20 Eylül 2011 Salı

Darbeci sivillerin özel tarihi: TAŞERON / Muhsin Öztürk / aksiyon




Sivillerde görülen bazı tuhaf hareketler, gelmekte olan bir felaketin işaretçisi sayılıyor Türkiye’de. Bir gazete manşeti, iş dünyasından yükselen ‘arızi’ bir ses, bazı şehirlerin meydanlarını dolduran insanlar… Olağanüstü dönemlerin sivil aktörlerinden söz ediyoruz...
28 Şubat’a haftalar kala, Hürriyet gazetesi, sonradan bir paşanın emriyle atıldığı ortaya çıkan ‘Bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin’ manşetiyle çıkmıştı. Yeni dönemin parolası buydu; ne olacaksa artık sivillerin elinden olacaktı. O gün bugündür Türkiye’nin baş döndüren siyasi gerginlikler ve demokratikleşme süreçleri askerî vesayeti geriletirken askerin kendi tanımıyla ‘silahsız kuvvetler’ dediği kesimler için takvimler tarihin sonuna işaret ediyor. Mutlu bir azınlığın yani silahlı ve silahsız kuvvetlerin devleti yönetme sistemi değişirken ‘bazı siviller’in ofsayta düşmesi gözden kaçmıyor;  özgürlükçü tavırlı darbe yanlısı hâlleri açığa çıkıyor. Geçen yıl yapılan referandum (12 Eylül) sivil ayrışmayı hızlandırırken vesayetin ‘sivil’ ayağına büyük darbe vurdu. Devletin birçok sivil kurumu doğal sınırlarına çekilmek zorunda kaldı. 

28 Şubat’ın mimarları ‘askerî vesayet’in halk katında bir karşılığı olsun istediler ve başardılar da; bugün pek çoklarına göre, yüzde 15-20’lik bir kesim var darbelere destek verebilecek durumda olan. 50 yıllık vesayet çökerken, müesses sistemin parçası olmaya mütemayil bir topluluğun varlığına karşı 12 Eylül referandumunda ‘evet’ diyen kesimler büyük bir değişime kapı araladı. 

Siviller için de, demokrat mı yoksa devletçi-vesayetçi mi olacağına karar vermesi gerektiği anlardan biriydi 12 Eylül. İlk kez, darbelerle ihdas edilen bazı anayasa kurumlarının durumu sivil iradenin oyuna sunulacaktı. Bu, Türk siyaset sisteminde tarihî yarılmayı beraberinde getirdi. AK Parti’ye kendi iradesinin de üstünde demokratik değişimin ana motoru olma misyonunu yüklerken, CHP’de liderlik ve kadro depremi süreklilik kazandı, MHP’de dramatik kopuşlar yaşandı. Kürt siyaseti 12 Eylül öncesindeki ‘boykot’ kuyusundan hâlâ çıkabilmiş değil. Referandum sonraki seçimlerin rengini belirlediği gibi ‘sivil kuvvetler’ olgusunu iyice gün yüzüne çıkarmıştı. 

27 Mayıs’tan 3 yıl önce, 1957’de Samet Kuşçu kendisinin de içinde bulunduğu cunta yapılanmasını ihbar etmiş; ama işaret ettiği darbeci isimler değil kendisi yargılanmış ve cezalandırılmıştı. CHP ve ona yakın gazeteciler, avukatlar, haberdar oldukları darbe oluşumunun açığa çıkmasını önlerken 3 yıl sonra gerçekleşen 27 Mayıs 1960 darbesinin sivil ayağını teşkil etmişlerdi. 

12 Eylül 1980’de Hasan Mutlucan’ın sesi radyoda yankılandığında sokaklar sakinleşecek, o güne kadar kaybedilen 5 bin gencin taze bedeni üzerine yeni darağaçları kurulmuş olacaktı. Hâlâ tazeliğini koruyan tarihin en acı tabloları vardı orada. Darbe konseyinin ‘kudretli paşa’sı Haydar Saltık, darbeden 3 gün sonra Başbakanlık Müsteşarlığını arayarak üst düzey bir atama yapmak istediklerini söyler. Bu yapacakları ilk atamadır. 5 darbeci paşanın imzasıyla sanki Bakanlar Kurulu atıyormuş gibi evrak düzenlenir. 11 Eylül günü, Milli Savunma Bakanlığı koltuğunda oturan Ahmet ihsan Birincioğlu, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine getirilir. 

Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı Osman Paksüt, AK Parti’ye açılan kapatma davasından 10 gün önce Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’la görüşür. Tarih 2008. Bu gizli görüşme basına sızdığında önce inkâr edilir, sonra da Kuzey Irak operasyonuyla ilgili bir tebrik ziyareti olduğu açıklanarak geçiştirilir. Wikileaks raporlarında Amerikalı diplomatlar tuhaf buldukları bu buluşmayı “Türkiye’nin popüler tartışma konusu  ‘derin devlet’in istisnai göstergelerinden biri” diye not alırlar. “Askeriye, yargı ve bürokrasinin unsurları dâhil Türkiye’nin seçilmemiş elitleri arasındaki gizli ittifakların delili bir süre önce ortaya çıktı… Şimdi ise bir Anayasa Mahkemesi Hâkimi ile yakında Genelkurmay Başkanı olacak kişi arasındaki görüşme, derin devletin sadece bir efsane olmadığının işaretini verdi…”  Aynı telgrafta olayın ortaya çıkmasıyla birlikte ana akım medyanın konu ile ilgili ‘doğal olmayan’  sessizliğine dikkat çekiliyor. 

