27 Nisan Muhtırası'ndan bir hafta sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt Dolmabahçe'deki Başbakanlık çalışma ofisinde 135 dakika süren baş başa bir toplantı gerçekleştirdiler. Olayın üstünden dört yıldan fazla geçmesine rağmen bu görüşmenin içeriği asla kamuoyuna açıklanmadı. Hürriyet gazetesinin dört önemli kalemi; Yayın Yönetmeni Enis Berbeoğlu ve yazarlar Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, Ahmet Hakan 4 Mayıs 2007'de yapılan ve sonradan ‘Dolmabahçe Mutabakatı' olarak anılacak bu buluşmanın şifrelerini çözüyor.
ÖZKÖK: Hatırladım. Herhalde dünya muhtıralar tarihinin ilk teaser'lı muhtırasıydı. Az sonra az sonra, diye bütün gece bekledik.
ERGİN: Niye öyle bir beklenti oluşmuştu?
BERBEROĞLU: Metehan (Demir) yüzünden.
ERGİN: Saat kaçtı, Metehan duyurduğunda?
BERBEROĞLU: Benim çuvallamamdan 15-20 dakika sonra. 22.30 gibi, kayanın büyüklüğü anlaşılmıştı. Bir kaya düşüyor, büyük kaya kimin kafasına gelecek, belli değildi.
ERGİN: Düşüş saatini hatırlayan var mı?
BERBEROĞLU: 23.17...
ÖZKÖK: Evet. İkinci kadeh şarabımdaydım.
ERGİN: Ben de o gece 23.00'te yatmıştım.
ÖZKÖK: O kadar erken?
ERGİN: Çok yorgundum herhalde.
HAKAN: Her gece böyle değil yani.
BERBEROĞLU: Muhtırayı o yemedi ki.
HAKAN: Sedat'ı tanımaya çalışıyorum.
ERGİN: Uyuyordum, telefon çaldı. Tam da böyle başucumda. Açtım, Aydın Bey (Doğan). “Haberin var mı, muhtıra gelmiş” dedi. Bir yayın yönetmeni olarak habersiz olmak ve patrondan bildirime muhatap olmak... Neyse.
BERBEROĞLU: Ahmet sen ne yaşadın o gece?
HAKAN: Evdeydim, televizyondan takip ettim olayı. Canlı yayına geçtiler, herkesle konuşuyorlar. Beni de aradılar.
BERBEROĞLU: Nöbetçi yorumcu olarak.
HAKAN: Ben yorumuma şöyle başladım: Bu bir muhtıradır! Esaslı bir durum olduğuna işaret eden şeyler söyledim.
ÖZKÖK: Açıklanınca mı ‘muhtıra' dedin?
HAKAN: Tabii tabii. Açıklandıktan sonra bunun bir muhtıra olup olmadığı konusunda bir isim konmamıştı. Bunu söyledikten sonra telefonu kapattım, telefonum çaldı. Arayan, dönemin Başbakanlık sözcüsü Akif Beki'ydi. “Muhtıra dememeliydin. Çok yanlış oldu” dedi. “Peki ne diyeceğiz” dedim. “Bildiri denilebilir. Ne olur, bundan sonraki programlarda muhtıra kelimesini kullanma” dedi bana.
ÖZKÖK: Ben metin gelmeden önce Türk siyaset tarihine bu kadar ağır geçecek bir olay beklemiyordum. Ben gene askerler yaptıkları açıklamalardan bir tanesini daha yapacak, diye bekliyordum.
BERBEROĞLU: Ankara'daki hava da öyleydi. Genelkurmay Karargâhı'nda kapanmış Paşa, kendi başına çalışıyor. Çalışma saatleri hakkında aşağı yukarı bir fikrimiz de var. Bu olay kadar önemlisi, 27 Nisan'dan bir hafta sonra iki siyasi aktörün bir araya geldiği Dolmabahçe, ki biz de onları yazdık.
ERGİN: Dolmabahçe'de karşı karşıya geldiklerinde Başbakan Genelkurmay'ın açıklamasına meydan okuyan bir bildiriyi çoktan yayınlamıştı. “Erken seçim kararını alıp Genelkurmay'ın karşısına çıkıyoruz” dedi.
ÖZKÖK: Bu dosyayı hazırlarken geriye gittim. Birtakım şeyleri yan yana koyduğum zaman, çok ilginç bazı şeyler ortaya çıktı. Bunları tekrar kurgu, senaryo içerisinde bir araya getirdiğimizde çok enteresan bir görüntü belirdi. Ama şu soruyu sormadan da geçemeyeceğim. Bazen, gazeteci olarak yaşadığım bir olayın o an kafamdaki değeriyle, daha sonra ona atfedilen değerler arasında büyük farklar görüyorum. O zaman şöyle düşünüyorum: Acaba tarih dediğimiz şey, olayın kendi önemi kadar, ona atfedilen değerler mi? Bazen hiç ciddiye almadığım olaylar tarih olgusu olarak önüme çıktığında hayretler içerisinde kalıyorum...
HAKAN: Tarih böyle bir şeydir.
ÖZKÖK: Ya tarih böyle ya da bizim zekâmız o tarihi anında kavramaya müsait değil.
HAKAN: En güzel lafı Ömer Çelik etti: “Askeri bildiriyi muhtıraya çevirecek olan da kâğıt parçasına çevirecek olan da o askeri bildiriye muhatap olan iktidarın tutumudur...” Eğer iktidar ona karşı çıkmasaydı, o bir muhtıra olacaktı. Karşı çıkarak kâğıt parçasına çevirdi.
ERGİN: Genelkurmay'ın iç politikanın karasularına giren konularda yaptığı açıklamaların hiçbiri bu ölçüde bir sarsıntı yaratmamıştı. Burada algıdaki farkı getiren, ilk kez bir hükümetin ertesi gün çıkıp “Biz bu açıklamayı kabul etmiyoruz, bu konular hükümetin, sivil otoritenin yetkisi içindedir” diyerek bir anlamda Genelkurmay'a meydan okumasıydı. 27 Nisan Bildirisi'nde “Gerekenleri de yapacağız” gibi bir ifade var. Hükümet bu karşı çıkışı yapınca ve de Genelkurmay'dan o ‘gereken' adımlar gelmeyince üstünlük sivil otoriteye geçti. Önemli bir eşik atlandı.
ÖZKÖK: Bugüne kadar tüm bilgiler, bunu Yaşar Paşa'nın tek başına yazdığı yolundaydı. Ama ben öyle bir bilgiye ulaştım ki bu ‘tek başına yazdı' tezi, acaba çok doğru değil mi?
ERTUĞRUL ÖZKÖK
“Bu tarihi toplantı için geriye sayım işlemi, bundan tam bir hafta önce, Ankara'da bir restoranda başlayacaktı. Yakın tarihin çok önemli bir sayfası, o gece orada bulunan bir gazeteci tarafından yazılmaya başlıyordu”
BİR GENELKURMAY BAŞKANI, BİR BEN BİR DE ALLAH
Beşiktaş'taki Hayrettin Paşa İskelesi'nde o gün her zamanki kalabalık
vardı. Dikkati çeken tek şey, polisin iskelenin bir bölümüne çektiği
güvenlik çemberiydi. Çemberin ortasında siyah renkli bir çanta vardı ve
polis imha ekibinin gelmesini bekliyordu. O sırada genç bir adam
yaklaştı ve çantanın babasına ait olduğunu söyledi.
