Erdoğan ve Gül , sadece askeri değil, laik kesimin tümünü çok şaşırttılar. Hiçbirimiz onları tam olarak anlayamadık. Ne iş adamları, ne medya, ne muhalefet partileri bu ikiliyi anlayabildi. okuyamadık. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, ancak AKP’nin liderleri diğer dindar kesimin liderlerinin hiçbirine benzemiyordu. Yıllar boyunca, onun da eski liderler gibi davranacağını sandık. Alışık olduğumuz kuralların devam edeceğini, O’nun da yıllardır süren sisteme biat edeceğini sandık. Kimimiz biat etmesini, kimimiz oyunu bozacağı günleri bekledi. Ancak, olmadı. Erdoğan, kendi kafasındaki dünyayı aynen uyguladı. Kimi zaman hata etti, kimi zaman aşırı tepkili bir lider imajı verdi. Ancak yolun sonunda istediğini elde etti. Kaybedenler, onu anlayamayanlar oldu.
TSK’nın, AK Parti’ye yaklaşımını iki açıdan gözlemleyebiliriz.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yöneten komutanların büyük hatalarının, başından bu yana Ak Parti liderlerini (Erdoğan ve Gül), doğru tanıyamamaları-doğru okuyamamaları olduğunu söyleyebiliriz. Aslında sadece asker değil, medyası, iş adamı, akademisyeniyle laik kesim tümüyle aynı hataya düştü.
Veya diğer açıdan da “Asker, Erdoğan’ı çok iyi okudu, teşhisini yaptı, başına gelecekleri anladı ve durdurabilmek, için savaş açtı” denilebilir.
Asker, alışkanlıklardan kaynaklanan bir nedenle, diğer başbakanlar gibi, Erdoğan’ın da kendilerine boyun eğeceğini, hiç değilse uzlaşı arayacağını sandı.
Her iki olasılıkta da (yani, ya anlamadılar veya anlayıp direnme kararı verdiler) mücadele etmeyi tercih ettiler.
Özetle, ilk günlerden itibaren, Erdoğan-Gül ikilisinin kararlılığını anlamadılar veya anlayamadılar veya önemsemediler veya ciddiye almadılar.
ERDOĞAN’A KARŞI MÜCADELE HEP SÜRDÜRÜLDÜ...
2002-2003 yıllarında, AKP’nin ayak seslerinin hissedildiği sıralarda, Erdoğan’ın 10 yıl önce TSK’nın terörle mücadele şeklini sert şekilde eleştiren bir konuşma kasedi medyaya servis edilmiş ve Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu da, “Bunlar normal bir insanın söyleyeceği sözler değildir. Tamamıyla ağızdan çıkan ile beynin irtibatı olmadan söylenmiş bir söz diye kabul ediyorum...”(18.4.2002) tepkisini vermişti.
Verilmek istenen mesaj , “Ey Türk halkı kime oy vereceğinizi bilin. Bunları seçmeyin ” gibiydi.
AKP iktidar olduğu andan itibaren de, TSK tam bir muhalefet partisi gibi hareket eder oldu.
İlk şok, 2002 aralık Şura toplantısında, Başbakan Gül’ün , “İrticai faaliyetlere katılanların ihraç” kararlarına çekince koymasıyla yaşandı. Herkes şaşırdı. Gül, bu kararlara yargı yolunun açılması gerektiğini belirtti ve tutumunda ısrar etti. Böylece, Ak Parti’nin asker uygulamalarına bundan böyle nasıl bir gözle bakacağı anlaşılıverdi. Genelkurmay koridorlarında, Kuvvet Komutanlıkları başta olmak üzere tüm kışlalar ve ordu evlerindeki iktidar aleyhtarı konuşmalar gazetelere yansımadı, ancak eminim Gül ve Erdoğan’ a hemen ulaştırılmıştır.
Nitekim, 2003 YAŞ toplantısında, askerin AKP’ye nasıl ters baktığı kamuoyuna da yansıdı.
1'inci ordu komutanı Çetin Doğan ve MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın Erdoğan’a yönelik sert eleştirileri Milliyet’ in manşetindeydi:
“..Yapmak istediğiniz değişiklikleri, kadrolaşma çabaları ve MGK Genel Sekreterliğini ortadan kaldırmak istediğinizi biliyoruz. Türk milleti buna izin vermez. Kimse kör değil...” ( 3.8.2003)
Aynı yılın ilk 30 Ağustos törenlerinde bu defa Jandarma Komutanı Org. Eruygur irtica konusunu ortada en önemli uyarısını yaptı:
“...Aydınlık kafalar ortak hareket etmeliler...” ( 30.8.2003)
Ardından da, Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Başbuğ, aynı konuya değindi:
“...İmam Hatip Liselerinin sayısının arttırılmak istenmesini anlayamıyoruz...” (14.10.03)
İLK ÇATIŞMA , KIBRIS KONUSUNDA GÜL ile ASKER ARASINDA YAŞANDI...