Türkiye’de vesayet sistemini kalıcı ve işler kılan tarihsel blokun yani sivil ve askerî bürokrasinin, üniversitenin ve aydın-gazeteci takımının nasıl içli dışlı olduğunu gösteren sayısız örnek var. Askerî darbelerin sadece hâkî kıyafet içinde olanların değil, takım elbise ve tayyör içindeki sivillerin de eseri olduğu biliniyor. Tanklar sokağa çıkmadan ve sokaktan çekildikten sonraki o geniş sürede sivillere büyük görevler düşüyor. Sivil darbecileri ya da vesayet sisteminin taşeronlarını (alt yüklenicilerini) yeterince tartışmamış olmak darbe soruşturması Ergenekon davasında yaşanan algı sorununun en büyük müsebbibi. Bir gazetenin Ankara temsilcisi, ünlü bir akademisyen ya da bir başsavcı darbe soruşturmalarının nasıl bir öznesi olabilirdi ki! Kendi yazdığı günlüklerinde 2003-2004 darbe girişimlerinin içinde yer aldığını açıkça yazan gazetecinin demokrasi kahramanı olması ise an meselesi! 

“Elbette anayasal kurum temsilcileri birbiriyle görüşebilir, bu devletin üst kademelerinde olağan şeylerdir.” “Görüşmeleri değil görüşmemeleri tuhaf olurdu…” gibi cümleler suçüstü anlarında kuruluyor. Aslında bu dosya, elde ettiği makamı, titri ve gücü ‘tarihsel blok’un hizmetine sunan ya da bir şekilde o bloka dâhil olan sivil bir kesimi nasıl adlandıracağımız kaygısıyla hazırlandı. Sinema oyuncusu Tarık Akan, ‘27 Mayıs ve 28 Şubat iyi darbelerdi. Bu dönemlerde önümüz açıldı’ dedi yakınlarda. Darbe ve vesayet süreçlerinde oynadığı roller sebebiyle paye sahibi olan ve ancak sistemin devamı hâlinde imtiyazlarını sürdürebilecek kesim bu. Fakir akademisyenlik günlerine atfen “Bir daha ‘Etlik-Ulus’ dolmuşuna bindiğim günlere dönmek istemiyorum.” diyen eski yayın yönetmenini (Ertuğrul Özkök) anlamalı değil miyiz?  

Doç. Dr. Bekir Berat Özipek’e göre, sivillerin darbe ve vesayet sistemindeki yerleri ancak bu imtiyazlar dünyası ile açıklanabilir. ‘Halk istemese bile onları eğitmeliyiz, muasır medeniyet seviyesine çıkarmalıyız’ demeleri sadece jakoben olmalarından değil, bu tutumlarının çıkarlarıyla örtüşmesinden kaynaklanıyor. Demokratik olmak yerine Kemalist olmak ve böyle düşünmek işlerine geliyor. Bu bir toplumsal kesimin diğer toplumsal kesimle eşit olmama mücadelesidir. Kemalizm bütün çıkarlar kümesini korumanın aracı durumunda. “Ayrıcalıklı kesimler, çıkarları tehdit altına düştüğü her zaman darbeleri destekledi. Egemen sınıfın içinde de demokratikleşme sürecine dâhil olan, tuttukları yolun yol olmadığını bilen kesimler olabilir. Mesela TÜSİAD’da bunun emareleri görülüyor.” 

1950’den sonra 10 yıllık kısa çok partili demokratik hayat 1960’ta dramatik bir şekilde ‘vesayet’ altına girdi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), ‘sivil kuvvetler’in en önemli ayağı oldu. Çok partili hayatın ana dinamosu merkez sağın karnesinde de kırıklar fazla. Halktan aldığı oyu devletin yüksek katlarında pazarlığa dönüştüren, bir süre sonra halkın temsilciliğinden ‘devlet’in adamlığına yükselen kişilerden söz ediyoruz. 90’lı ve 2000’li yıllarda ‘devlet siyasetine’ teslim olan merkez sağ ve siyasetçisi miadını doldurdu. Sivil kuvvetlerin sağ ayağı serbest seçimlerde galip gelme potansiyeli sebebiyle üzerinde çalışılan kesimi oluşturdu. Onları, askere ‘daha ne bekliyorsunuz, yapın şu darbeyi vakitlice’ derken ya da zoru görünce meydandan kaçarken görebilirdiniz. Demokratikleşmeyi ana akım yapan iktidar partisinin bazı milletvekili ve bakanları ne olur ne olmaz diyerek askerî cenahla dirsek temasını ihmal etmedi yakın bir zamana kadar. ‘Ara rejim olur da başbakanlık bana düşer mi?’ diye bekleyen, beklerken yaşlanan merkez sağ, milliyetçi muhafazakâr kökenli siyasetçi hiç eksik olmadı. Bu prototipin artık halk katında bir tabanı ve destekçisi kalmadığından darbelerin ve vesayetin etkili aktörleri olamıyorlar. Süleyman Demirel’in son 5-6 yıl içinde bütün siyasi operasyonlarını CHP üzerinden yürütmesi de bundan. 

