25 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Türkiye, bir Cumhurbaşkanı, bir şemsiyemiz var: Cumhuriyet

(Devrim Sevimay Soru-Cevap)

Çankaya’da Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde 3 yıldır süren eşli ve eşsiz (türban sorunundan dolayı) çift resepsiyondan tek resepsiyona (eşli) geçilmesi üzerine Sever şunları söyledi: “Asıl neden gerilime yol açmamaktı. Garip bir görüntü, sanki bir anlamda Türkiye ortadan ikiye bölünmüş gibi bir görüntü ortaya çıkıyordu. (Bunun sebebi de Köşk’te bürokratlarla örtünen kadınlar aynı salonda bulunmasın ki ortam gerilmesin diyeydi).”

Sever: “Artık bütün Türkiye Köşk’e taşınacak ve iki Türkiye teke inmiş olacak. Bir Türkiye var, bir Cumhurbaşkanı var, tabii ki davetliler çok farklı görüşte olabilirler, ama bizim bir şemsiyemiz var; o da Cumhuriyet. Bu kesinlikle bir meydan okuma değil. Evet, bu yıl gerçekten ‘normal’ bir 29 Ekim yaşayacağız.”

İsterseniz en baştan başlayalım: Neden üç yıldır 29 Ekim’de çift resepsiyon yaptınız?
Şimdi tabii o günün koşullarını hatırlarsak, 2007 Ağustos Türkiye’sini bir hatırlarsak, yani hakikaten o ortam biraz gergindi. O günlerde Sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına çıkmasıyla (29 Ağustos 2007) birlikte ortamın gerileceği, bir çatışma havasının yayılacağı endişesi vardı birçok çevrede... Dolayısıyla o dönem Sayın Cumhurbaşkanı hakikaten çok ihtiyatlı davrandı ve gerileme meydan verecek davranışlardan özellikle kaçınmayı tercih etti.

Yani cumhurbaşkanı oldu, ama olduktan sonra da makamının bazı icaplarından feragat etmesi mi gerekti?
Bir anlamda öyle de diyebiliriz, ancak tabii size üç yıl önceki röportajımızda da söylediğim gibi...

Tam da şimdi onu soracaktım, çünkü o söyleşimizde size, “Ya sabah resepsiyonu meselesi? Eşli davet vermemek adına mı böyle bir tercihte bulundunuz?” diye sormuşum, siz de “Birincisi, 11.30’da yapılmasını biz değil, Köşk’teki Dışişleri ekibi bize önerdi. Çünkü program çok yoğundu. İkincisi, bu ilk kez icat edilmiyor, Avrupa’da da pek çok örneği var” yanıtını vermişsiniz.
Dışişlerinin önerdiği ve Avrupa’da da bunun örneklerinin olduğu doğru. Ama tabii ki o gün ben bundan daha fazlasını size söyleyemezdim.

Daha fazlası buydu?
Evet, tabii asıl neden gerilime yol açmamaktı.

Peki üç yıl sonra ne değişti? Cumhurbaşkanı’na tek resepsiyon kararını şimdi aldıran nedir?
Çünkü, birincisi aradan geçen üç sene içinde bu uygulama çok büyük sıkıntılar yarattı. Şöyle; iki resepsiyon olduğu zaman bir kısım konuk öğleye davet ediliyordu, bir kısmı akşama. Yani mesela Dışişleri bürokratları öğlen davet ediliyor, ama yabancı misyon şefleri eşli katılabilsin diye akşam davet ediliyor. Dolayısıyla aslında muadiller bir türlü buluşamıyordu. Böyle garip bir görüntü çıkıyordu ortaya.

Bunu ilk kez okuyanlar için bir daha anlatabilir miyiz; üç yıldır 29 Ekim’lerde öğle ne yapılıyor, akşam ne yapılıyordu; öğlenkine kim, akşamkine kim çağrılıyordu?
Öğleyin A protokol denilen resmi resepsiyon yapılıyordu. Yani milletvekilleri, askeri kesim, yargı kesimi, üst düzey bürokratlar... Bunların hepsi öğleyin eşsiz davet ediliyordu. Yani aslına bakarsanız askerlerin eşleri, bürokratların, milletvekillerinin eşleri de mağdur oluyordu o uygulamada, çünkü hiçbiri katılamıyordu. Sadece akşama davet edilenlerin eşleri gelebiliyordu. Akşamlar gelenler de sivil toplum örgütleri, sanatçılar, akademisyenler, gazeteciler... Sanki bir anlamda Türkiye ortadan ikiye bölünmüş gibi bir görüntü ortaya çıkıyordu.