Polis genç adamı dinledi ve; “Sizi karakola alacağız...” dedi.
Genç adam hayretler içindeydi. Sıradan bir unutkanlık, karakolluk hale gelmişti. Normal bir günde olsa, olay orada kapanacak; büyük ihtimalle raporlara, ‘unutulan çanta' olarak geçecekti.
Ancak o gün çok özel bir gündü. Tam o saatlerde, 50 metre ilerdeki Başbakanlık ofisinde ‘Türk siyasi tarihine' bölüm başı olarak geçecek bir toplantı yapılıyordu.
ÖZEL KALEME ÖZEL TALİMAT: GÖRÜNTÜ MAHREMİYETİNİ SAĞLA
4 Mayıs 2007 günü, Dolmabahçe Sarayı'nda Başbakanlık ofisi olarak kullanılan bölümün kapısına sadece gelecek önemli kişinin adı bildirilmişti.
O gün gelecek kişiyle yapılacak toplantı, ‘çok özel' bir mahiyetteydi. Toplantı sırasında etrafta fazla kişinin bulunmaması isteniyordu. Onun için ‘görüntü mahremiyeti' sağlandı. Yani Başbakan'a çok yakın iki kişi bırakıldı.
Çünkü gelecek kişi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'tı. Ve o toplantı Türk siyasi tarihine ‘Dolmabahçe Görüşmesi' olarak geçecekti.
Ama bu tarihi toplantı için geriye sayım işlemi, bundan tam bir hafta önce, Ankara'da bir restoranda başlayacaktı. Yakın tarihin çok önemli bir sayfası, o gece orada bulunan bir gazeteci tarafından yazılmaya başlıyordu.
PAPERMOON'DA GELEN TELEFONUN EKRANINDA BİLİNMEYEN NUMARA
Gazeteci Metehan Demir'in telefonu çaldığında, saat tam 22.05'i gösteriyordu. Ankara'nın o günlerde siyasi nabzının tutulduğu Papermoon restoranı tenhalaşmaya başlamıştı. Ekranda ‘Bilinmeyen numara' ifadesi görünmüştü.
Masada üç kişi daha vardı. Üçü de Başbakan Erdoğan'ın en yakın çevresindendi. Özel Kalem Müdürü Hikmet Bildik, Adana Milletvekili Ömer Çelik ve Erdoğan'ın karakutusu olarak bilinen Mücahit Aslan.
Arayan, Genelkurmay'ın en güçlü isimlerinden biriydi. Hemen konuya girdi:
“Metehan, bir buçuk saat sonra Genelkurmay'ın sitesine çok önemli bir bildiri koyacağız. Gözünüzden kaçmasın.”
Metehan Demir, “Bir dakika” deyip yerinden kalktı, restoranın balkonuna çıktı. Haber önemliydi ama “Ya doğru çıkmazsa” endişesi vardı. Kendini emniyete almak için sordu:
“Elinizde bildirinin bir taslağı var mı?”
BİR E-MAIL ADRESİ VER TASLAĞI GÖNDEREYİM
Muhatabı “Tabii var. Bana bir e-mail adresi verirsen hemen gönderirim” dedi.
O zamanlar BlackBerry'si yoktu. İçeri girdi, restoranın müdürüne “Volkan Bey, bana bir laptop bulabilir misiniz?” diye sordu. Müdür, kendi laptopunu verdi. Biraz sonra taslak elindeydi. Hemen televizyondaki arkadaşını aradı ve “Bildiri geliyor” haberini verdi.
Yerine döndüğünde, masadaki üç kişinin telefonları çalmaya başlamıştı bile. Ömer Çelik, “Televizyonda ne dedin, herkes arayıp bir şey söylüyor?” diye sorunca, “İşte budur” deyip, elindeki metni onlara uzattı.
Masadaki üç kişi metni dikkatle okuyup restoranın bulunduğu Beymen mağazasının erkek reyonuna indi. Kendilerine orada rahat konuşabilecekleri bir oda verilmişti.
Oradan bir numarayı çevirdikleri sırada saat 22.15 olmuştu ve ‘27 Nisan e-muhtırası'nın internet sitesine konmasına sadece 1 saat 2 dakika kalmıştı.
SAAT 20.15: “BİR ŞEY YAZDIM BİRİNİ GÖNDERİP ALDIRIN”
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, o akşam 18.45'te konutuna döndü. O saate kadar her şey normal gidiyordu. Çalışma arkadaşlarının o güne ait hatırladıkları en önemli şey, bir ara içerden bağırarak söylediği şu sözlerdi:
“Bu Kutlu Doğum Haftası etkinliklerini de iyice abarttılar.”
Akşam televizyon haberlerinden Meclis'teki cumhurbaşkanlığı oylamasını seyretmişti. Saat 20.15'te, en yakınındaki yardımcılarından birinin telefon çaldı. Telefonu açtığında şaşırdı. Karşısında komutan vardı. Bizzat kendisi aramıştı. Ertesi gün İstanbul programıyla ilgili bir şeyler söyleyecek sandı. O ise kısa bir talimat verdi:
“Bir metin yazdım. Gelip bunu alın, sonra da internet sitesinden duyursunlar. Ben gereken yerlere talimatları verdim.”
Metin geldiğinde, öteki ilgili kişiler apar topar karargâha gelmişti bile. Metin üzerinde ufak tefek imla düzeltmeleri yapıldı. Saat 22.00'de, Türk ordusunun siyasetteki yerini deprem gibi gelişmelerle altüst edecek e-muhtıra, internet sitesine konmaya hazırdı. İş, gazetecilere ‘tüyo vermeye' kalmıştı. Karargâhtaki komutan telefonu çevirdi. Karşısında Metehan Demir vardı.
KOMUTAN İSTİRAHATE ÇEKİLDİ KENDİSİNİ UYANDIRAMAYIZ
Beymen'deki o odadan telefon açıldığında, Başbakan Erdoğan evinde televizyon seyrediyordu. Anlatılanları dikkatle dinledi ve “Hemen ulaşabildiğiniz askerleri arayıp siteye konmasına mani olmaya çalışın” dedi. Kendisi de özel kalemine Genelkurmay Başkanı'nı araması talimatı verdi.
Genelkurmay Başkanı'nın konutundaki telefon açıldığında saat 22.58'i gösteriyordu. Bildirinin internet sitesine konmasına sadece 19 dakika kalmıştı. Telefonu açan yaver, çelik gibi bir sesle konuştu:
“Komutanımız yarın İstanbul'a gideceği için istirahate çekildi”.
Türk devlet tarihinde belki de ilk defa bir Genelkurmay Başkanı, Başbakan'ın telefonuna çıkmıyordu.
Saat tam 23.17'de e-muhtıra Genelkurmay internet sitesine konmuştu ve Türkiye artık bunu konuşuyordu.