2006 yılında mülkiyeli akademisyenlerin ‘Ordu Göreve’ pankartıyla Ankara’da yürüyüşe geçmesi ile aynı yıllarda Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine girmemeleri aynı sürecin soldan ve sağdan ‘sivil’ görünümleriydi. Eğitim özgürlüğü ile ilgili bir yasanın Meclis’ten geçmesinin ‘Kaosa Kalkan 411 el’ manşeti ile duyurulması ve peşi sıra AK Parti’ye kapatma davası açılması, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 367 tezinin bazı siyasi partilerde, daha önemlisi hukuk kurumlarında kabul görmesi bir tesadüfler zinciri değildi. Öğrenci olayları, Deniz Baykal CHP’si, bazı gazetecilerin hâlleri… Bütün bunlar 27 Mayıs öncesini çağrıştırdığı gibi, 28 Nisan (2007) günü hükümetin askere verdiği karşı muhtıra sonrasında yaşananlar 1960’tan beri var olan sistemin iflasını gösteriyor. Siyaset bilimci Belgin Yazıcı’nın işaret ettiği gibi, “27 Mayıs’tan sonra darbeci generallerle kent soylu elitler bir vücudun iki eli gibi hareket etmişlerdir.” Yaşatılmak için müesses güçlerin ve sivillerin devrede olduğu sistem yani 27 Mayıs Devleti çöküyor, bazı siviller yeni yerlerini yadırgıyor. 

Susurluk kazasından sonra, ‘Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemi sivil ve geniş katılımlı bir eylemken, bir süre sonra bunun 28 Şubatçı askerler tarafından hükümeti düşürmek için kullanıldığı ortaya çıktı. 27 Nisan e-muhtırasının verildiği aylarda düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri’nde de Cumhuriyet’in tehlikede olduğuna inanan on binler meydanlara toplanmıştı. Daha sonra bu mitinglerin aslında darbe hevesi ve planlarıyla ün salan eski jandarma komutanının öncülüğünde bazı ‘sarı siviller’ce tertiplendiği görülecekti. Hükümete yönelik sivil bir eylem olduğunun geniş kitlelere inandırılması ve katılımın sağlanması bir başarıydı. Bu o kadar önemliydi ki, Alper Görmüş, Nokta dergisinin o dönemde yayımladığı darbe günlükleri sebebiyle değil Cumhuriyet Mitingleri’nin gerçek yüzünü (sivil görünümlü askerî bir tertip olduğunu) deşifre ettiği için kapatıldığını söyleyecekti. Olayların üstü kazındıkça alttan farklı tanıdık simalar çıkıyordu. Hasan Cemal’in dediği gibi “Türkiye’de asker sorunu aynı zamanda bir sivil sorundur!” da. 

Duayen gazeteciler yakın bir zamana kadar bu payeyi ‘askerî vesayet’ sistemine hizmet etmenin karşılığında elde etti. Mehmet Ali Birand hayati bir ameliyata girmeden haftalar öncesinde açık bir şekilde askerleri kışkırtan laik kesimin davranış kodlarını kendisini de dâhil ederek deşifre etti: “Bizim kuşak için devlet daima öncelikliydi. Devleti de asker temsil ederdi. Siyasetçi üçkâğıtçı, yalancı; asker namuslu, her şeyini vatana harcayan kahramandı. Üstelik, Atamız laik-demokratik Cumhuriyeti koruyup kollama görevini ona bırakmıştı. Askerin politikacıyı denetleme hakkı vardı. İşler bozulduğunda da asker müdahale edebilirdi. Hatta, tereddütlü bir davranışla karşılaştığımızda ‘Komutan neredesiniz, devlet elden gidiyor…’ diye yazdık… Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi… Üniformaların pırıltısını yarı hayranlık, yarı korkuyla izlerdik. Bütün darbeleri anlayışla karşıladık. Yardımcı olduk…” Birkaç cılız itiraz dışında büyük tepkiyle karşılanmadı Birand. Ona göre, son birkaç yılda yaşananlar kafaları karıştırdı ve o asker-‘sivil’ gelenek bozulmaya yüz tuttu. Neyi kastettiğini biraz daha açıyor: “Genel algılama, sanki darbeler asker kendi keyfiyle veya Washington’dan aldığı işaretlere göre gerçekleşiyordu. Hayır, işler o kadar basit değil. Askeri darbeye iten, zorlayan daima laik kesim olmuştur.” “Niye?” sorusunun cevabını Birand dolandırmadan veriyor: “Pastayı paylaşmamak.”  