Ve bunun bütün sebebi Köşk’te bürokratlarla örtünen kadınlar aynı salonda bulunmasın, ki ortam gerilmesin diyeydi?
Evet, ortam gerilmesin, bir kriz havası doğmasın... Temel kaygı buydu.

Peki bu kaygıya göre hareket etmek zorunda kalmak üç yıl boyunca Hanımefendi ve Beyefendi’de bir üzüntü yarattı mı?
Mutlaka, bir üzüntü yaratmaması düşünülemez.

Yani, üç yıldır her 29 Ekim resepsiyonu ayrı bir stres, ayrı bir üzüntü mü oluyordu?
Gerçekten de üç yıldır her 29 Ekim resepsiyonu dönemi Köşk’te derin bir üzüntü ve ister istemez bir stres doğuyordu. Çünkü bir an için kendimizi onların yerine koyalım, cumhurbaşkanı olmuşsunuz, firstlady olmuşsunuz, resepsiyon veriyorsunuz, ama bunu daha önceki uygulamalar gibi yapamıyorsunuz.

Yapsalar sizce ne olurdu? Mesela bazı davetliler gelmez miydi; çekinilen şey bu muydu?
Tabii, çünkü gelmezlerse daha görev süresinin başında Köşkü yıpratıcı, o makamı incitici bir gelişme olurdu. Sadece bu kadarla da kalmaz kutuplaşmayı da yoğunlaştırır, ki bu da istenilen bir başlangıç değildi tabii.

Ama şimdi bundan vazgeçildi...
Evet, dediğim gibi bu süre içinde yaşanan sıkıntılar artık buna bir son verilmesi gerektiğini gösterdi. Çünkü sadece resepsiyonlarda değil, törenlerde de büyük sıkıntı yaşanıyordu. Yabancı devlet konukları geldiğinde eşlerine başka hiçbir ülkede karşılaşmadıkları bir uygulama yapılıyordu ve tabii çok şaşırıyorlardı.

“Bu nedir böyle” diye hiç soran oldu mu?
Nezaketlerinden hiçbiri sormadı, ama kendi aralarında bunu konuşuyorlardı ve bize de geliyordu, “Niye böyle bir uygulama? Neden biz arka kapılardan alınıyoruz?” diye...

Nasıl arka kapılardan?
Yabancı devlet konukları geldiği zaman karşılama töreni yapılıyor.

İşte bu tören alanının hemen yan tarafında cumhurbaşkanlığının bir başka kapısı var; resepsiyona giriş kapısıdır orası. Hanımefendiler oradan alınıyor ve ana giriş kapısının arkasında törenin bitmesini bekliyorlardı.
Tören bitiyor, ondan sonra cumhurbaşkanları kapının önüne geliyor, kapı açıldığında eşler çıkıyor, birlikte bir fotoğraf veriliyor ve sonra hep birlikte içeri giriliyor. Şimdi bunu izah etmek zorunda kalmak da çok kötü bir şey. Allah’tan direkt sormadılar yani...

Obama geldiğinde eşi de bulunsaydı sizce yine böyle olur muydu yoksa acaba bu uygulama ilk o gün mü biterdi?
O koşullarda nasıl hareket edilirdi, açıkçası onu bugün söyleyemeyeceğim, ama hakikaten çok büyük yara açtı bu uygulama...

Nerede açtı yara?
Sadece Sayın Cumhurbaşkanı ve Firstlady’de değil, Türkiye’deki başörtülü pek çok insanda yara açtı.

Yani Türkiye’deki her 100 kadından 60’ında diyorsunuz? (A&G Araştırma Şirketi’nin 2007’deki bir araştırma sonucu.)
O oranları bilmiyorum, ama yara açtığını biliyorum. Çünkü o tavır aslında bir anlamda kendilerine yapılmış gibi de bir duygu yarattı. Yani “Ona orada ne yapılıyorsa, demek ki ben olsaydım bana da bu yapılacakmış” dedirtti.

Bu söylediğiniz bir sezgi mi, gözlem mi ya da bir bilgi mi?
Bunun işaretleri, mesajları çok yoğun bir şekilde bize geldi.