BAŞBAKAN BÜYÜKANIT'LA TELEFONDA KONUŞURKEN YANINDA KİM VARDI
Aramalar ertesi gün de devam edecek, ama önce, “Komutan şu an yolda. İrtibat kuramıyoruz” cevabı gelecekti. İkinci aramada “Güvenli konuşmayı sağlayacak şifreli telefon yok” denecekti.
Genelkurmay Başkanı ancak öğle saatlerinde İstanbul'da arabadan, Başbakan'ı arayacaktı. Çünkü o saatlerde, kendisine ‘Çok önemli' bir istihbarat arz edilmişti. Hükümet bir karşı bildiri yayınlayacaktı. Şimdi bu bildiriyi engellemeye, en azından yumuşatmaya çalışma sırası ondaydı.
Öğle saatlerinde Başbakan bağlandı. Büyükanıt bunun bir muhtıra anlamı taşımadığını, sadece görüş ve endişelerini dile getirdiğini söylüyordu. Dolayısıyla hükümetin buna ölçüsüz bir yanıt vermemesi gerektiğini anlatıyordu.
O sırada telefon kesildi.
Ve o telefon, 4 Mayıs görüşmesinden kısa bir süre öncesine kadar bir daha hiç açılmayacaktı.
Genelkurmay Başkanı'nın bilmediği çok önemli bir ayrıntı vardı. Başbakan telefonda konuşurken yanında dönemin Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül vardı. Bunu ortaya Hürriyet'in Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu çıkarmıştı. Gül ertesi gün bu bilgiyi doğrulayacak ama, “Hep yanında değildim. Konuşurken bir ara girip çıktım” diyecekti.
KAPIDA MÜSTEŞAR YERİNE ÖZEL KALEM MÜDÜRÜ KARŞILADI
Büyükanıt'ı kapıda özel kalem müdürü karşıladı. Genelkurmay Başkanı hiç bekletilmeden içeri alındı. O sırada ofiste sadece iki kişi vardı.
Başbakan kendisini ayakta karşılayıp karşısındaki yeri gösterdi. Kendisi her zamanki gibi, sırtını Boğaz'a veren koltuğa geçti. Önündeki dosyanın kenarından bazı kâğıtların ucu görünüyordu. Bunlardan biri 27 Nisan Bildirisi'nin metni idi. Ötekiyse hükümetin yaptığı açıklama.
Konuşma yumuşak bir üslupla başlamıştı. İçeriye sadece çay getiren görevli girecekti.
Aynı saatlerde 50 metre ötedeki iskelede, polisler, “Bu çanta babamın, burada unutmuş” diyen genç adamı karakola davet ediyordu.
ERDOĞAN'IN EN MERAK ETTİĞİ SORUYU SORDUK
Başbakan'ın yakın çevresi, 27 Nisan Bildirisi'nin yayınlandığı geceden itibaren şu sorunun cevabını aramıştı:
“Bu bildiri Yaşar Paşa'nın şahsi bir girişimi mi, yoksa ordunun bütün üst kademesinin ortak görüşü mü?”
Büyükanıt o günlerde bu soruyu soran birine, “Elimiz kalem tutar” diyerek, kendi yazdığını ima etmişti. Bundan iki yıl sonra yaptığı açıklamalarda, bildiriyi bizzat kaleme aldığını açıkça söylemişti.
Ancak Başbakanlık tarafında değerlendirme böyle değildi. O günlerde, konuştuğumuz yakın çevreden bir isim şu ilginç analizi yapacaktı:
“Bildiriyi dikkatle okursanız, öyle hemen o gece anlık heyecanla yazılmış bir metin değil. Bir sürü olay anlatılıyor. Yani birileri epey hazırlık yapmış, malzeme vermiş.”
Dolmabahçe'deki ofisin kapısı yeniden açıldığında saat tam 19.05'ti. Baş başa konuşma 135 dakika sürmüştü. Erdoğan ofisin kapısına kadar gelip Büyükanıt'ı orada özel kalem müdürüne bıraktı.
Yüzler asık değildi. Büyükanıt çıkarken Başbakan'a dönüp, çiçekleri ve restore edilen yerleri gösterip yüksek sesle, “Ne güzel olmuş buraları” dedi. Görüşmenin sıcak geçtiği izlenimi veriyordu.
Özel kalem kısmında, yine sadece iki kişi vardı. Onlar da bugüne kadar hiç konuşmadılar. Dolayısıyla “Ayrılırken havaları nasıldı” sorusuna ancak ikinci, üçüncü dereceden tanıkların ifadeleriyle cevap alabiliyoruz.
İkisinin de havası iyiymiş. Yani içerde çok gergin bir görüşmenin geçtiğine dair kuvvetli kanıt yok.
Buna karşılık çok iyi bildiğimiz bir başka şey var. Başbakan'ın ofis çalışmaları sabah gündeminde açıklanmadığı gibi, görüşme sonrasında da açıklanmıyor. Ancak o gün çok özel bir uygulama yapıldı. Büyükanıt daha kapıdan ayrılırken, basına bu görüşme duyuruldu.
Gazetelerin Ankara büroları ve İstanbul yönetimleri artık bu buluşmaya kilitlenmişti. Olayın adı daha o gece konacaktı:
‘Dolmabahçe mutabakatı”.
Bir mutabakat olup olmadığını kimse bilmiyordu. Ama borsacıların diliyle, siyaset ve medya bu ifadeyi ‘satın almıştı'. Herkes “Neler konuştular?” sorusunun cevabını arıyordu.
Ertesi akşam konuştuğum bir Başbakanlık yetkilisi şunu söyleyecekti:
“Bugüne kadar başbakanların genelkurmay başkanlarıyla yaptığı hangi görüşmenin içeriği açıklandı ki bu açıklansın?”
Cevap makuldü. Ama görüşmeden 24 saat sonra Ankara'da üst üste öyle gelişmeler yaşanacaktı ki, bu sözler anlamını yitirecekti.
ERTESİ GÜN ANKARA'DA TESADÜFLER ZİNCİRİ
Önce Başbakanlığın çok tartışılan müsteşarı Ömer Dinçer görevinden ayrıldı. Makul bir gerekçe bulunmuştu: “Seçimlerde aday olacaktı.” Böylece askerlerin en büyük itirazlarından biri giderilmiş görünüyordu.
Ama daha önemli bir gelişme vardı. Meclis'te o gün cumhurbaşkanlığı için yapılan oylamada 367 oy çıkmayınca, Abdullah Gül adaylıktan ayrıldığını açıklamıştı. Bu arada Dinçer'in listede yedinci sıra gibi alt bir yere yerleştirilmesi, Dolmabahçe görüşmesinin çerçevesini çiziyordu.
Demek ki bir ‘mutabakat' vardı.
Buna karşılık “Erdoğan ne almıştı?” Bu sorunun cevabı da aynı gün gelecekti. Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan Bildirisi'ni internet sitesinden çekmişti. Bu gelişmeler, bir gün önce Dolmabahçe ofisinin kapısındaki rahatlamış yüz ifadeleriyle birleştirilince, puzzle tamamlanmıştı.
KOMUTAN BİLDİRİYİ TEK BAŞINA KALDIRINCA KIYAMET Mİ KOPTU
Ancak gazeteciler, merak ettikleri sorunun cevabını bulduklarını sandıkları anda, sürprizler birbiri ardına gelmeye başlıyordu.