Hürriyet’in eski patronu Erol Simavi ‘Medya dördüncü değil, birinci kuvvettir’ derken medyanın bir tür ‘koruma kollama’ propaganda rolüne mi dikkat çekiyordu? Müesses sistemin bütün hamlelerinde medya ayağı vardı. ‘Genç subaylar tedirgin!’ bir gazete başlığından öte bir şeydi. Günlüklere yansıdığı üzere son yıllarda darbe hamlelerinin başarısızlığının bir sebebi medya desteğinin istenen ölçüde olmaması ya da medyadaki çoğulculaşmanın öne çıkması. Fehmi Koru, bugünkü medya düzeninin 27 Mayıs’tan kalma olduğunu düşünüyor: “27 Mayıs’tan sonra askerlerin, kendi elleriyle çıkardığı Öncü gazetesini teslim ettikleri insanlar o günden bugüne medyada köşe başlarını tutmuş vaziyette. Onların yayın yönetimlerinde bulunması, başyazar, yazar olması ve ancak onların el verdikleri gençlerin önünün açılmasıyla oluşmuş bir düzendir bu… Askerlerin yönetime gelmesinin yolunu, ortamını o gazeteler, gazeteciler hazırlar. Asker iktidara el koyunca hemen selam dururlar… Bir dahaki sivil siyasi döneme geçene kadar bu böyle sürer. Tam sivil döneme geçilecekken askere de muhalefet etmeye başlarlar ama sureta bir muhalefettir. Askerlerle yaşanan son gelişmede bile (istifa görünümlü emekliye ayrılışlar), o eski reflekslerin hâlâ geçerli olduğunu da gördük.” 

Hasan Cemal ve İsmet Berkan asker ve sivil ilişkileri üzerine yazdıkları son kitaplarında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse bir siyasi parti gibi rol üstlendiği konusu üzerinde duruyorlar. Bir iktidar partisinin yapması gerekenleri yapıyor, yani ‘oyun kuruyor’ (hoşlanmadığı bir iktidara karşı da) bir muhalefet partisinden beklenmeyen performanstan fazlasını gösteriyor. Bunu yaparken silahı değil kamuoyu iletişim araçlarını ve sivilleri kullanıyor. Meclis’ten hoşlanmadığı bir tasarının geçmesini engelliyor, Kıbrıs politikasının kırmızı çizgilerini çiziyor, çizgiyi aşanı cezalandırıyor, beğenmediği köşe yazarlarını, sermaye gruplarını ve partileri ‘andıçlıyor’, anayasa yazdırıyor, parti kapattırıyor, gazete yönetiyor, iş yatırımlarını engelliyor ya da teşvik ediyor.
27 Mayıs darbesi, asker içinde ‘darbeci bir gelenek’ oluşturdu. 28 Şubat ve sonrasındaki müdahale anlarında ve arayışlarında hep 27 Mayısçı genç askerlerin ismi geçti. Doğrusu aynı gelenek sivillerde de var. Askerler siyasete müdahale ederken her zaman meşruiyet arayışı içinde oluyorlar ve bu konuda epey başarılılar. Halkın en güvendiği kurum imajı verilmesi de meşruiyet inşasının bir yansıması. Müdahale sonrasında 27 Mayıs’ta şehir meydanları sevinç gösterilerine sahne olurken, 12 Eylül’de halk ‘oh’ çekiyor, 28 Şubat’ta ise siviller devrede havası veriliyor. Prof. Dr. Tanel Demirel’e göre, askerler meşruiyet arayışını darbe kadar önemsiyor. “Türkiye’de askerler siyasete her müdahalelerinde farklı toplumsal kesimler birbirine karşı kullanabiliyor. Darbelere destek devşirirken karşısına aldıkları bir kesime karşı ötekilerin desteğini şu ya da bu şekilde alıyorlar.” Türkiye’de askere hâlâ saygı duyuluyorsa bunun sebebi Güney Amerika ülkelerinden farklı olarak halkla doğrudan çatışmaya girmemeleridir. 

Darbelerden önce ve sonra müdahaleyi meşrulaştırmak için psikolojik harekâtlar yapılıyor. Bu, bazen gelmekte olan tehlikeye dikkat çeken propaganda, bazen de fiilen ülke güvenliğinin sağlanamadığı zehabını yaygınlaştıracak kanlı olaylar oluyor… Her yönüyle kirli bir bilgi savaşı var ortada. İnternet siteleri kuruluyor, strateji düşünce kuruluşları adı altında uzmanlarla destekleniyor, jandarma istihbarat finansörlüğünde hükümet aleyhine kitaplar yazılıyor, kara propaganda ve itibarsızlaştırma faaliyetleri rutine dönüşüyor. Gazete patronları, genel yayın yönetmenleri, etkili köşe yazarları ve Ankara temsilcilerine doğrudan ya da toplu bilgilendirmeler yapılıyor. Müdahale süreçlerinde ise ricalar emre dönüşüyor, bir emirle ‘Bu defa silahsız kuvvetler halletsin’ (1996) manşeti atılıyor. Eğer gazeteci tamamen işin içindeyse bu başlık ‘Genç subaylar tedirgin’ (2003) oluyor. Parti kapatma davaları devletin köhne koridorlarında şekilleniyor; adaleti sağlamakla hükümlü yüksek yargı mensubu, bir emirle askerin verdiği brifinge koşarak gidiyor; meslek örgütleri darbe süreci yaşanırken hükümetin düşmesi için ortak deklarasyon yayımlıyor (5’li çete: Türk İş, TOBB, İşveren Sendikaları Konfederasyonu, DİSK ve Türkiye Esnaf Konfederasyonu). Bütün bunlar olurken TÜSİAD üyesi İshak Alaton’un anlatımıyla “İş dünyası askere selam çakıyor.”  Müdahale etmede gönülsüz duran, engel çıkaran ‘darbe yapmayan’ Hilmi Özkök, asker, sivil, gazeteci ve akademik kesim tarafından linç edilmek isteniyor. Hedef alınan siyasi parti ya da toplumsal kesimler arka bahçelerinden dejenere örnekler bulunarak ‘bunların hepsi böyle, bölücü, mürteci, üçkâğıtçı, rantçı’ denilerek karalanıyor. Böyle yapılması üst düzey askerce isteniyor. (28 Şubat) Ali Kalkancı, Fadime Şahin ve Müslüm Gündüz böyle bir alışverişin ürünü… 