İncindikleri?
İncinme! Tam kelime bu işte zaten. Köşk’te üç yıldır yaşanan sıkıntılar kamuoyunun önemli bir kesiminde incinmelere yol açtı.

TEK RESEPSİYON KARARI DAHA BAYKAL GENEL BAŞKAN İKEN ALINMIŞTI
Gül cumhurbaşkanı olduktan sonraki ancak dördüncü 29 Ekim’in tek resepsiyonla kutlanması kararında, en çok hangisi etkili oldu: Yeni CHP Genel Başkanı’nın daha uzlaşmacı tavrı? Gül geldiğinde Meclis’te CHP’lilerin ayağa kalkması? Askerlerin locada yerlerini alması? Askerin siyasete daha mesafeli durduğu bir dönemin başlaması?..
Bunu bir süreç olarak görmek lazım. Yani bu söyledikleriniz tek tek değil, ama hepsinin topluca yarattığı bir atmosferden bahsedebiliriz. Bir kere aslında her şeyden önce bu geçen üç yıl, Sayın Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir cumhurbaşkanı olduğunu büyük ölçüde herkese gösterdi.

Nasıl bir cumhurbaşkanı?
Herkesi kucaklayan bir cumhurbaşkanı olmak için hakikaten çok çaba harcadı. O üç yıl önceki röportajımızda söylediğim bir şey vardı; tam mahalle baskısından bahsedilen bir dönemde ben size “Türkiye Köşk üzerinden normalleşecek” demiştim.

Normalleşti mi sizce üç yıldır?
Tam anlamıyla bir normalleşmeden bahsedemeyiz, ama büyük mesafe alındı. Bir kere ne zaman bir sorun olsa MHP’si, BDP’si, CHP’si, sivil toplum örgütleri, artık herkes “Cumhurbaşkanı devreye girsin” diyor, bu çok önemli bir işarettir.

Sizce neyin işareti?
Cumhurbaşkanının herkesi kucaklamasına ve hükümetle arasına belli bir mesafe koymasına duyulan güvenin işareti. O makamın kabul edildiğinin işareti. Bunun da tek sebebi Sayın Cumhurbaşkanı’nın uyguladığı tavır, verdiği mesajlar, bugüne kadar her kesimi dinlemiş olması, ülkenin gündemindeki hemen her konuyla ilgili bir tavır ortaya koyması, bir vizyon, bir yol haritası çizen konumda olmasıdır...

Ermeni meselesi, Kürt meselesi... Peki, sizce gerisi geldi mi bunların, yoksa Cumhurbaşkanı biraz yalnız mı kaldı?
Arkası getirilemedi diyelim.

Peki, o zaman yine 29 Ekim’e dönersek, biraz da CHP’nin yarattığı iklime güvenerek alınmış bir kararın ardından CHP’den farklı seslerin yükselmiş olması Cumhurbaşkanı’nı sarstı mı?
Cumhurbaşkanı kendisi değil, ama CHP adına üzüldüğünü söylüyor. Yani, bu “Gelmeyeceğiz, katılmayacağız” yaklaşımının aslında CHP’nin büyümesinin önünde bir engel olduğunu, oysa Türkiye’de güçlü bir muhalefetin olması gerektiğini düşünüyor.

Acaba CHP’den üniversitede türbanın serbest bırakılmasına yönelik bir adım gelmeseydi de Cumhurbaşkanı eşiyle ilgili bu davet ve tören kararlarını alır mıydı?
Bakın, CHP eski çizgisini sürdürüyor olsaydı da bu resepsiyon böyle olacaktı. Bunun kararı daha önce almıştı.

Ne zaman?
Nisan ayında Sayın Cumhurbaşkanı bu resepsiyonun artık teke inmesi gerektiğini bize söylüyordu.

Yani daha Sayın Baykal genel başkan iken?
Evet, çünkü dediğim gibi uygulamalar her geçen gün bu sistemin sakatlığını ortaya koyuyordu. Yani bunu ne kendimize anlatabiliyorduk ne de yabancılara... Dolayısıyla bu CHP’nin son mesajlarının etkisiyle alınmış bir karar değil, herhalükarda alınan bir karardı.