Erdoğan, iktidarının ilk döneminde, Asker ile kavga değil, belirli noktalarda uzlaşı aramak istediğini gösteren bir tutumdaydı.
Askerin, eskisi gibi istediği her konuda (özellikle irtica) sık sık demeçler vermesini ve AKP iktidarını kapalı kapılar ardında ve dışarıda açıkça eleştirmesini ilk başlarda görmezden geldi. Eski alışkanlıkların zaman içinde geçmesini bekledi. Yapılan açıklamalara “ yanlış anlaşma olmuş...” gibi yanıtlar verdi ve ilişkileri germemeye çalıştı. Ancak ilk sürtüşme, kaçınılmaz şekilde, AB’ye tam üyelik başvurusu ve Kıbrıs’ta çözüm için hazırlanan Annan Planı (2004) tartışmalarında çıktı.
AKP, bu iki konuda da en büyük desteği Dışişleri bürokrasisinden aldı. Dışişleri gibi tutucu bir kurumun, Kıbrıs ve AB konularında açıkça iktidarı tutması Erdoğan’ı çok cesaretlendirdi. Gül, Dışişleri bakanıydı, ancak Kıbrıs desteği bürokratik kadrodan geldi. Asker ise, bu durumu pek değerlendiremedi veya eninde sonunda Genelkurmay’ın istediğinin kabul edileceğini sandı.
Ancak bu iktidar, bekledikleri gibi çıkmadı.
Komutanların tüm itirazlarına ve Denktaş’a açık desteklerine rağmen, bir siyasi iktidar ilk defa, askerin görüşünü reddetti. Denktaş ve ona açıkça destek veren, Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, New York görüşmelerinde, BM Genel Sekreteri Annan’a anlaşmazlık durumunda, boşlukları doldurma yetkisi verilmesine itiraz ettiler. Ancak, Dışişleri Bakanı Gül’ün sert yanıtı, Asker- Sivil ilişkilerinin yönünü gösteren ilk gelişmeydi.
Ardından, iktidara mensup kimi şahsiyetlerin, askerin nasırına basma olaylarına da tanıklık ettik. Bütün bunlar olup biterken, Ak Parti’nin masum şekilde oturup, sadece gelişmeleri izlediğini de sanmayalım. Üst düzey kişilerin iğne dolu demeçleri unutulmamalı. Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı, örneğindeki gibi çarklar bir defa ters dönmeye başlayınca , bu açık mücadelenin önüne kimseler geçemedi veya geçmek istemedi.
TSK, başından itibaren katı tutumunu sürdürdü. AKP ile hiçbir şekilde uzlaşı aramadı. Ya kavga edip kazanacak, Erdoğan’ı eninde sonunda, diğerleri gibi yola getirecek veya çarpışa çarpışa çekilecekti.
DİRENİŞ KISA SÜREDE, ÇANKAYA MEYDAN MUHAREBESİNE DÖNDÜ
TSK için en önemlisi, Köşk’ü kaptırmamaktı.
2007’de Sezer ayrılacaktı ve daha şimdiden, Başkomutan’ın AKP’den seçileceği konuşuluyordu. Önce Erdoğan’ın adaylığı söz konusuydu. Ancak anlaşılan, Başbakan ilişkileri germemek için, kendi yerine Abdullah Gül’ü aday seçti. Amacı kavga yerine, bir uzlaşı bulabilmekti. Gül, ne de olsa daha yumuşak, daha esnek yaklaşım sergileyen bir AKP’liydi.
Ancak, ne olursa olsun, eşi türbanlıydı.
Asker için bu kabul edilemezdi. Türbanlı bir Cumhurbaşkanı eşinin Çankaya’ya çıkması, adeta laik cumhuriyetin sonuymuş gibi algılanıyordu. Dünyanın sonuymuş gibi algılanıyordu.
Komutanlar, ellerindeki gücü yeterince gerçekçi şekilde değerlendiremediler. Kamuoyunu yönlendirerek, Çankaya Savaşını kazanacaklarını sandılar.