Hasan Cemal, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’dan aldığı ‘işten atılacak gazeteciler’ listesini heyecanla Aydın Doğan’a getiren ama ondan ret cevabı alan bir gazeteci büyüğünden bahsediyor, Türkiye’de Asker Sorunu kitabında. “Darbelerden önce Ankara temsilcileri devşirilir!” sözü neredeyse darb-ı mesel. Mustafa Balbay’ın Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi olduğu günlerde bir avuç gazeteci eşliğinde Şener Eruygur’la yaptıkları toplantıya emekli general şu sözlerle başlıyor: “Arkadaşlar şöyle bir araya gelelim, ne olabiliyor ne yapabiliriz, enerjimizi nasıl birleştirebiliriz bir konuşalım dedim… Düşüncem şu.  Birçok dernek var, gazeteciler var, memlekette olup bitene duyarlı insan var. Bunları bir araya getirmek gerekiyor. Toplumu biraz duyarlılığa sürüklemek lazım.” 2004’ün başında geçen konuşmaların devamında Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün nasıl etkisiz kılınabileceği, bir müdahale anında orduda bölünme olup olmayacağı, medya yöneticilerinin değil medya patronlarının dize getirilmesinin daha yararlı olacağı gibi şeyler konuşuluyor. Askerlerin kendi aralarında konuşmaktan bile çekineceği şeyler bazı ünlü Ankara temsilcileriyle konuşuluyor. “Ankara’dan çok fazla liberal gazeteci çıkmıyor. Sivil ve askerî bürokrasideki tavır zaman içinde sadece kıyafetlerimize değil, düşüncelerimize de yansıyor. O yüzden Ankara’daki gazeteciler biraz daha devletçidir.” diyor Şamil Tayyar. Türkiye’de devlet demek asker demekti yakın bir zamana kadar. 

27 Nisan e-muhtırasında (2007) yer alan askerce rahatsız olunduğu söylenen konular birkaç ay içinde gazetelerde çıkan haberlerden ibaretti. Gazeteler toplumda kötü gidişe dair bazı örnekleri haberleştirmişler ve asker de bunu görünce duyduğu rahatsızlığı muhtıra ile ifade etmişti! Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt birkaç yıl sonra olup biteni tam da bu şekilde açıklamıştı. Bunun öyle olmadığını çıkan o haberlerin bir planın parçası dâhilinde gazete sayfalarına taşındığını, vakti geldiğinde hükümete ‘Bakın memlekette neler oluyor, siz ne yapıyorsunuz!’ şeklinde muhtıra için doküman biriktirmek amacıyla yapıldığını, ilk defa başımıza gelmediğinden biliyoruz artık. Anlık çıkışlar değil, planlı programlı, ‘ıslak imzalı’ şeylerdi…  O yüzden, emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başına geçen Şener Eruygur’un 28 Şubat’ta olduğu gibi Ulusal Birlik Hareketi girişimi, Kamu Sen gibi bazı kuruluşların ‘bir daha olmayacak’ itirazıyla yarı yolda kalıyor. 

Demokratik sistemde o sistemin varlığını ortadan kaldıracak bir pozisyon almak suç. Kapatma davalarının pek çoğu da ‘laik demokratik sistemi yıkmak’ hedeflendiği gerekçesiyle açılıyor. Demokratik sistemi ortadan kaldıracak tehlike bizzat devletin kendisinden geliyor çoğu zaman. Halkın oylarıyla iktidara gelen  ‘sakıncalı’ partiler eğer devşirilemez ve dönüştürülemez ise “AK Parti’yi ve Gülen’i Bitirme Planı” gibi planlar devreye giriyor. Tabii olarak iktidara gelmek isteyen muhalefet partileri ya da muhalefetteki aktörler eğer kendi becerilerini geliştiremiyorlarsa çoğu zaman devletin içinden gelen muhalefetten medet umuyor, çoğunlukla da onun payandası oluyor. “Türkiye’de sandık yoluyla mı yoksa birilerinin üzerinden güç devşirerek mi bir şey yapabiliriz diyen bir sivil kesim var.” diyor Tanel Demirel. 