Önce Genelkurmay bir açıklamayla 27 Nisan Bildirisi'nin yeniden siteye konduğunu bildirdi. Aynı saatlerde Başbakanlık da Gül'ün çekilme kararının ve Dinçer'in ayrılmasının ‘Dolmabahçe görüşmesi'yle ilgisinin bulunmadığını açıkladı. Öyleyse ne oluyordu?
Olaydan dört yıl sonra yapılan yorum şu: Büyük bir ihtimalle Büyükanıt 27 Nisan Bildirisi'ni kendi kaleme almış. Dolmabahçe'deki mutabakatı da kendisi tek başına yapmış ve bildiriyi de kendi koyduğu gibi yine kendi başına kaldırmıştı. Ancak öteki komutanlar itiraz ettiği için kısa süre sonra yeniden koymak zorunda kalmıştı.
Bu gelişmeler, gazetecileri ve siyasetçileri tekrar Dolmabahçe'deki ofisin kapısına bırakmıştı. Erdoğan'ın ağzından ilk lafı ben almıştım:
“Birbirimize söz verdik. Kimseye anlatmayacağız.” Sonraki günlerde daha da kesin konuştu:
“Bir Allah, bir ben, bir de Genelkurmay Başkanı biliyor.”
Büyükanıt da aynı açıklamayı yaptı. Böylece Dolmabahçe etrafındaki merak giderek büyüyordu.
TİYATRO FUAYESİNDE GELEN AÇIKLAMA
Büyükanıt 2009'un 8 Mayıs günü, ‘32'nci Gün' programına çıktı ve ilk defa kendi ağzından “Bildiriyi ben yazdım” dedi. Ancak asıl açıklamaları ertesi gün gelecekti.
Hürriyet yazarı Tufan Türenç ve eşi bir süre önce Dilek Türker'in ‘Misery' oyununu sahnelediği tiyatronun fuayesinde Büyükanıt ve eşine rastlamıştı.
Komutan, “İlerde zamanı gelince neler konuştuğumuzu anlatacağım” demişti.
Bu söz, sırrın mezara kadar gitmeyeceği yolunda ilk işaretti. Türenç biraz ısrar edince Büyükanıt bir ipucu daha vermişti:
“27 Nisan Bildirisi'ni çok dikkatli okuyun. Satır aralarını çözmeye çalışın. Orada ne söylendiyse, Dolmabahçe'de de onlar konuşuldu. Dönüp dönüp okuyun.”
Başbakan Erdoğan'ın bu sözlere tepkisi biraz tehdit kokuyordu:
“O konuşursa, ben de konuşurum...”
Bu sözlerden sonra Büyükanıt derin bir sessizliğe gömüldü. Bu yazıyı hazırlarken kendisini aradık. Ama geri bile dönmedi. Belli ki Erdoğan'ın uyarısı etkili olmuştu.
EMİNE ERDOĞAN KRALİÇE'NİN DAVETİNDE O GÜNLERİ ANLATIYOR
O gün gerçekten ne olmuştu? Erdoğan partisinin bir MYK toplantısında o günlerle ilgili olarak şunu söyleyecekti: “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.”
Başbakanın az konuşan eşi Emine Erdoğan, 2008'in Mayıs ayında İngiltere Kraliçesi
II. Elizabeth'in ziyareti sırasında büyükelçilikte verilen davette, emekli büyükelçi Faruk Loğoğlu'na o günlerdeki ruh halini şöyle anlatacaktı: “İnanın çok yorgunuz. Psikolojik olarak da, bedenen de çok yorgunuz...”
NOT: Bu yazı açık kaynaklardan ve bazı kişilerle yapılan sohbetlerden derlenmiştir.
GENELKURMAY'IN KİMYASINI O HACKER'LAR MI BOZDU
Dolmabahçe görüşmesinden bir süre önce, Genelkurmay Başkanlığı'nda ilginç bir olay yaşandı. Büyükanıt'ın yakın arkadaşlarından biri, ailesiyle MSN üzerinden konuşurken, araya bir hacker girerek, ekrana küfürler yazmıştı.
Bu olay, başta Büyükanıt olmak üzere bütün komutanlarda, telefonlarının da dinlendiği şüphesini doğurmuştu.
Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir, bir yazısında bu olayı şöyle açıkladı:
“Şüphe giderek tırmanınca, Genelkurmay MEBS Başkanlığı'ndan bir ekip, hem cep telefonu şirketlerine hem de normal telefon hattı servisi sunan şirketlere gönderildi. Alınan yanıtlarsa ‘Bir şeye rastlanmadı' şeklinde oldu.”
Şüphelerini atamayan MEBS Başkanlığı bunun üzerine dinlemenin yapıldığını tespit edecek özel aletler getirtti.
Voltajlar düşürülüp, sistem haftalarca izlendi. Bu inceleme sonucunda hazırlanan rapor şöyleydi:
“Genelkurmay santralının lokal olarak dinlendiği kesinleşmiştir.”
Bunlar da akla şu ihtimali getiriyor.
Başbakan Erdoğan Dolmabahçe görüşmesine girerken, komutanlar hakkında bütün istihbarata sahipti. Yani Ergenekon oluşumundan ve gelecek olan davalardan haberdardı. Tabii bu sadece bir yorum. Ama doğruysa, Dolmabahçe görüşmesinin hangi havada geçtiğini açıklayacak tek cümle kalıyordu:
“Erdoğan seçime kadar zaman kazanmak istiyordu.”
22 Temmuz seçim sonucu ona istediği zamanı fazlasıyla verecekti. Artık arkasında yüzde 47 halk çoğunluğu vardı ve sivil otoritenin lügatinde ‘askeri vesayet' yerine, ‘sivil otorite' kavramı gelecekti.
27 Temmuz 2007 günü, terörle mücadele ekipleri bazı evlere giriyor ve yarım asır boyunca adını darbelerle aynı hanelere yazdırmış ordunun, bir daha dönmemek üzere kışlasına döndürecek ‘Ergenekon' süreci başlıyordu.
Artık Dolmabahçe'de ne konuşulduğunun da hiçbir önemi kalmamıştı...
ENİS BERBEROĞLU
22 Temmuz seçiminden üç gün sonra iki gazeteci Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt'ın odasına girdi. Off the record bir konuşmaydı.
İşte, o görüşmeden sonra tutulan notlar...
İnanın 2007 bahar ve yazında Ankara'da gazeteci, hele temsilci olmak kolay değildi. Cumhurbaşkanı adaylığı bilmecesi, Meclis turları, muhalefetin boykotu...
27 Nisan Muhtırası, hükümetin karşı resti, cumhuriyet mitingleri...
Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı, erken seçim çıkışı, yaz sıcağında meydan mitingleri...
Ve sanki arada bir yere sıkışıp kalan Dolmabahçe görüşmesi.
Türkiye Cumhuriyeti'nin şimdiye kadar en iyi korunan siyasi sırrı.
Yaşanan süreçte, atılan her adımda izini görmek, kokusunu almak...
Ama bir türlü adını koyamamak.