2007’de şimdiye kadar görülmemiş bir hareketlenme yaşandı. Asker tüm gücüyle, laik kesimi göreve davet etti. İşareti de Genelkurmay Başkanı Büyükanıt verdi:
“...Başkomutan seçimi TSK’yı yakından ilgilendirir... Köşk’e çıkacak kişinin sözde değil, özde laik olması gerekir” ( 12.4.07 )
Büyük bir güç gösterisi başladı.
CHP, laik Sivil Toplum Örgütleri, Ulusalcılar ayaklandı ve TSK’ya sahip çıktı. Yüzbinlerin katıldığı Cumhuriyet Mitingleri düzenlendi. Ak Parti’nin dünya felsefesine karşı çıkan herkes kolları sıvadı.
Sokaklar doldu, Anıtkabir Atatürk’e şikayete gidenlerin merkezi oldu.
TBMM’ de ünlü 367 formülü ortaya atıldı.
Amaç, Köşk’ü türbanlı bir AKP’ye kaptırtmamaktı.
DÖNÜM NOKTASI, 27 NİSAN MUHTIRASI OLDU
TBMM’ de ve meydanlarda yaşananlar giderek tırmandı ve son noktası 27 Nisan gecesi kondu. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın elinden çıkan açıklama veya sonradan muhtıra adı konan bildiri, bomba gibi patladı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunun yapılmasından 5 saat sonra, TSK açıkça , AKP ’yi irticai faaliyetleri körüklemekle suçluyor, üstü kapalı şekilde Gül’ün seçilmemesini istiyor ve “...TSK’nın kanunların kendine verdiği yetkileri kullanmakta kararlı olduğunu...” belirtiyordu.
Olası bir darbe girişiminin işaretiydi.
Mesaj netti : “...Dediğimizi yapın ve Gül’ü seçmeyin, aksi halde müdahale ederim...”
TSK sopayı göstermişti.
Asker- Sivil ilişkilerinin ne yöne gideceğini belirleyecek en kritik saatler başlamıştı.
AKP, ya eskiler gibi boyun eğecek veya açıkça meydan okuyacaktı.
Erdoğan’ın onayladığı ve sözcü Cemil Çiçek’in okuduğu yanıt farklıydı. Dik duruluyor, ancak kavgacı bir dilden de kaçınılıyordu.
Her şeye rağmen, ilk defa bir sivil iktidar askere baş kaldırıyor ve “Kendi işinize bakın, bize karışmayın” diyordu: “...Başbakan’a bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın bir hükümete karşı ifade kullanması demokratik hukuk devletinde düşünülemez...”(28.4.07 )
Askerin muhtırası ve Cumhurbaşkanlığı seçimine karşı açılan kampanya, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP ’yi adeta uçurdu. Türk halkı mağdur olarak gördüğü Erdoğan’a yüzde 47 oy verdi.
AKP, kamuoyunu arkasına almış ve bu mücadelenin en önemli aşamasını kazanmış oldu.
TSK, seçimlerdeki bu büyük yenilgiye rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçiminin peşini bırakmadı.
Genel Seçimlerden bir ay sonra, 27 Ağustos günü, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt yeni bir açıklama yaptı: “...Türk ulusunun birlik ve beraberliğini, Cumhuriyetin laik ve demokratik yapısını bozmak ve çağdaş kazanımları ortadan kaldırmak için sinsi planlar ortaya çıkıyor... Bunlar TSK’yı yıldırmayacaktır. Bu direnç TSK’nın genlerinde mevcuttur...”
Bu açıklamaya karşılık Gül, ertesi gün, 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçildi.
Herkes TSK’ ya döndü.
Acaba nasıl bir tepki gösterecekti ?
Asker, kıpırdayamadı.
Komutanlar, resmi karşılamalı protokolde Cumhurbaşkanı’nın türbanlı eşinin elini sıkmamak, resepsiyonlara türbanları eşleri davet etmemek gibi, kozmetik, bir süre sonra komikleşen bir kampanya ile yetindiler.
Genelkurmay siyasi iktidarı tehdit etmiş, ancak istediğini elde edememişti.
Bu kurumun ilk defa etkinsizleştiği ve yaptırım gücünün yok olmaya başladığı, iktidar partisi lideri Erdoğan’ı doğru şekilde okuyamadığı, tam anlamıyla değerlendiremediği izlenimi yaygınlaştı.
ASKER, KAPATMA DAVASINDA DA TARAF GİBİ GÖRÜNDÜ...