Siviller ‘darbe şartları’nın olgunlaşmasında rol oynuyor. Çoğu zaman neyi amaçladıklarını biliyorlar, darbe heveslerini bir şekilde açık ediyorlar. 27 Mayıs, 9 Mart ve 28 Şubat’ta olduğu gibi. Ancak her şeyden habersiz bir kavgaya tutuşan ve darbecilere “Bitmeyen kaos ve kargaşa nedeniyle darbe yaptık” dedirten bir 12 Eylül 1980 süreci var. Prof. Dr. Cemil Koçak o dönemi şöyle anlatıyor: “Yavaşlatılmış iç savaş vardı. 75-80 arası vuruşan aktörler içinde her iki grupta da aynı merkeze bağlı ve oradan emir alan hatta birbiriyle dirsek teması olan insanlar vardı. Aradan zaman geçti, açıklamalarda bulundular, onların böyle rol oynadıkları belgelerle ortaya çıktı. Her iki kesimden gençleri yönlendiren kişilerin devlet içindeki bazı teşkilatlarla doğrudan ilişkileri olduğu ortaya çıktı daha sonra...” 

Taşeron olumlu bir kavram değil. “Başka birisi adına karşıma çıkma, sen git ağababan gelsin” türünden cümlelerde karşılığını buluyor. Kendi kimliğiyle değil de başkasının verdiği işle hatta başkasının kimliğiyle var olan anlamına da geliyor. Bu ifadeyi aşağılama kastıyla değil, esas adamla karşı karşıya olmadığımızı ifade etmek için kullanıyoruz. Ancak bazen ‘esas adam kim’ karışabiliyor. 27 Mayıs’tan bugüne İlhan Selçuk’un içinde olduğu ekolden de izlenebildiği gibi, bazı ‘beyaz Türk, elitist’ siviller askeri kendi imtiyazlarını ‘korumak ve kollamak’ için darbe yapmaya ya da darbe sonrasında bazı hareketlere teşvik edebiliyorlar. Bu ilişkinin dominant unsuru belli ama bazen ‘taşeron’ kim belli olmuyor. 

Toplumun bekasına, devletin devamlılığına ve devlet toplum kaynaşmasına inanılır Türkiye’nin geniş halk topluluklarında. Devletten ve onun temsilcilerinden toplumsal değerlere yapılan her bir büyük bir coşkuyla karşılandı. Geleneksel muhafazakâr kesimlerde devletin kutsallığına atfedilen önem son yıllarda gevşedi, hatta çok zayıfladı. Devlet elitlerinin iyi niyetli olmadığı görülen bazı yakınlaşma hareketleri ve topluma hiç değer vermediklerinin iyice görülmüş olması ‘tabii’ bir uzaklığı ve mesafeyi doğurdu. 

En son, Malatya Zirve davası çerçevesinde evi aranan ve ifadesi alınan ilahiyatçıların bir kısmının çok önceden Genelkurmay tarafından bilgilendirildiğini hatta bu metinlerin zaman içinde onlar tarafından kitaplaştırıldığını söylüyor Avni Özgürel. Yani misyonerlik aleyhtarlığı bile durduk yerde toplumun kendi refleksiyle değil, görünmez bir el tarafından inşa edilmiş, bunun için birileri rol oynamıştı. Siz ‘misyonerliğe’ onlar gibi bakmadığınızda sakıncalı bir duruma düşebiliyorsunuz. 

Sivil kuvvetler çok geniş ve uzun bir konu. Son söz: Hey arkadaş! Biliyor musun, o başlığı atmasaydın belki işsizdin; ama belki de o darbe olmayacaktı! 

Meclis Başkanı: Darbe yapacaksanız hemen yapın!
Özden Örnek günlüklerine yansıyan sivillerin bazı hâlleri: 8 Ekim 2003: Hilmi Özkök’ü iyice köşeye sıkıştırmışlardır. “… Kocaeli Üniversitesi rektörünü aradım ve ona da rektörler olarak bu işi (İHL yasası) hemen ve sert bir şekilde protesto etmelerini ve arkalarında olduğumuzu söyledim.” Aynı rektör bir süre sonra YÖK Başkanlığı için Genelkurmay’da kulis yapıyor. 2003 Aralık ayında da Deniz Kuvvetleri Komutanı günlüğüne yeni eylem planı kararını yazıyor. Basın ele geçirilmeye çalışılacak, üniversite rektörleri ile temas kurulup öğrenciler sokağa dökülecek, sendikalarla da aynı şekilde hareket edilecek, sokaklara afişler astırılacak, derneklerin hükümet aleyhinde olmaları teşvik edilecek, bütün bu olaylar yurt çapında yaygınlaştırılacak ve bütün bunlar Sarıkız olarak anılacak. (7 Kasım 2003): “İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu bana ‘Artık sizin de biraz sesinizin çıkması lazım. Çok yalnız kalıyoruz’ dedi. Kendisine, ‘Öyle değil. Bizler sesimizi açamaz hale getirildik. Ama sizlere el altından her türlü desteği veriyoruz. Sıkılmadan çekilmeden devam edin.’ dedim.” Özden Örnek bir gün DYP yöneticisi Yavuz Kayral’ı çağırıyor: “Bundan önceki gelişinde DYP’nin her zaman emrimize hazır olduğunu söylemişti. Topluca aldığımız karar uyarınca, kendisine DYP’nin seçimlerden önce bir miting tertipleyerek Kıbrıs Konusunu desteklemelerini istedim. Peki dedi gitti.” Ocak 2004’te eski Dışişleri Bakanı Coşkun Kırca ve Radikal yazarı Mehmet Ali Kışlalı ziyaret ediyor.  Coşkun Kırca olayları ve son durumu anlatırken iki kere ağlıyor. “Her ikisi de bana ‘Zaman geçiyor ve her gün daha kötüye gidiyoruz. Ne yapacaksanız yapın yoksa çok geç olacak’ mesajı verdiler.” Yine aynı günlerde Özden Örnek, CHP ile temasın eski Büyükelçi ve Milletvekili Onur Öymen’le kurulduğunu söylüyor. Aynı günlüklerde Sinan Aygün’ün ev sahipliğinde Ankara Ticaret Odası’nda yapılan bütün komutanların eşleriyle hazır bulunduğu Hilafeti’in Yıldönümü toplantısı ‘darbe’ sürecinin en tarihî anlarından biri olarak kayda geçiyor. 