PAŞA ELİYLE AĞZIMIZI KAPATTI VE SUSTURDU
Dolmabahçe, gazeteci/haberci geni taşıyan herkes için meydan okumaydı. O tarihte genel yayın yönetmenim olan Ertuğrul Özkök (veya Ertuğrul Abi) ile güçleri birleştirdik, Ankara'da sivil ve askeri mahfellere ziyarette bulunduk.
Askeri taraftan önce geleceğin genelkurmay başkanı (o tarihte Kara Kuvvetleri Komutanı) Orgeneral İlker Başbuğ'la görüştük.
Başbuğ iki saati aşkın sohbeti, terörle mücadeleyle sınırlı tutmaya gayret etti. Belki niyet okumaya girecek ama Başbuğ'dan şu izlenimi edindim:
“27 Nisan Muhtırası'nı sorduğumda, elini avuç içi yüzümüze gelecek şekilde, sinirli bir ifadeyle kaldırdı, tek kelime etmeden konuyu kapattı. İlginç, çünkü eğer muhtıra ve sonrasında yaşanan gelişmeleri benimsiyor olsa, en azından savunur yönde birkaç cümle ederdi. Acaba sürece itirazının emir-komutaya takıldığını mı düşünmek lazım?”
O GÜN KOMUTANA ÜÇ SORU SORMUŞTUK VE YAZAMAMIŞTIK
Karanlıkta ilerlerken tünelin ucundaki ışık bizzat Genelkurmay Başkanı'ndan geldi. 22 Temmuz 2007 seçimlerinden bir hafta kadar önce, biraz umutsuzca yaptığımız görüşme talebine olumlu yanıt geldi. Ertuğrul Özkök ve bendeniz, Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile seçimden üç gün sonra, saat 10.00'da Genelkurmay Karargâhı'nda buluştuk. Sohbetimiz kayıt dışı geçti. Üç başlık altında yoğunlaştı:
- Muhtıra neden ve nasıl verildi, Dolmabahçe'de ne konuşuldu?
- Muhtıraya tepkinin Ak Parti'nin seçim zaferine katkısı oldu mu?
- Abdullah Gül adaylığını açıkladığına göre devamı nasıl gelecek?
Orgeneral Büyükanıt, muhtıra konusunda daha sonra kamuoyuyla paylaşacağı sorumluluk üstlenme cümlesini sanırım ilk kez bize söyledi:
“27 Nisan Bildirisi'ni ben kaleme aldım.”
Ardından ekledi:
“Tabii ki arkamda 10 bin kişilik kadro var. Onlar çalışmaları, dosyaları tamamladı, ben gerekli yerleri alıp birleştirdim, giriş ve sonuç bölümlerini yazdım.”
Hayrettir, muhtıranın Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olmağını da söyledi:
“ Cumhurbaşkanlığı seçimi bir süreç ve o yüzden bildiride tek cümleyle değiniyoruz.” (... Son günlerde Cumhurbaşkanlığı seçiminde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır.)
SABAH FARK EDERLER SANDIK AMA O GECE KIYAMET KOPTU
Muhtıra veya kendi ifadesiyle bildiri neden gecenin yarısında internet sitesine konuldu, acelesi neydi? sorusuna aldığımız yanıt da ilginçti:
“Aslında adil olsun, herkes aynı anda ulaşsın istedik. Biz gece koyarız siz de ertesi sabah fark edip kullanırsınız sandık, ama o gece kıyamet koptu.”
Bu yanıttan anlaşılıyordu ki, kendisi muhtırayı yazarken, karargâh subaylarının gazete ve TV bürolarını birazdan gelecek açıklama konusunda uyardıklarından Büyükanıt'ın haberi yoktu!
BİZDE TUTANAK YOK, ONDA OLDUĞUNU DA SANMIYORUM
Ertuğrul Özkök, Dolmabahçe görüşmesi konusunda en çok merak edilen ayrıntıyı sordu:
“Konuşma tutanak altında alındı mı?”
Büyükanıt pek önemsemez havada cevapladı:
“Bizde tutanak yok...”
Bir an durakladı sonra devam etti:
“Onlarda da olduğunu sanmıyorum.”
Görüşmenin genel tonu ve havasını sordum.
Eliyle çenesi hizasında bir seviyeyi işaret etti:
“Dolmabahçe'de üslubu koruyarak herşeyi açık açık konuştuk, lazımdı.”
Aradan geçen üç aya işaret ederek, “Sonuç?” dedik, kendisinden emin:
“Dolmabahçe'nin sonuçlarını alıyoruz. Devletin kurumları arasında güven kalmamıştı. Kurumsal güven önemli, yoksa ben giderim başkası gelir, işler değişir.”
25 TEMMUZ 2007
EN RENKLİ NOT: O günden hatırladığım tek renkli not, Büyükanıt'ın arka odasına ilişkin. Makam odasında pek kitaba rastlamadığımızı söylediğimde, arka odaya açılan kapıyı işaret etti. O oda, duvar rafları ve masa üstleri dahil kitap doluydu. Belli ki Büyükanıt'ın dinlenme mekanı olarak kullandığı bu odaya birkaç yıl sonra yine yolum düştü. İlker Başbuğ aynı odayı özel toplantı ve medya mülakatı amaçlı düzenlemişti.
ŞU HARİTAYA BAK! SANKİ YUNAN KUVVETLERİ DENİZE DÖKÜLMÜŞ GİBİ
27 Nisan Muhtırası, hükümetin meydan okuması, Dolmabahçe görüşmesi...
Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı, erken seçim rüzgarı.
Tüm bu süreç Ak Parti'nin seçim başarısına (bazı kamuoyu yoklama şirketlerinin iddia ettiği gibi) 5-10 puan ekledi mi?
Bu soruya gerçekten hazır olduğu belliydi.
Masasındaki Türkiye haritasını önümüze koydu. Ak Parti'nin seçim kazandığı iller için turuncu, CHP'ye mavi renk kullanılmıştı. Haritadaki mavilik sadece sahil şeridiyle sınırlıydı. Eliyle İzmir'i işaret ederek, hararetli ifadeyle söze girdi:
“Haritaya bir bakın, hiçbir yerde CHP yok. Antalya seçmeni de, bizim bildiri nedeniyle mi CHP'ye oy vermedi ki kaybettiler?”
Sonra sohbetin en çarpıcı cümlesi ağzından kaçtı:
“Sanki Yunan kuvvetlerinin denize dökülmesi gibi bir harita.”
Büyükanıt'ın Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak üzerinde durduğu ayrıntı da önemliydi:
“Eşi türbanlı bir cumhurbaşkanının 29 Ekim resepsiyonu için nasıl ‘kalkın gidelim' diyebilirim. Ben de gidemem,
eşim de katılmaz.”
ÇEHOV'UN SİLAHI
Rus hikayeci ve tiyatro yazarı Anton Çehov'un altın bir kuralı var. Çehov diyor ki; eğer birinci perde açıldığında duvarda bir tüfek asılıysa veya oyunculardan birisinin belinde tabanca görülüyorsa, o tüfek patlamalı, o tabanca kullanılmalı. Yoksa seyirci şaşırır. 27 Nisan Bildirisi bana hep Çehov'un patlamayan silahını hatırlattı. Diklenmeden dik durmayı göze alan Ak Parti, askerin silahını duvardan indirdi. Sadece iki satıra sığan bu tespit Türkiye'yi tepeden tırnağa değiştirdi.
