Bir önceki yazımda, askerî darbelerin evvelkilerden farklı olarak, 12 Eylül’den itibaren gizli-saklı cuntacılıklar tarafından değil de, “irade”nin
mutlak olarak orgenerallerde olduğu bir emir-komuta hiyerarşisi
çerçevesinde tasarlandıklarını; meşruiyet elde etmek üzere
sorumlulukları yaymak bakımından tüm TSK’yı içerecek şekilde
plânlandıklarını; bu durumu bir görev olarak algılayan ordunun darbe
kültürünü içselleştirip benimsediğini; o kadar ki, bunun bir işareti
olarak, neredeyse tüm muvazzaf ve emekli subayların şimdilerde
yapılmakta olan yargılamalara akıl sır erdiremeyip yadırgayarak ve
öfkelenerek ateş püskürdüklerini; söylemekte kalmıştım.
Unutulmaması gereken bir başka önemli parametre de, ister muvazzaf ister emekli olsunlar, yine tüm o subayların, şu son otuz yıllık dönemde, hem 12 Eylül rejiminin hem de aynı süreçleri paylaşan o lânet olası iç savaşın, hâlâ bitmek bilmeyen travmatik atmosferlerinde yetişmiş, biçimlenmiş ve o koşulların bıçak sırtı görevlerine sevk edilmiş insanlardan olduklarıdır.
Nitekim, somut olarak halkın varlığı dururken, şartlandırılmış oldukları soyut kavram ve değerlere değgin bir hizmeti esas almışlardır. Halka hizmet, devlet organlarını yönetmek için yetki almışların, seçimle işbaşına gelmişlerin emrinde olarak çalışmak demektir.
Halkın vergileriyle yaşayanlar, onun siyasal iradesine karşı darbeci ihtiraslar beslemiş olan kimi orgenerallerin içyüzünü, nasıl olur da görmezler, hâttâ onaylayarak nasıl olur da yanlarında saf tutarlar? Seçilenlerin denetlenmeleri, hiçbir şekilde ordunun üstüne vazife değildir ki! Demokrasiler böyle çalışmazlar.
Gelin görün ki, çoğu böyle düşünmez. Zira, böyle düşünmeyecekleri şekilde yetiştirilmişlerdir. Ülkenin siyasal egemenliğini ele geçirmiş bulunan tehlikeli AKP, yaklaşımı bu olanlara göre, iç ve dış düşmanlarla işbirliği yaparak, TSK’ya karşı, onu çökertecek operasyonları yürütme ihaneti içindedir.
O yüzden, mevcut yargılama süreçlerine de, hangi gözlerle bakıldığını bu mahiyette değerlendirmek gerekir. Mahkemelerdeki savunmalar bu duygularla yapılmakta, esir kampından hep birlikte kaçıp kurtulma stratejisi uygulanmakta, yargıya bilgi vermekten topluca kaçınılmaktadır.
Olup bitenleri, kirli bir savaştan, darbeciliklerden ve derin devletin hukuk dışı tasarruflarından arınmalar olarak algılamak yerine, bu işlere sıvananları kahraman olarak görmek, bana kalırsa aymazlıktan da öte, bir hastalanmadır.
Ne ki, yabana atılamayacak olan TSK’daki bu hissiyat, gözardı edilemez, üstü örtülemez haldedir.
Oysa başımıza çorapları asıl ören, eskilerin Genelkurmay Başkanları, Kuvvet ve Ordu Komutanları olan o orgeneraller, bir kaçı hariç hemen hepsi dışarılarda iken, bu işleri onların emirleriyle kotaranların hapislerde olması, kocaman bir çelişkidir.
Gördükleri her subaya “komutan” deme alışkanlıklarındaki siviller, belli ki her subayı komutan zannetmektedirler.
Her subay komutan değildir. Hele hele, yüzlerce subayın çalıştığı o büyük karargâhlarda, sadece bir tanesi komutandır. Meselâ, Kuvvet Komutanlığı’nın karargâhında bir tane komutan vardır. O da, Kuvvet Komutanı’nın kendisidir. Geri kalan bütün subaylar, general dahi olsalar; şube müdürü, daire veya kurmay başkanı vs. dahi olsalar; nezaret ve koordine etmek suretiyle sadece komutana çalışan, yatay mahiyette ast, üst ve amir ilişkileri içindeki subaylardır.