Şubat 2004.  “Jandarma’nın Beytepe’deki tesislerinde kuvvet komutanları ve eski Meclis Başkanı Ömer İzgi bir araya geldik… Amacımız 3 Mart’ta yapılacak ‘Ulusal Hareket’ toplantısına MHP’den bol destek sağlamaktı. Ama toplantı darbeyi seçimden önce mi, sonra mı yapalım’a dönüştü. Ömer İzgi, gayet tabii bir şey yapacaksanız hemen yapın, seçimden sonraya kalırsanız bu iş olmaz, karşınızda diğer partileri de bulabilirsiniz…” dedi. 

27 Mayıs Bayramı!
27 Mayıs 1960 darbesi daha gelmeden İstanbul Üniversitesi’nin bazı ünlü yönetici ve hocaları olanları ve olacakları biliyordu. Bilmenin de ötesinde o tertiplerin içindeydiler. Darbe olur olmaz Ankara’ya davet edilecek, yeni anayasanın mimarları olarak ün salacaklardı. Nail Kubalı, Sıddık Sami Onar, Hıfzı V. Velidedeoğlu... Alper Görmüş’ün ifadesiyle ‘özgürlük karşıtı özgürlükçü hareketlerin’ ilk halkası 27 Mayıs’ta oluşacaktı. Darbeden sonra iktidarı tekrar sivillere devretmeye hazırlanan darbe konseyini işi orada bırakmamaları konusunda ikna eden, Menderes ve iki bakanının asılmasının yolunu açan, Türkiye’de vesayet sistemi dediğimiz ‘seçilenlerin yönetmemesi’ üzerine kurulu düzeni inşa eden yine onlardı. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil onları ve 27 Mayıs öncesini şöyle anlatıyor: “Meslektaşlarım hükümete karşı öyle bir kinle hareket etmişlerdir ki, İstanbul Üniversitesi öğrencilerine patlamaya hazır bir yangının üzerine benzin dökmekten farksız kasıtlı ve tantanalı beyanat vermekten kaçınmamışlardır.” Bu meyanda, aldıkları kararlarla (emirlerle) Menderes’i, Zorlu, Polatkan’ı asan ve sonrasında Anayasa Mahkemesi üyeliği ile taçlandırılan Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol ve arkadaşlarını anmalı mıyız? 