ARTIK İKİ TÜRKİYE TEKE İNMİŞ OLACAK
Protokol sıkıntısı nedeniyle üç yıldır her 29 Ekim, Gül ailesi için ayrı bir üzüntü ve stres kaynağı oluyordu, dediniz. Peki şimdi bitti mi; aslında bu kez de kim gelecek-gelmeyecek endişesini taşımıyorlar mı?
Kesinlikle Sayın Cumhurbaşkanı ve eşi son derece rahatlar. Tam aksine üzerlerinden sanki bir yük kalkmış ve normal yaşamaya başlamış hissiyatı içindeler. Resepsiyona şu gelir bu gelmez gibi bir kaygıyı kesinlikle taşımıyorlar. 29 Ekim saat 19.30’dan itibaren tek resepsiyon olacak ve aynı anda, herkese açık olacak.

Bu bir çeşit, “Biz gerilim çıkmasın diye üç yıldır üzerimize düşeni yaptık. Fakat bunun da doğru bir yol olmadığı anlaşıldı. Dolayısıyla artık biz bu kararı almakta haklıyız” rahatlığı mı?
Evet, yani sonuçta hem Cumhurbaşkanına hem de eşine yönelik bir haksızlık söz konusuydu o üç yıl boyunca. Biraz onur kırıcı bir yanı vardı bu işin. Yani düşünün Cumhurbaşkanı olmuşsunuz, eşinizle ortak bir davet veremiyorsunuz. Bunu insanın kendisine bile izah etmesi hakikaten çok zor.
Aslında bu rahatlamaya ilişkin ikinci ve daha önemli bulduğum gözlemim de şu: Sayın Cumhurbaşkanı ve eşi Türkiye’de sorunların çözümünde vizyon açan bir konumdalarken aslında kendileri o sorunu Köşk’e taşıyıp devam ettirdikleri gibi bir hava doğuyordu. “Bir sorunu cumhurbaşkanı da olsan aşamıyorsun” imajı oluyordu, ki bu ise “vizyoner olma” imajıyla taban tabana ters bir imajdı.

Çünkü, topluma kutuplaşmayalım, kimse kimseyi dışlamasın derken, kendisi bunun bir tarafı, mağduru gibi görünüyor?
İşte bu çok önemli bir çelişkiydi.

Ve çok da inandırıcı olmuyordu?
Tabii, insanlar üzerinde inandırıcı ve etkili olmuyordu, çünkü sanki bir rol yapılıyordu.

Mesela diyelim ki Sayın Gül, “İlköğretimde türban olmaz” diye bir açıklama yapacak; şimdi bunu eşiyle resepsiyon veremeyen bir cumhurbaşkanının söylemesi başka, kendisi rahat olan bir cumhurbaşkanının söylemesi toplum üzerinde daha başka etki yapar herhalde?
Şöyle söyleyeyim, “herkesi kucaklayan bir cumhurbaşkanı, ama kendisi Köşk’ün içinde kucaklayamıyor, kucaklatamıyor” gibi bir manzara ortaya çıkıyordu. Şimdi bu manzaranın bitmiş olması elbette etki gücü ve ciddi bir rahatlama yaratacaktır. Çünkü, artık bütün Türkiye Köşk’e taşınacak ve iki Türkiye teke inmiş olacak.
Bir Türkiye var, bir Cumhurbaşkanı var, tabii ki davetliler çok farklı görüşte olabilirler, ama bizim bir şemsiyemiz var; o da Cumhuriyet. İşte bu Cumhuriyet Bayramı’nda bütün Türkiye, bütün renkleri, bütün farklılıkları, bütün zenginlikleriyle bu tek bir şemsiyenin altında olmayı kutlayacaklar. Bu 29 Ekim gerçekten bu açıdan çok önemli olacak.

Burası Cumhurbaşkanlığı’nın İstanbul’daki Tarabya yerleşkesi. İçinde Alman silah komisyoncusu Huber kardeşlerin yaptırdıkları ve artık kullanılmaz halde olan Huber Köşkü, 34 hektarlık korusu, resepsiyon alanları, yabancı devlet adamları için konuk evi ve cumhurbaşkanlığı konutu var. Bu arada Cumhurbaşkanlığının Çankaya yerleşkesi ise 438 dönüm alan üzerinde kurulu.

