27 Eylül 2010 Pazartesi

Rastgele bir faşizm midir ki ‘12 Eylül’ / Namık Çınar

Keşke hiç çıkmamış olsaydı televizyonlara. Otuz yıllık suskunluğunu bozmasaydı da, olan bizim “kimya”mıza olmasaydı bari, durup dururken.

Evet! Biliyorum... “eften-püften” bir yaklaşımla, şöyle “hem nalına, hem mıhına” sorularla gidilmedi üzerine. Bu ülkenin toplumsal yaşamını ve yapısını altüst eden “12 Eylül rejimi”nin en sıradan bir “hesap çetelesi” dahi konmadı önüne, yanıtlaması için.
Sanki “zavallılığı”na tav olunup, neredeyse “aklanmak” üzere boy vermiş gibiydi, ekranlardaki “silik” endamıyla.
“Tahsin Şahinkaya”... “12 Eylül darbesi” mimarlarının “beşi bi’yerde”sinden bir tanesi. Aslında mimar da değil, “taşeron”... “müteahhit” hiç değil. “Mona Lisa”nınki gibi gönle huzur veren o hüzünlü gülümsemeyle değil de, suratına maske gibi yapışmış pis bir sırıtışla anımsanacak otuz yıllık bir “suskun”.

Ağzını açınca bütün sihir kaçıverdi. Her şey altüst oldu. Herkes şaşaladı, ilkin bir. Bütün bu olup bitenlere sebep olan, kendisinden ödü kopulan adam, bu mudur yâni şimdi?
Evet, budur!.. Bütün bu olanlara sebep olan adamlar işte bunlardır. Hacimleri de ancak bu kadardır.
Ne sanmıştınız siz... ne bekliyordunuz ki?

Karısı bile “yeterli” bulmamış olacak, dayanamayıp o dahî katıldı söyleşiye, yarısına doğru.

Fakat, generallikleri boyunca da hep böyleydiler zaten. Subaylar, general oldular mı, karıları da olurlar onlarla. Şimdikileri bilmem ama, en azından “eskiler” böyleydiler.

Hâttâ “paşa”, birliklerini mi denetleyecek, karısı da tüm subayların eşlerini toplar; onları da o denetlerdi.
Tıpkı askerlerinki gibi bir toplantı olurdu, bunlarınki de. Öyle ki, hanımlar kendilerini tanıtırlarken, “komutanın karısı”na; kendi isimleriyle değil de, kocalarının isim ve rütbeleriyle “tekmil” verirlerdi. Yâni, adı “Zeynep”se meselâ, o artık Zeynep değil, kocası itibariyle “Yarbay Hasan Durmaz”dı.

“Bayan Şahinkaya”nın da dayanamayıp, kocasının söyleşisine katılmasını yadırgamamalısınız, bu yüzden. Kocasını çekip çevirmesi, burnunu onun işlerine sokması, “darbeden, Washington büyükelçimizin dahi haberdâr olmadığını” vurgulaması örneğin, eski bir alışkanlığı olsa gerektir, çünkü.

Ne ki, biz bu “zavallılık”lardan koca bir faşizm” çıkarıp açıklayamayız sonra, dikkatinizi çekerim.

Beş kişinin üstüne çullanmakla yetinmek ve “ne yaptılarsa bunlar yaptılar, zaten” demek, hem kolayına kaçmaktır işin, hem de yanlışa düşmektir, başından beri.

Amenna... “simge” olmuşlardır; işin tepesinde onlar vardır, tamam!.. Bu kadar değildir, fakat “12 Eylül”. Bu kadar “ucuzuna” yöntemlerle, bu beş “Keşanlı Ali”nin arkasına saklayarak “gizlenebilecek” bir yapı değildir öyle, bu otuz yıllık serüven.
Bu çok önemli... Zira, Anayasa’dan sökülüp atılan “geçici 15. madde”den, biz bunu anlıyorsak sadece, durum “vahim” demektir.

Bu beş kişiyle haşır-neşir olmak, “burunlarından getirmek” yapılanları... yüreklerimize su serperek birer serinletme işlevi görebilirler bu vesilelerle belki, ama bu ülkenin başına dertler açmış faşizmi tepelemeye yetmiş olamazlar, hiçbir zaman.

Bu adamlar gerçekten de “zavallı”dırlar. “Bağışlayan” ve onları “hoşgören” bir kavram olarak almayınız, bunu lütfen. Ne denli “yetersiz” olduklarının, “acüze”liklerinin bilinciyle, her türlü “siyasal, sosyo-ekonomik ve askerî iç ve dış operasyonlara” nasıl tabi tutulduklarımızı, nelere maruz bırakıldıklarımızı daha iyi kavrayabilelim, diye söylüyorum bütün bunları.

Eğer bu “beş faşizan karikatür”e takılı kalır, elbet de gözardı da etmeden ve fakat üzerlerinden aşarak, arkalarındaki tüm olaylara ve asıl aktörlere odaklanmak suretiyle, bu otuz yıla bir de böylesi gözlüklerle bakmazsak; korkarım, kendi yarattığımız bir “popülizm”le “kim vurdu”ya gidecek, “oldubitti”ye getirilecek, tüm çektiklerimizin faturası.

Bu nedenle, otuz yıl beklemeselerdi de, çoktan konuşmuş olsalardı keşke. Suskunluklarının yarattığı sözde sihir, bu kadar sürmezdi o vakit.

Ama bu dahi bilinçle yapıldı, bana sorarsanız. Ağızlarını açmasınlar da, “bir şey oldukları” sanılsın, istendi. Baksanıza, bir tek sözcük çıkmadı ağızlarından, Allah için, sanki “sağır ve dilsiz” imişler gibi.

Konuşsalar, “kem-küm”dü söyleyecekleri. Vasıfları ortaya çıkacak, birer “korkuluk” olma işlevi dahi göremeyeceklerdi.

Öyledir... bazen bir toplum, çok basit etkenlerle basireti bağlanarak, oyalanabilir, zaman yitirebilir. “Zannetmek”, onu “çözene kadar”lık bir “süre”ye tekabül eder. Burada da işte bu yapılmıştır.

Israrla söylüyorum. Toplumsal olguların “temel nedenleri” tabii ki böylesi şeylerle açıklanamaz yalnızca. Ama bu adamların otuz yıllık suskunluklarının; “12 Eylül harekâtı”nın “yanıltıcı taktikler” bahsindeki “sahte hareketler” faslını oluşturdukları da bir gerçektir. Toplum bu zokayı yutmuş, ilgisini bu beş adamın üzerinde tutarak kendisinden bekleneni büyük oranda yerine getirmiştir.

Ama bundan sonraki hedefimiz, bu kanlı faşizmin asıl unsurlarını bir bir ortaya çıkarmak ve kaynaklarını artık kurutmak olmalıdır, hiç değilse.