DOLMABAHÇE YOLUNDA ÜÇ FOTOĞRAF KARESİ
27 Nisan gece yarısı askerler muhtıra yayımladı.
4 Mayıs öğleden sonra Dolmabahçe görüşmesi yapıldı.
Ben sizlere aradan geçen bir haftada ancak çok dikkatli gözlerin yakaladığı üç fotoğrafı hatırlatacağım. Kasıtlı olarak film karesi demiyorum çünkü aralarındaki irtibat biraz flu.
1- Yer: Başbakanlık 28 Nisan 2007, saat 11.00 suları
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bakanlarıyla hükümet bildirisi hazırlığına devam ederken yaklaşık 12 saattir telefonları cevapsız bırakan Yaşar Büyükanıt'ın aradığı haberi verildi. Başbakan, Büyükanıt'la görüşmek üzere başka bir odaya geçti, bu odaya sadece Abdullah Gül girip çıktı. Konuşmanın tamamına şahit olmadıysa da, genel fikir edindi.
Başbakan muhtırada doğrudan hedef alınan Abdullah Gül'den vazgeçmedi, partinin kurucu ortağını gerilimli bir sürecin ardından Çankaya'ya taşıdı.
2- Yer: Başbakanlık 28 Nisan 2007, saat 15.00 suları
Başbakan, Büyükanıt ile uzun telefon görüşmesini tamamlarken, Genelkurmay bildirisinde yer alan bazı iddiaları araştırma kararı aldı. Bu kararın sonucunda bildiriye şu ifade eklendi: “Bu bağlamda, bazı iyi niyetli olmayanların hükümetimizle Türk Silahlı Kuvvetleri'mizi karşı karşıya getirme çabalarını boşa çıkarmalıyız.”
Başbakan askerin iddialarının temelsiz olduğuna inandığı için ısrarla meselenin üzerine gitmeyi göze aldı. Suyu daha da bulandırmak isteyenleri uyardı.
3- Yer: Genelkurmay Karargâhı 1 Mayıs 2007, saat 14.00 suları
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, elindeki dosyayı Büyükanıt'ın önüne koydu. İki saat 10 dakika süren görüşmede çok çay ve kahve tüketildi. Büyükanıt bildiride yer alan (ve gazete haberlerine dayanan) dört ayrı vakada savcılığın takipsizlik kararını, kovuşturmaya yer olmadığı yazısını, Bakanlık yalanlamalarını okudu. Sonunda Hüseyin Çelik'e, “Hassasiyetleri baki kalmak şartıyla”, “Zaten bizim bildirinin neresi muhtıra, alakası yok” demek zorunda kaldı.
Askerler kavgayı Dolmabahçe'den günler önce kaybetti.
POPÜLER BİR GENELKURMAY BAŞKANININ ÇOK ÖZET PROFİLİ
Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 2006'da Genelkurmay Başkanı koltuğuna oturduğunda özellikle Fenerbahçe camiasında büyük bir sevinç yaşandı. Hasta bir Fenerbahçeliydi, evde televizyonda maç izlerken sarı lacivert formayı giyip, kafasına aynı renklerde kukuleta takıp boncuklarla uğur yapacak kadar... Üzerinde taşıdığı dolmakalemi de, arka pantolon cebinden çıkan tarağı da başka renkleri taşıyamazdı.
Büyükanıt, TSK tarihinde sivil kesimle en çok kaynaşmış, en yakın diyaloğa girmiş genelkurmay başkanı olarak görülebilir. Hazırcevaplığı ve nüktedanlığıyla girdiği ortamlarda nabzı hemen kontrolüne alabilen, iletişim kurma yeteneği, sosyal becerileri yüksek bir asker olarak tanındı.
2006'da Genelkurmay Başkanı olmasının özel bir önemi vardı. Çünkü selefi Orgeneral Hilmi Özkök mutedil kimliği nedeniyle ordu içindeki şahinler tarafından sıkça eleştirilmiş, kendisine gösterilen direnç nedeniyle sıkıntılı bir dönem yaşamıştı. Büyükanıt, bu anlamda ordu içinde dışa da yansıyan bu sancıların bittiği bir konsensüs dönemi başlattı.
Sonradan Ergenekon sürecinde gün ışığına çıkan belgelere bakıldığında, orduda AK Parti'ye müdahale edilmesini savunan sertlik yanlısı kesimin de sıkıntılı geçen 2003-2004 yıllarında Büyükanıt hakkında olumsuz bir bakış taşıdığı ortaya çıkıyor. Oysa WikiLeaks belgelerine bakılırsa, Ankara'daki ABD Büyükelçiliği onu Özkök'ün karşısında ‘Katı milliyetçi ve Avrasyacı' bir çizgide görüyordu.
Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı döneminde sıkça kamuoyunun vitrininde gözüken bir komutan profili çizdi ve zaman zaman siyasetin karasuları içine girmesiyle dikkat çekti, bu yönüyle tartışmaların odağında yer aldı. Dönemin DYP lideri Mehmet Ağar'la girdiği polemik bunun çarpıcı bir örneğiydi. Ağar'ın PKK için “Dağda silah sesi olacağına düz ovada siyaset yapsınlar” sözleri üzerine Ağar için “Kendisini şiddetle kınıyorum” açıklaması büyük gürültü kopardı.
Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı'ndaki en kritik sınavını Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinde büyük bir kutuplaşmaya sahne olan 2007 yılında verdi. Bizzat kaleme aldığını saklamadığı 27 Nisan Bildirisi'yle Türkiye tarihine ilk ‘e-muhtıra' veren genelkurmay başkanı olarak geçti.
Açık sözlülüğünün başının derde girmesine yol açtığı bir olay, 2005 yılında Şemdinli'de bombalanan Umut Kitabevi'nin hemen yakınında krokilerle yakalanan astsubaylara sahip çıkması, biri için “Tanırım iyi çocuktur” demesiydi. O tarihte Kara Kuvvetleri Komutanı'ydı. Van 3'üncü Ağır Ceza Mahkemesi, geçen temmuz ayında Yaşar Büyükanıt hakkında bu sözlerinden dolayı soruşturma açılması talebiyle Van Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.
SEDAT ERGİN
Dolmabahçe'yi sonuçları üzerinden nasıl okuyabiliriz
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın bir araya geldiği Dolmabahçe buluşması, Türkiye'nin yakın tarihinin üzerindeki gizlilik perdesi kalkmamış, içeriği sıkı bir şekilde korunmuş en önemli görüşmesidir.
Bu görüşmenin içeriğiyle ilgili olarak kamuoyunda ileri sürülen görüşlerin çok büyük bir bölümü tahmin, spekülasyon ve kehanetin sınırları dışına çıkmıyor.
Kanaat önderleri de dahil olmak üzere Türk toplumunun komplo teorilerine yatkınlığını da hesaba kattığınızda, ‘Dolmabahçe Mutabakatı' diye kamuoyuna aktarılan senaryoların ucu açıklığı da şaşırtıcı olmamalı. Yakın tarihimizle ilgili pek çok olay 27 Nisan e-muhtırası ile de ilişkilendirilerek ‘Dolmabahçe Mutabakatı'na atfediliyor, öne sürülen bu mutabakatın bir sonucu olarak değerlendiriliyor.