Hatırlarsanız, “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı” diye bilinen evrakın derkenarını, kısım ve şube müdürleri, daire başkanları kendileri bakımından inceleyip sırasıyla paraf ediyorlar; son olarak da Genelkurmay 2. Başkanı “ K.a arz” ifadesini kullanıyordu. Yani bütün karargâh, birbirlerini denetleyerek bir kişiye çalışıyordu: Komutan’a.
Şimdi o karargâhlardaki kimi subaylar, karanlık işler çevirdiler diye yargı önüne çıkarılacaklar, ama karar alma süreçlerinin asıl yetkilisi ve sorumlusu olan komutanlar dışarıda dolaşacaklar.
Hiç akıllıca ve dürüstçe geliyor mu bu size?
Ben, içinden geçtiğimiz dönemin yargılanma süreçlerini, en sorunlu meselelerden görüyorum.
İçeride yatan generallerin apoletlerindeki yıldızlar, bugün itibariyle çok görünüp, pek yanıltmasın sizi sakın. Zira, şimdiki Genelkurmay Başkanı bile 2003’te henüz tümgeneraldi. Yani, mahpustakilerin çoğu, “seminer” zamanının küçük rütbeli subayları, hadi bilemedin, tuğ ya da tümgeneralleriydiler.
Eğer “asli maddi failler” dururken, siz kalkar da, yalnızca “fer’i maddi failler”le uğraşırsanız, o yargı süreçlerini sakatlar, adaleti sekteye uğratırsınız. Bu aynı zamanda, ülkenin beklenen reformlarını tehlikeye sokmakla eşdeğer bir şeydir.
Şu tepenin ardında, yeni bir muvazzaf grup yaratmayıp, mevcutlarla yürüyecek olduğunuza göre, subay sınıfının ruhunu mutlaka kazanmak ve gerçek bir “Silahlı Kuvvetler Reformu”na direnç göstermemelerini sağlamak zorundasınızdır.
İyi giden işlerin tarihi yoktur, denir. Kötü gidişâtlarsa, belleklerden hiç silinmezler. Bugünün yargılama faturaları ileriki yıllarda, tıpkı 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’takiler gibi, ister misiniz bu defa da sizin önünüze konuversin?
Bence yabana atmayıp, düşünün biraz bu söylediklerimi.
Unutulmaması gereken bir başka önemli parametre de, ister muvazzaf ister emekli olsunlar, yine tüm o subayların, şu son otuz yıllık dönemde, hem 12 Eylül rejiminin hem de aynı süreçleri paylaşan o lânet olası iç savaşın, hâlâ bitmek bilmeyen travmatik atmosferlerinde yetişmiş, biçimlenmiş ve o koşulların bıçak sırtı görevlerine sevk edilmiş insanlardan olduklarıdır.
Nitekim, somut olarak halkın varlığı dururken, şartlandırılmış oldukları soyut kavram ve değerlere değgin bir hizmeti esas almışlardır. Halka hizmet, devlet organlarını yönetmek için yetki almışların, seçimle işbaşına gelmişlerin emrinde olarak çalışmak demektir.
Halkın vergileriyle yaşayanlar, onun siyasal iradesine karşı darbeci ihtiraslar beslemiş olan kimi orgenerallerin içyüzünü, nasıl olur da görmezler, hâttâ onaylayarak nasıl olur da yanlarında saf tutarlar? Seçilenlerin denetlenmeleri, hiçbir şekilde ordunun üstüne vazife değildir ki! Demokrasiler böyle çalışmazlar.
Gelin görün ki, çoğu böyle düşünmez. Zira, böyle düşünmeyecekleri şekilde yetiştirilmişlerdir. Ülkenin siyasal egemenliğini ele geçirmiş bulunan tehlikeli AKP, yaklaşımı bu olanlara göre, iç ve dış düşmanlarla işbirliği yaparak, TSK’ya karşı, onu çökertecek operasyonları yürütme ihaneti içindedir.