Arkamızda Cumhurbaşkanı’nın konutu, biz Ahmet Sever’le Tarabya’daki tarihi bahçede sohbet ederken sanmayın ki sürekli olarak 29 Ekim, türban, protokol vs’den konuştuk. Yaklaşık bir haftadır hemen herkesin yaptığı gibi biz de Sever’le FB-GS sohbetine daldık ki bir ara Ozan’ı dahi unuttuk. Koyu Fenerli olan Sever, “Ben Hagi’nin yerinde olsam Fener maçından sonra gelirdim, büyük şanssızlık” dedi; biz de kendisine Souness’le Hagi’nin benzediklerini, ikinci bayrak dikme vakası olursa çok da fazla üzülmemelerini salık verdik. Bu atışma boyunca bir Fenerli ve bir Cimbomlu olarak üzerinde anlaştığımız tek konu ise Fatih Terim’in Galatasaray’a gelmeyi kabul etmemesinden duyduğumuz memnuniyetti.

PROTOKOL KRİZİNDEKİ O GEREKÇE ÜÇ YILDIR KÖŞK’E İZAH EDİLMEDİ
Hürriyet’in bugünkü (22 Ekim, Cuma) “Kaçmadı, yerine koştu” manşetine göre Genelkurmay, 19 Eylül 2007’deki protokol “kazası”nın şimdiki Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Aslan Güner’in Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmama kastından değil, yerini almak için hareket etmesinden kaynaklandığını açıkladı. Şimdi ikimiz de Ankara gazeteciliğini biliyoruz, dolayısıyla üç yıl sonra, tam da 29 Ekim öncesi yapılan bu açıklamayı askerden, “Bizim için 29 Ekim’de bir sorun yok, biz geleceğiz” sinyali olarak algılayalım mı?
Bu konuda hakikaten hiçbir şey diyemiyorum. Hangi amaçla, hangi niyetle bu açıklama yapıldı, gerçekten bunu yorumlayabilecek konumda değilim.

Cumhurbaşkanı’nın askeri danışmanları, yaveri var; şu ana kadar herhangi bir ipucu yok mu?
Şu ana kadar gelen hiçbir sinyal ya da hiçbir mesaj yok. Kimin gelip gelmeyeceği o gün anlaşılacak.

Çünkü davetiyelerde LCV de yok?
Evet, Cumhurbaşkanlığı davetleri LCV’li yapılmaz. Bir mazereti olup gelemeyecek olanlar isterlerse açıp bildirirler, ama onun dışında kimin gelip kimin gelmeyeceği ancak resepsiyon sırasında belli olur.

Peki, şunu merak ediyorum: Üç yıl önceki el sıkmamanın kasti olmadığını siz biliyor muydunuz, bu izahat Köşk’e olayın yaşandığı günlerde yapılmış mıydı?
Benim bilgim dahilinde böyle bir izahat yok.

Yani üç yıldır sizdeki bilgi dönemin Ankara Garnizon Komutanı Güner’in “el sıkmamayı tercih ettiği için yerini değiştirdiği” şeklindeydi, öyle mi?
O yöndeydi, evet.

Bu açıklama o zaman yapılsaydı Sayın Güner belki de şimdi Genelkurmay Başkanı mıydı?
Aslında tam öyle değil. Yani bilmiyorum, belki bilinçaltında bir şeyler olabilir, ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın o tercihteki temel gerekçesi terörle mücadelenin sürdüğü 20 yıl boyunca Sayın Güner Aslan’nın hep Ankara’da görev yapmış olmasıydı. Asıl etkili olan buydu, zira Cumhurbaşkanı arada hiçbir şey yaşanmayan isimlerle de ilgili aynı tavrı benimsedi.

BU SÖYLEŞİYİ NASIL OKUMALI?
Ahmet Sever; acaba sizin Köşk’e ilişkin açıklamalarınızı dinlerken ne kadarında Ahmet Sever’i, ne kadarında Cumhurbaşkanı’nı dinliyor olmalıyız?
(Gülüyor) Güzel soru da, ben şöyle cevap vereyim: İkisini kesin çizgilerle birbirinden ayırmak çok zor. Çünkü, ben Sayın Cumhurbaşkanı’nın adına, onun sözcüsü olarak konuşurken tabii ki hep onun düşünce yapısını da göz önüne alarak ve ona ters bir etiket yapıştırılmasına zemin hazırlamamaya özen göstererek konuşuyorum.

Yakın çevresindeki en iyi tanıyanlardan birisiniz?
İyi tanıdığımı sanıyorum.

Kaç yıl oldu?
Tanışalı 20 yıl oldu ve tabii bu 20 yılın son sekiz yılı da çok yakın geçti.