TSK’nın gelişmeleri gerçekçi şekilde değerlendirip yeni bir tutum saptayamaması, 2008 yılında devam etti. Cumhuriyet Başsavcısının , AKP ’ye yönelik açtığı kapatma davasında da TSK ortalarda göründü. Partinin laikliğe karşı tutumunu ispat etmek için suç delillerinin önemli bölümü, emekli askerlerden, onların kurdukları derneklerden alınmıştı. Anayasa Mahkemesini etkilemeye yönelik demeçler durmadı. En keskin olanı da, Mahkemenin kararını açıklamasına yakın günlerde, Büyükanıt’ın Akademilerdeki konuşmasıydı:
“...Türkiye, laik yapısıyla İslam dünyasının tek örneğidir. Bunu bozmaya yasal organlar izin vermeyecek. Cumhuriyetimizi ve onun temel ilkelerini hiçbir güç kendisine biat ettiremeyecek...” (5.6.2008)
TSK, 1'inci Başkanının ağzından çıkan bu sözlerle, AKP cephesinde “ Partinin kapatılması için anayasa mahkemesine gönderilen açık bir mesaj” olarak algılandı. Büyükanıt belki bu niyetle söylememişti, ancak Erdoğan ve çevresi, bu sözleri meydan okuma olarak değerlendirdi. Onlar için, asker Ak Parti’nin başını kesmek istiyordu. Artık savaş açılmıştı.
Ancak TSK yine istediğini elde edemedi.
30 Temmuz 2008 günü, Anayasa Mahkemesi, AKP’ nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna karar verdi, ancak kapatma kararı almadı. Hazine yardımının yarısını kesmekle yetindi.
TSK, AKP’ ye karşı sürdürdüğü mücadelede en önemli muharebesini kaybetti.
* * *
ERDOĞAN, SONUNDA ERGENEKON DÜĞMESİNE BASTI.
TSK’nın bu mücadeleyi tümüyle kaybetmesiyle sonuçlanan süreç 2008 yılında başladı. AKP’liler ne kadar, bu olayda hiçbir rolleri olmadığını, tamamen kendilerinin dışında ve bağımsız yargının tek başına hareket ettiğini söylerlerse söylesinler, Türk kamuoyu Ergenekon soruşturmasıyla başlayan ve başka davaların da ortaya çıkmasıyla genişleyen bu sürecin Başbakan Erdoğan’ın direktifi veya onayı ile gerçekleştiğine inandı. Belki gerçekten parmakları yoktu, ancak kamu algılaması bu yöndeydi.
AKP yıllarca sabretmiş, uzlaşmaya çalışmış, kafasını birkaç defa giyotinin altından kurtarmış, sonunda eline geçen bu fırsatı kaçırmak istememişti.
Ergenekon ile başlayan Balyoz ile genişleyen soruşturma ve davalar, TSK’nın zaten bitmeye başlayan nefesini kesti, askerin kamuoyundaki prestijine ağır darbe vurdu. Görev başındaki Generallere bile dokunula bilineceğini gösterdi.
22 Ocak 2008’de, önce basit tutuklamalar, ardından akademisyenler, bilim adamları- gazeteciler ve 2008’in ikinci yarısından itibaren, Hurşit Tolon ve Eruygur’un gözaltına alınmalarıyla genişleyen Ergenekon davası hala sürüyor. Birçok hukuk kuralının çiğnendiği, yaşın yanında kurunun da yandığı bu davaya bir de Balyoz davası eklenince, kamuoyu ikiye bölündü.
Bir kesim bütün bu olayın, bir AKP komplosu olarak görürken, daha geniş bir kesim, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” yaklaşımıyla, TSK’yı suçlamaya başladı.
Yeni Genelkurmay Başkanı Başbuğ, her defasında yalanladı, her defasında daha sert konuştu... Birgün Kuvvet Komutanlarını yanına aldı “...TSK üzerinden elinizi çekin” (26.6.09) diye haykırdı, birgün “...İçinde bulunduğumuz süreçten rahatsızız... Hem ülkesini, milletini sevmek, hem de haksız yere TSK’ya karşı psikolojik harekat yürütmek bir arada olamaz...” ( 17.12.09 ) diye tepki gösterdi, başka birgün “...Askerine, Allah Allah diye hücum ettiren bir ordu nasıl Allah’ın evi olan camiye bomba atmayı düşünür? Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları...” (25.1.10) diye haykırdı, ancak süreci durduramadı.
TSK artık dokunulmazlığını tamamen kaybetmişti.