O yüzden, mevcut yargılama süreçlerine de, hangi gözlerle bakıldığını bu mahiyette değerlendirmek gerekir. Mahkemelerdeki savunmalar bu duygularla yapılmakta, esir kampından hep birlikte kaçıp kurtulma stratejisi uygulanmakta, yargıya bilgi vermekten topluca kaçınılmaktadır.
Olup bitenleri, kirli bir savaştan, darbeciliklerden ve derin devletin hukuk dışı tasarruflarından arınmalar olarak algılamak yerine, bu işlere sıvananları kahraman olarak görmek, bana kalırsa aymazlıktan da öte, bir hastalanmadır.
Ne ki, yabana atılamayacak olan TSK’daki bu hissiyat, gözardı edilemez, üstü örtülemez haldedir.
Oysa başımıza çorapları asıl ören, eskilerin Genelkurmay Başkanları, Kuvvet ve Ordu Komutanları olan o orgeneraller, bir kaçı hariç hemen hepsi dışarılarda iken, bu işleri onların emirleriyle kotaranların hapislerde olması, kocaman bir çelişkidir.
Gördükleri her subaya “komutan” deme alışkanlıklarındaki siviller, belli ki her subayı komutan zannetmektedirler.
Her subay komutan değildir. Hele hele, yüzlerce subayın çalıştığı o büyük karargâhlarda, sadece bir tanesi komutandır. Meselâ, Kuvvet Komutanlığı’nın karargâhında bir tane komutan vardır. O da, Kuvvet Komutanı’nın kendisidir. Geri kalan bütün subaylar, general dahi olsalar; şube müdürü, daire veya kurmay başkanı vs. dahi olsalar; nezaret ve koordine etmek suretiyle sadece komutana çalışan, yatay mahiyette ast, üst ve amir ilişkileri içindeki subaylardır.
Hatırlarsanız, “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı” diye bilinen evrakın derkenarını, kısım ve şube müdürleri, daire başkanları kendileri bakımından inceleyip sırasıyla paraf ediyorlar; son olarak da Genelkurmay 2. Başkanı “ K.a arz” ifadesini kullanıyordu. Yani bütün karargâh, birbirlerini denetleyerek bir kişiye çalışıyordu: Komutan’a.
Şimdi o karargâhlardaki kimi subaylar, karanlık işler çevirdiler diye yargı önüne çıkarılacaklar, ama karar alma süreçlerinin asıl yetkilisi ve sorumlusu olan komutanlar dışarıda dolaşacaklar.
Hiç akıllıca ve dürüstçe geliyor mu bu size?
Ben, içinden geçtiğimiz dönemin yargılanma süreçlerini, en sorunlu meselelerden görüyorum.
İçeride yatan generallerin apoletlerindeki yıldızlar, bugün itibariyle çok görünüp, pek yanıltmasın sizi sakın. Zira, şimdiki Genelkurmay Başkanı bile 2003’te henüz tümgeneraldi. Yani, mahpustakilerin çoğu, “seminer” zamanının küçük rütbeli subayları, hadi bilemedin, tuğ ya da tümgeneralleriydiler.
Eğer “asli maddi failler” dururken, siz kalkar da, yalnızca “fer’i maddi failler”le uğraşırsanız, o yargı süreçlerini sakatlar, adaleti sekteye uğratırsınız. Bu aynı zamanda, ülkenin beklenen reformlarını tehlikeye sokmakla eşdeğer bir şeydir.
Şu tepenin ardında, yeni bir muvazzaf grup yaratmayıp, mevcutlarla yürüyecek olduğunuza göre, subay sınıfının ruhunu mutlaka kazanmak ve gerçek bir “Silahlı Kuvvetler Reformu”na direnç göstermemelerini sağlamak zorundasınızdır.
İyi giden işlerin tarihi yoktur, denir. Kötü gidişâtlarsa, belleklerden hiç silinmezler. Bugünün yargılama faturaları ileriki yıllarda, tıpkı 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’takiler gibi, ister misiniz bu defa da sizin önünüze konuversin?
Bence yabana atmayıp, düşünün biraz bu söylediklerimi.