Onun öncesinde, özellikle sizin Brüksel’deki gazetecilik döneminizde de arkadaş olduğunuzu biliyorum?
Yani “arkadaşlık” tabirini kullanmak benim için belki doğru olmaz, ama tabii ki ondan önceki süreçte de yakındık. Gerçekten uzun süredir tanışıyoruz.

ŞU ANDA KÖŞK’TE HİÇ STRES YOK, HERKES ÇOK RAHAT
İlk kez türbanlı bir Firstlady’nin Köşk’te tüm devlet erkânına ev sahipliği yapacak olmasını “kamuda hizmet verenlerin de başörtü kullanmasının yolunu açma” hamlesi olarak değerlendirenler; hatta yüzde 58’den ve yargıdaki “rahatlamadan” sonra bunu bir “meydan okuma” olarak yorumlayanlar var; ne dersiniz?
Kesinlikle bu bir meydan okuma değil. Neden tek resepsiyona inildiğinin gerekçelerini az önce izah ettim. Bu kararın Nisan ayında alındığını söyledim. Nisan’da ne referandum vardı, ne CHP’nin tavır değişikliği...

Ne de YAŞ kararları?
Hiçbir şey yoktu. Ama o zaman dahi herhalükârda, yani ne olursa olsun, bu 29 Ekim resepsiyonu teke inecekti. Ayrıca, Sayın Demirel ve Sayın Sezer zamanında da başörtülülerle devlet erkânının buluştuğu resepsiyonlar verildi, o zaman da böyle bir proje mi vardı diyeceğiz?

Davet sahibi olması sebebiyle söyleniyor şimdi?
Ne fark eder ama? Davet sahibi başörtülü olmuş olmamış, ne fark eder? Bana o kadar saçma geliyor ki bu. Gelip Köşk’te bir resepsiyona katılmanın, bir buçuk saat kadar orada durup gitmenin “kamuda türbanla görev yapanlar projesi”yle nasıl bir alâkası olabilir? Doğrusu ben şunları konuşuyor olmamıza bile o kadar şaşırıyor ve üzülüyorum ki...

Zaten insan “başörtülü biri davet verirse” cümlesini bir iki kez tekrarladığında bile kendi kurduğu cümleye yabancılaşıyor, değil mi?
Yani gerçekten bu ülke böyle davranarak kendine haksızlık ediyor aslında. Çünkü, bu ülkede kabul edilsin edilmesin farklı yaşam biçimine sahip insanlar var. Bu ülkenin yapısı bu. Yani bununla fazla oynamamak lazım. Birilerini böyle dışlayarak, iterek, tepeden bakarak, hor görerek bir yere varılamaz. Bu tartışmalar hakikaten bana çok boş tartışmalar geliyor.

Ancak üç yıldır Cumhurbaşkanı da bu tartışmaların bir parçası olmayı kabul etmiş olmadı mı?
Parçasıydı, ama o da artık “Yeter” dedi. Yeter! Bence doğru olanı da yaptı. Çünkü neresinden bakarsanız bakın bunun iç dünyalarında yarattığı bir tahribat var. Bir Cumhurbaşkanından bahsediyoruz sonuçta...

Ama CHP’nin katılmama gerekçesi de bu endişeler, o yüzden konuşmak gerekiyor?
Ona CHP dememek lazım, daha Sayın Kemal Kılıçdaroğlu “Kararımı vermedim ben” dedi. Orada CHP adına bir karar yok.

Mesela ben de Köşk’ü belki de en iyi bilen bir CHP’liyle konuştuğumda bana “CHP bir davete gidip gitmemeyi grup kararıyla belirleyecek bir parti değildir, kim nasıl istiyorsa öyle yapar” dedi.
İşte bu kadar! Bu herkes için, her parti için geçerli. İsteyen katılır isteyen katılmaz, onların kendi takdirleridir.

Katılmamak sizce neye zarar verir?
Katılsalar tabii ki ortaya hoş bir tablo çıkar. Türkiye’nin farklı kesimlerinin Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle bir araya gelmeleri Türkiye adına çok şık bir manzara çıkarır. Ama katılmadıkları zaman da bunun sorumlusu hiçbir zaman davet sahibi olmaz. Bunun sorumlusu katılmayan olur.

29 EKİM GECESİNİN EN ÖNEMLİ KARESİ SALONUN TAMAMI OLACAK
29 Ekim resepsiyonu işiniz açısından size nasıl görünüyor; çok mu kontrollü, stresli, gazetecilerle uğraşılması gereken bir gün olacak yoksa tam tersine rahat bir 29 Ekim balosu mu bekliyorsunuz?

