERLİK KANUNU DEĞİŞİRSE…
Sözü toparlayalım. Askerlik hizmeti ile “millî ordu” arasındaki ideolojik bağlar zayıflıyor; bu gidişatın ille de Türkiye’nin savunmasında zaaf husûle getirmesi gerekmiyor. Teknik mânâda işini profesyonelce yapan, paralı bir ordu, eskisinden daha etkili savunma hizmeti verebilir (tersi de olabilir pekâlâ; ona dikkat çekmek istiyorum aslında!) fakat bu esnada orduyu devletin merkezine koyarak bütün bürokrasiyi ve elbette toplumu da ordunun etrafında, ordu için var olan ve yaşayan ikincil unsurlar gibi gören ve gösteren resmî ideoloji de yerle bir olacaktır. Dolayısıyla 1927 tarih ve 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nun değişmesi, Anayasa’nın topyekûn değişmesinden daha köktenci bir dönüşüm mânâsına gelir: Devlet, askerlik hizmetini ihâle ettiği kuruma, kendinden daha yukarıda bir mevki veremeyecek, ordu, siyasete müdahale için artık meşru gerekçe bulamayacaktır.
Bedelli askerlik, profesyonel ordudan önce atılan son adımı teşkil eder. Profesyonel ordu ise askerî vesayet rejimini artık omuzunda taşıyamaz; buna gerek de kalmaz.
ASKERLİK KAVRAMINA YENİ BİR YAKLAŞIM
Ben bu yaklaşımı ayıplamıyorum; eleştirmiyorum da fakat nesil farkından mıdır nedir, içimde bir burukluk hâsıl oluyor; hem hak veriyorum hem de bazı soyut ve müteal kavramları bu derece ayağa düşürdükleri için bazı siyasi ve askerî erkâna içten içe kızıyorum. Meselâ “vatani hizmet” adı altında yüzbinlerce genci silah altına alıp bunların mühimce bir kısmını orduevi hizmetlerinde istihdam eden, kalanını da neredeyse canından bezdirircesine kötü hatıralarla yeniden sivil hayata iade eden yüksek fikirliliğe aklım yatmıyor. Millî ordunun muhariplik gücünü gevşeten, aksatan, hastalıklı hâle getiren her akıldânelik canımı acıtıyor. “Millî ordu” fikrinin kadrini bilmeden, orduyu millete karşı bürokratik iktidarın koruyucusu gibi mevzilendiren uygulamalar, sadece orduyu değil, bizatihi devlet fikrini de içten içe kemiriyor.
Bilimde, daha doğrusu hayatın her kısmında olduğu gibi hiç değişmeyecek sandığımız, hatta değişmemesi için anayasa metinlerine yazdığımız şeylerde bile paradigma değişikliği kaçınılmaz oluyor. Askerlik mükellefiyeti böyle bir şey. “Bedelli” çıkar veya çıkmaz ama telaffuz edildiği andan itibaren paradigmanın değiştiğini kabul etmeliyiz.