Bu konudaki komplo teorilerinin en uç örneklerinden biri CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na ait. Kılıçdaroğlu, geçen yıl genel başkan seçildikten sonra Başbakan Erdoğan ile Orgeneral Büyükanıt'ı 27 Nisan sürecinde ‘işbirliği' içinde bulunmakla suçlamıştı. Kılıçdaroğlu'nun bu açıklamasına bakarsanız, 27 Nisan Bildirisi'nin Genelkurmay'ın web sitesine konmasının gerisinde, ‘AKP'nin tekrar iktidara gelmesini sağlamak için bu partiye mağdur görüntüsü verme amacı' yatıyordu.
Bu, kuşkusuz çok ağır bir suçlama. Kılıçdaroğlu'nun bu suçlamasının hemen ardından Konya CHP Milletvekili Atilla Kart da Büyükanıt ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri hakkında “27 Nisan bildirisi ve Dolmabahçe mutabakatıyla anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle işlem yapılması için suç duyurusunda bulunacağını” açıklamış, ancak sonradan bu başvurudan vazgeçmişti.
Görüleceği gibi, Dolmabahçe mutabakatının içeriğini bilmesek de bu görüşmeyle ilgili ilginç tartışmalara, polemiklere tanıklık ediyoruz. Keza, eski CHP milletvekili Fikri Sağlar'ın Dolmabahçe'de Başbakan Erdoğan'ın Filiz Büyükanıt'ın şahsi harcamalarıyla ilgili bir dosyayı masaya koyduğu iddiası nedeniyle Yaşar Büyükanıt'a 17 bin lira tazminat ödemeye mahkum olması da bu çerçevede hatırlanabilir.
BAŞ DÖNDÜRÜCÜ OLAYLAR DİZİSİ
İçeriğini bilmesek de bu görüşmenin gerçekleştiği konjonktürü dikkate alarak ve öncesindeki ve sonrasındaki gelişmelerden yola çıkarak Erdoğan ile Büyükanıt'ın neler konuştukları sorusuna yanıt arayan bir dizi makul tahmin öne sürebiliriz. Bu yazıda da böyle bir yöntem izleyerek Dolmabahçe buluşmasını değerlendirmeye çalışalım.
Önce dönemin baş döndürücü bir tempoda seyreden olaylarını hatırlayalım...
12 Nisan 2007 tarihinde, Orgeneral Büyükanıt “Cumhuriyet'in temel değerlerine sözde değil özde bağlı bir Cumhurbaşkanı seçilmesini umut ediyoruz” açıklamasını yapıyor. 14 Nisan'da Ankara'da 500 bin kişinin katıldığı bir Cumhuriyet Mitingi düzenleniyor. Başbakan Erdoğan 24 Nisan'da Abdullah Gül'ün Köşk adaylığını açıklıyor. 27 Nisan gecesi Genelkurmay sitesinde e-muhtıra yayımlanıyor. Hükümet 28 Nisan'da bu bildiri nedeniyle Genelkurmay'ı kararlı bir dille eleştiriyor. 29 Nisan'da bu kez İstanbul'da dev bir Cumhuriyet mitingi düzenleniyor. 30 Nisan'da Anayasa Mahkemesi
Gül'ün Cumhurbaşkanlığı seçilmesine fren koyan ünlü 367 kararını alınca,
1 Mayıs'ta Erdoğan erken seçim kararını açıklıyor.
Ve 4 Mayıs'ta Erdoğan Büyükanıt'la Dolmabahçe'deki ofisinde bir araya geliyor.
KOPAN DİYALOG YENİDEN KURULUYOR
Bu görüşmeyle birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde hükümet ile ordu arasında meydana gelen ve ciddi bir krize yol açan diyalogsuzluğun ve savrulma halinin belli ölçülerde kontrol altına alındığını ve ertesindeki dönemde taraflar arasında işleyen bir diyaloğun tesis edildiğini söyleyebiliriz. Bu diyalog ortamı daha kurumsal bir çerçeve içinde Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanı olarak görevdeki ikinci yılında da devam etmiştir. Başbakan'ın o yıllarda geniş bir hareket serbestisi içinde davranabilen TSK'yı kontrol etme, böylelikle sivil hükümetin otoritesini zedeleyecek hamleleri önleme çabasının Dolmabahçe'de öncelik kazandığı söylenebilir.
Görüşmenin önemli bir bölümünün 27 Nisan bildirisinde şikayet konusu yapılan laiklik aleyhtarı faaliyetlerle ilgili konularda tarafların bakış farklılıklarını birbirlerine anlatmaları ve Erdoğan'ın askerlerin bu başlıktaki rahatsızlıklarını gidermeye çalışmasıyla geçtiği anlaşılıyor. Bu konudaki ilk temas, bildirinin ertesi günü 28 Nisan'da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in Orgeneral Büyükanıt'ı Genelkurmay'da ziyaretiyle gerçekleşmişti.
Dolmabahçe buluşmasını Kuzey Irak faktörünü hesaba katmadan değerlendiremeyiz. O günlerin arşivlerine bakıldığında Orgeneral Büyükanıt'ın hükümeti Kuzey Irak konusunda sıkça sıkıştırdığını, Kandil'e harekat için talimat alamamaktan yakındığını görüyoruz. Genelkurmay'ın o dönemde Kuzey Iraklı Kürt liderleri ‘tehdit' kapsamı içinde görürken, hükümetin tam aksine bu gruplarla yakın bir diyalogdan yana olduğu bir sır değildi. Dolmabahçe buluşmasının, hükümetle askerler arasında Kuzey Irak'a dönük bakış farklılığının giderilmesine yardımcı olduğunu tahmin edebiliriz. Sonraki aylarda hükümetin harekat için ABD'yi de sıkıştırmaya başlaması askerlerin de bu konuda hükümeti ikna ettiğini gösteriyor.
DEMOKRASİ EŞİK ATLARKEN
Ancak bütün bunların üstüne çıkan bir anlamı da var Dolmabahçe'nin. Bu buluşmanın asker-sivil ilişkilerinin normal mecrasına girmesinde önemli bir rol oynadığı inkar edilemez. Unutmayalım ki, Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe'de Orgeneral Büyükanıt'ın karşısına 27 Nisan Bildirisi'ne ertesi günü bir karşı bildiriyle meydan okuyup ardından Meclis'ten erken seçim kararı almış olmanın kendisine kazandırdığı demokratik meşruiyet ve özgüven zemininde çıkmıştır.
Kuşkusuz 27 Nisan Bildirisi'nin toplumda beklendiği ölçüde bir destek bulmaması, aksine özellikle medyada eleştirel seslerin daha kuvvetli bir şekilde çıkması da Erdoğan'ın elini güçlendirmiştir.
Bu haliyle asker-sivil ilişkilerinin bugün oturmakta olduğu ve Batılı ölçülere daha yakın duran çerçevenin kökleşmesinde Dolmabahçe önemli bir işlev gördü. Sonraki döneme baktığımızda, bu ilişkide hükümet kanadının kendi alanını istikrarlı bir şekilde genişlettiğini görüyoruz. Bu süreç 2011 yazında 27 Nisan Bildirisi'nin web sitesinden kaldırılmasına kadar varmıştır. Bütün bu açılardan bakıldığında Dolmabahçe'de Türk demokrasisi açısından önemli bir eşikten geçilmiştir.