Evet, aynen öyle olacak, bizim beklentimiz güzel bir balo havasında geçeceği yönünde. Şahsen ben de son derece rahatım. Çünkü inanın öbür türlüsü çok daha sorunluydu. Düşünsenize aynı gün içinde iki tane resepsiyon yapıyorsunuz. Sadece iş yükü açısından bile inanılmaz bir enerji ve zaman kaybına yol açıyordu.

Aslında üç yıl sonra ilk kez mi gerçek anlamda bir Cumhuriyet Bayramı kutlanmış olacak?
Evet, bu yıl gerçekten “normal” bir 29 Ekim yaşayacağız.

O gece salonda bulunma nedeniniz asıl mesleğiniz olan gazetecilik olsaydı, sizce en önemli kare hangisi olur? Genelkurmay Başkanı’yla Hanımefendi’nin el sıkıştığı kare mi? Sayın Kılıçdaroğlu’yla Hanımefendi’nin el sıkıştığı kare mi? Başsavcı’yla Hanımefendi mi? Sizce ertesi gün hangi kare birinci sayfalarda olacak?

Bence önemli kare o salonun tamamı olacak.

Yani hiçbirinin “en birinci” kare olarak öne çıkmayıp, herkesin yan yana 29 Ekim’i kutluyor olması mı?

Evet, çünkü bu 29 Ekim’de önemli olan bence tek bir kare değil, o fotoğrafın bütünü olacak. Kutuplaşmadan uzak, birbirine mesafeli bakmayan, belki farklı düşünen, ama aynı Cumhuriyet’i kutlayan bir salon...

Bu aslında bir kez yapılabilse bir sonraki yıl haber değeri bile kalmamış olacak, değil mi?

Aynen, çünkü bazı şeyler o kadar fazla tartışılıyor ki, sonunda hani sanki Türkiye’nin en büyük sorunuymuş, olursa sanki yer yerinden oynayacakmış, dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir hâl alıyor. Ama sonra bakılıyor ki hiçbir şey olmamış ve toplum da hakikaten bunu çok olgun karşılamış, kabullenmiş. Aynı şey Kürt sorunuyla ilgili de yaşanmıyor mu?

Mesela Kürtçe televizyon açılırsa ülke bölünür, parçalanır deniyordu, ne oldu? Türkiye ne bölündü ne parçalandı, duruyor her şey yerli yerinde. Yine aynı şey Kıbrıs’taki referandumla ilgili de söylendi, o da öyle olmadı. Ama işte ne yazık ki pek çok olay bizde böyle büyük tartışmalarla, kutuplaşmalarla tecrübe ediliyor ve olan da yine Türkiye’nin zamanına, enerjisine oluyor.

HANIMEFENDİ SON DERECE RAHAT, SOĞUKKANLI VE MÜTHİŞ ÖZGÜVENLİ
Alman Cumhurbaşkanı ve eşi kendileri için düzenlenen karşılama töreninin, aynı zamanda Hayrünnisa Hanım’ın da kırmızı halıda katıldığı ilk tören olduğunun farkındalardı herhalde, değil mi?
Tabii, ama bu konuda nezaketlerinden hiçbir yorum yapmadılar.

Hanımefendi heyecanlı mıydı kırmızı halı öncesi?
İnanılmaz rahattı ve şahsen o gün ben çok etkilendim. Çünkü ben onun adına heyecanlanırken dahi o son derece rahattı. Aslında zaten bu tip konularda son derece soğukkanlı, rahat ve müthiş özgüvenlidir Hanımefendi... Avrupa Konseyi’ndeki konuşması için Strasbourg’a birlikte gitmiştik, o zaman da hiç heyecanlanmamıştı, ki zaten o konuşması son derece etkileyici bulunmuştu.

Bir kere en başta İngilizcesi iyi bulunmuştu galiba?
Evet, rahat konuşuyor ve hâlâ daha ders alıyor. Sırf daha iyi olabilmek için... Bir başka özelliği de Hayrünnisa Hanım inanılmaz kitap okur. Her türlü kitabı okur, ama edebiyata özel bir merakı var. Üstelik sadece okumaz, sonra onları Cumhurbaşkanına da anlatır. Sürekli başucunda bir kitap yığını oluyormuş, ki bunu da Cumhurbaşkanı biraz serzenişle söylemişti, “Benden çok okuyor” diye...

Strasbourg’taki konuşmasını kendisi mi hazırlamıştı?
Hazırlamadı, ama çizgilerini kendisi verdi, nelere değinmek istediğini kendisi belirledi. Eğitim ve engellilerle ilgili çok büyük hassasiyeti var, bu iş için gerçekten ciddi mesai harcıyor. Zaten onu üzen şeylerden biri de bu; asıl yaptıklarıyla değil, sürekli sadece başörtüsüyle gündeme getirilmesi.

TEK RESEPSİYON EŞLERİN DURUMUNU DA RAHATLATACAK
Siz istemiyorsanız bu soruyu yanıtsız da bırakabilirsiniz, ama artık merak edilen bir mesele haline geldiği için ben sormak zorundayım: Sayın Başbakan resepsiyona kızıyla gelebileceğini söyleyerek bir anlamda üç yıldır eşinin resepsiyona katılmama kararının sürebileceğinin de işaretini vermiş oldu. Bu konuda size yansıyan ne var?

Bize yansıyan hakikaten bir şey yok.

Siz biliyor musunuz Emine Hanım’ın neden gelmiyor olduğunu?
Hayır, belki de gelecek...

Peki, bu üç yıl boyunca Hanımefendi’nin gelmemiş olmamasının sebebini siz ne olarak biliyorsunuz?
Çünkü, Sayın Başbakan öğleyin verilen davete katılıyor ve o davette eşler olmuyordu. Tabii Sayın Başbakan da öğlen katıldığı zaman akşam gelmiyordu. Aynı gün iki resepsiyona, bir öğlen bir akşam gelmesi diye bir şey söz konusu olmuyordu. Öğlen tek katıldığı için akşam ancak bir daha gelmesi gerekiyor ki eşi de gelebilsin.

Dolayısıyla tek resepsiyona inmesi aslında Başbakanı da mı rahatlatan bir durum olmuş olacak?
Bir yanıyla da öyle, ama sadece Sayın Başbakan değil, diğer bakanlar, bazı milletvekilleri, onlar da şimdi eğer isterlerse tek resepsiyona eşleriyle gelebilecek.

Sezer döneminde galiba bir kez eşli davet verilmişti, Gül çifti o resepsiyona birlikte katılmışlar mıydı acaba?
Evet, 2000 yılındaki resepsiyona milletvekili olarak Abdullah Bey ve eşi katılmışlardı.

KÖŞK’E TAŞINMAYACAKLAR
Birlikte Alman Cumhurbaşkanını karşılama töreni, ardından tek Cumhuriyet resepsiyonu... Peki, Gül ailesi Pembe Köşk’e ne zaman taşınacaklar?
Şu anda da Köşk’ün konutunda kalıyorlar. Dışişleri konutu, Dışişleri Bakanlığıyla Cumhurbaşkanlığı arasında yapılan bir protokolle cumhurbaşkanlığı konutu oldu ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın görev süresi bitene kadar cumhurbaşkanlığına tahsis edildi.

Peki, ama aslında bu da gerilim artmasın diye bulunan bir çare değil miydi? Neden kendilerinden önceki Sezer ailesi gibi Pembe Köşk’te kalmıyorlar?
Çünkü, ne yazık ki Pembe Köşk tadilat yapmadan oturulabilecek gibi değil. Mesela içine sonradan kocaman bir havuz yaptırılmış ve bütün o su, temele dayanmış durumda.

Evet, tadilat yapılacaktı, siz 2007’deki söyleşimizde de açıklamıştınız bunu?
Yapılacaktı, ama sonra bunu tercih etmediler. Dolayısıyla orası şu anda öyle duruyor, ne dokunabiliyorsunuz ne oturabiliyorsunuz.

Yani tamamen pratik nedenlerle Köşk’te yaşamıyorlar?
Tamamen öyle, restore edilemediği için... Bir de doğrusu şu anki konutlarına da bir kere yerleşmiş bulundular ve artık düzenlerini bozmak istemiyorlar.

Bu arada Dışişleri Bakanlığı’yla yapılan şu protokol... Sona erme tarihi kağıt üzerinde ne gözüküyor? 2014 mü, 2012 mi?
Protokolde süre belirtilmiyor, sadece “cumhurbaşkanlığına tahsis edilmiştir” deniyor, o kadar.