27 NİSAN KİME YARADI
Dolmabahçe 27 Nisan e-muhtırasıyla bütünlük içinde değerlendirildiğinde, bu sürecin Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 22 Temmuz 2007 seçimindeki yüzde 47'lik zaferinin en önemli tetikleyicilerinden biri olduğunu da teslim etmek gerekir. 27 Nisan, hem erken seçim kararına yol açmış, hem de seçim kampanyasında iktidar partisinin eline muazzam bir ‘mağduriyet kartı' vermiştir. O dönemde Ak Parti'nin seçim kampanyasını büyük ölçüde 27 Nisan müdahalesine karşı bir demokrasi platformuna çevirdiğini, bildirinin toplumda yarattığı tepkileri sandıkta kendisine dönük bir rüzgara tahvil etmeye çalıştığını görüyoruz.
Bu durum, bir seçim döneminde gündemin ilk sırasını işgal etmesi beklenecek olan ekonomik konuların, iş-aş meselelerinin gündemden önemli ölçüde düşmesine ya da bu meselelerin üzerinin örtülmesine yol açmış, bu anlamda hükümetin elini rahatlatmıştır. O dönemde kamuoyu yoklamaları alanındaki uzmanların çoğunun kanaati, 27 Nisan'ın Ak Parti'ye ‘3 ile 5 puan arasında bir ek avantaj' sağladığıdır. Bu haliyle Ak Parti'nin sandıktan Anayasa'yı referandumla değiştirebilecek eşikte çıkıp sonrasında tam bir iktidar yoğunlaşmasıyla bütün ipleri eline almasının da önünü açmıştır 27 Nisan e-muhtırası.
Muhtemelen Kılıçdaroğlu'nun sonradan şikayet ettiği gibi bir çıkar ortaklığı söz konusu değildi. Ama en azından sandıktan çıkan sonuç, Ak Parti muhaliflerine değil, bildirinin hedef aldığı iktidar partisine yaramış, Recep Tayyip Erdoğan'ın Türk siyasetinde “konsolidasyonu”na yardımcı olmuştur.
AHMET HAKAN
Tam o esnada muhafazakâr camia şu soruyu soruyordu
“Muhtıranın üzerine yatılmayacaktı. Camianın politik mahallesi, ilk kez o geleneksel uyutmaya çalışmak, kendini kandırmak, yokmuş gibi yapmak politikasını devre dışı bırakıyordu”
- 28 Şubat'ta devasa devlet aygıtının olanca hışmını görmüş ve tokadını yemiş ‘camia', önce hafiften “yine mi aynı hikâye” diye panik yaşadıysa da çok geçmeden toparlanmayı başardı.
- Muhafazakâr kanaat önderleri, ‘muhtıra'nın verildiği gece bir parça ‘ürkek' idi... Mesela bir Hasan Cemal gibi meydan okumaya kalkışmadılar. Mütereddit idiler. Çekingen idiler. Olayın nereye varacağını kestirmeye çalışmakta idiler.
- Aslında ‘camia', bütünüyle hükümete bakıyordu. Askeri cepheden gelen bu ‘meydan okuma' karşısında Tayyip Erdoğan ne yapacaktı? Türk siyasi tarihinde hep yapıldığı gibi “Bu bir muhtıra değildir, askerimizle aramızda sorun yok, aynı endişeleri biz de paylaşıyoruz” türünden masallar okuyarak teslim bayrağını çekecek miydi? Yoksa ‘diklenmeden dik durma' konusunda esaslı bir örnek mi sergileyecekti?
- Başbakan'ın çevresinden ‘muhtıra gecesi' gelen ilk işaretler, pek de dik durulmayacağı yönündeydi. Mesela dönemin Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, o gece yakın bulduğu bazı isimleri arayıp, “Bildiriye muhtıra demeyelim” diyordu.
- Fakat çok geçmeden anlaşıldı ki hükümetin politikası farklıydı. ‘Muhtıra'nın üzerine yatılmayacaktı.
- Tarihi an: Dönemin hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, kameraların karşısına geçiyor ve hükümet adına “Biz bu muhtırayı elimizin tersiyle itiyoruz” açıklaması yapıyor. İşte bu andan itibaren işler tersine döndü. 28 Şubat'ta Erbakan'ın yapamadığını 27 Nisan'da Tayyip Erdoğan yapmıştı. ‘Camia'nın politik mahallesi, ilk kez o geleneksel ‘uyutmaya çalışmak', ‘kendini kandırmak', ‘yokmuş gibi yapmak' politikasını devre dışı bırakıyordu.
- Bu aşamadan sonra ‘camia' toparlandı: Üzerlerindeki ölü toprağını silkelediler. Tereddüde son verdiler. Dik duruşlar baş gösterdi. Kanaat önderlerine bir cesaret geldi. Artık “Bu sefer 28 Şubat gibi olmayacak” deniyor, başka da bir şey denmiyordu.
- ‘Muhtıra' karşısında alınan tavır, muhtırayı bir kâğıt parçasına çevirmişti. ‘Camia' moral kazanmıştı. Moral kazandıran başka gelişmeler de yaşanıyordu: Mesela dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, ‘muhtıra'da sözü edilen hususlarla ilgili olarak ‘karargâh'ta Genelkurmay yetkilileriyle cesaretle hesaplaşmaya girişiyordu.
- Gelelim Dolmabahçe görüşmesine... Muhafazakâr camia, bu görüşmeyi de ‘moral üstünlük' hanesine yazdı. Askerin geri adımı olarak yorumladı. Zaten esas olan ‘muhtıra' karşısında sergilenen tavırdı. Gerisi gelirdi. Ve ‘Dolmabahçe buluşması' da ‘gerisi gelenler' kapsamında mütalaa edilmeliydi.
28 Şubat ile 27 Nisan
KÜÇÜK BİR MUKAYESE
- 28 ŞUBAT: Dönemin lideri Erbakan'da bir ‘direniş kültürü' yoktu.
- 27 NİSAN: Erbakan'la
aynı dağın yeli olmasına rağmen Erdoğan kişilik olarak direnişe yatkın.
- 28 ŞUBAT: ‘Camia' ilk kez bir ‘topyekûn saldırı'yla karşı karşıyaydı ve bu konuda elde bir deneyim yoktu.
- 27 NİSAN: 28 Şubat kocaman bir deneyime çevrilmişti. Deneyim işe yaradı: Eski hatalar yapılmadı.
- 28 ŞUBAT: Camia iktidara gelmişti ama gücü yoktu. Koalisyonun bir parçasıydı.
- 27 NİSAN: Tek başına iktidarda olmanın tüm avantajları kullanıldı.
- 28 ŞUBAT: Karşılarındaki güç o kadar devasa, maruz kaldıkları tehdit o kadar büyüktü ki ‘camia', askerin her an darbe yapabileceğine inanmıştı.
- 27 NİSAN: Hükümet askerin darbe yapamayacağını anlamıştı. Ne dış dinamikler buna müsaitti, ne de iç...