Akis Dergisi Yönetmeni ve İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker,  27 Mayıs’ta CHP’nin rolünü anlatıyor: “Gerçek şudur ki o günlerde, CHP bir yeraltı faaliyetinin bütün hazırlıklarını tamamlamaktaydı. 28 Nisan ile 27 Mayıs arasında CHP’nin bu şekilde çalışmış olduğu bir gerçektir... Menderes’e karşı koyma kendiliğinden mi doğmuştur? Hayır. Onu CHP bizzat organize etmiş, beslemiş, sloganlarını vermiş, her hareketin çekirdeğini oluşturmuş, bir beyin rolü oynamıştır. İsmet Paşa, partisinin bu rolü oynağından haberdardı. Ama kendisi hiçbir zaman yeraltına geçmedi. Buna karşılık, ihtilâle yeşil ışık yaktığı bir gerçektir.”
Daha yakın zamanda Aksiyon’a konuşan yeni Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit, henüz gençlik yıllarında 27 Mayıs’ın nedenlerinden sayılan öğrenci hareketlerini kendisinin organize ettiğini, manşete çektikleri öğrencilerin kıyma makinalarından geçirildiği haberinin tam bir asparagas olduğunu, 27 Mayıs’tan üç yıl önce Samet Kuşçu davasında darbe soruşturmasını engelleme amacıyla CHP adına mahkemeye müdahil olmakla görevlendirildiğini itiraf edecekti.
27 Mayıs hâlen toplumun bir kesimi için kutlu bir gün, hatta bayram!
Sivil görünüm şart!
‘Askerî darbeye ikna etme ekolü’ diyebileceğimiz ulusalcı, yer yer Baasçı sivil bir akım var Türkiye’de. 27 Mayıs’a kadar uzanan bu akımın ilk ve en bilinen aktörü Doğan Avcıoğlu. 9 Mart 1971 darbesi onun ofisinde organize edildi, Hasan Cemal, ‘Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım’ kitabında kendisinin de içinde olduğu süreci, askerlerle yürüttükleri işi çok iyi anlatıyor. Bu yüzden, bir sivilin daktilosundan çıkan askerî bildiri meselesi 27 Nisan e-muhtırasını hangi sivilin yazdığı tartışmasıyla sınırlı değil. Ulusalcılık bir asker sivil işbirliğinin en somut göstergesi. 
    Kamuoyunda büyük yankı uyandıran ODA TV davasının iddianamesinde Yalçın Küçük’ün talimatları ilginç. Üniversitesi gençliğinin sokağa dökülmesi üzerinde duruyor Küçük. “Kemalist devrim ruhunun canlanması için birilerinin ayağa kalkması lazım… 60 öncesi iyi incelenmeli… Sivil görünüm şart. Kesinlikle açık verilmemeli. Kitleyi yönlendirecek çocuklar iyi belirlenmeli... En güvenilir çocuklar derneklerin (ADD) politikası değilmiş izlenimi vererek sokağı organize edebilir. Güçlü bir medya desteği gerekli. Bağcılara (Doğan Grubu) gidip anlatılmalı… CHP halkevlerinin bize yakın şubelerini harekete geçirmekte geç kaldı… YARSAV çok önemli, içerisinde bu kadar çok yüksek yargıç, yüksek mahkeme başkanı, başsavcı olan bir muhalif kuruluş daha yoktur, dünyada bir örneği yoktur. Büyük işler yapmıştır.” diyor.
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek:
Kemalizm, ayrıcalıklı sınıfın konumunu meşrulaştırmak için başvurduğu bir ideoloji
Bu kesim, Batı demokrasisinin bütün kavramlarını alıp demokrasi dışı bir ideoloji inşa etmek için kullanıyor. Batı ideolojisini bilmemelerinden ya da ona vâkıf olmamalarından kaynaklanmıyor, sığlar ama sorun sadece onunla ilgili değil.  ‘Biz imtiyazlarımızı alt sınıflarla paylaşalım’ noktasında değiller. Bunu beklememek de lazım. Hiçbir toplumsal sınıf kendiliğinden bu noktaya gelmemiştir.  Demokratik mücadele ile egemen sınıf gerilediği için demokratik sınıf ön plana çıkıyor, yoksa kendiliğinden gerilemiş de değiller. İmtiyazlardan vazgeçmemek için diğerleriyle kendini eşit görmeme ısrarını sürdürüyorlar. Bu çerçevede Kemalizm bir zihniyet probleminden ziyade sınıfsal bir ihtiyaç...
Kemalizm, ayrıcalıklı sınıfın ayrıcalıklarını meşrulaştırmak için başvurduğu bir ideolojidir. Aşağıdakiler ‘Niye siz yönetiyorsunuz, niye sizin çocuklarınız iyi yerlerde okuyor, iyi görevlere geliyor da bizimkiler gelmiyor?’ dediğinde ‘Siz henüz o olgunluk düzeyine gelmediniz, yeterince çağdaş, laik, olmadınız; dolayısıyla bir süre bu eşitsiz ilişki devam edecek!’ tavrı içindeler. Anadolu sermayesine karşı çıkmalarının sebebi onların başını örtmesi, namaz kılması değil, kendi pazarlarına girmiş olması. Cem Karaca’nın şarkısında olduğu gibi ‘işçisin sen işçi kal’ diyorlar. Onun ideolojisi Kemalizm oluyor. 

Bugünden itibaren gelecekte tabii ki eşitlik mücadelesi verecekler. Değişimin yönü böyle devam ederse onlar da daha eşitlikçi, daha gayri şahsi kurallara dayalı bir yapı isteyecekler. Sahip oldukları imtiyazların ellerinden alınıp dezavantajlı durumlara düşmeleri onları korkutuyor. ‘Rövanş almayın’ demeleri bundan.  Mağdur edilmiş kişilerin ve kesimlerin rövanş almalarından korkuyorlar, zaten rövanş alınmaması gerekiyor. Ben de rövanş alındığını düşünmüyorum zaten. Genelkurmay’ın adil yargılama hakkı ile ilgili ilk açıklaması Ergenekon davasının tarihî sürecine denk geliyor ama olsun.

Vesayet sisteminin koruyucu kalkanı dediğin sivillerin tasfiye edildiği tamamıyla doğru değil. Sözünü ettiğimiz sivillerin test edileceği zaman demokratikleşmenin risk altına girdiği zamandır. Dilerim böyle bir zaman yaşamayız. Geri planda tutulan gazetecilerin başyazar olarak geri döndüğünü o zaman görebiliriz. Etkisizleşme var ama dönüşümler toplumsal kesimler arasındaki güç ilişkilerinin ardından gelirse daha sağlam bir zeminde olabilir; şu anda ise siyasi bir değişime dayalı tutum değişiklikleri var. 

Dr. Murat Yılmaz: Para verenler nerede!
Askerî darbeler ve vesayet rejiminin asker failleriyle yargıda ve kamuoyunda başlayan hesaplaşmalar devam ediyor. Ancak askerî darbelerin ve sonrasında kurulan vesayet rejiminin sivil ortaklarıyla henüz hesaplaşıldığı söylenemez. Ergenekon Davası hariç, darbecilerin sivil işbirlikçilerinin yargılandığı bir dava henüz açılmış değil. Dava bir yana kamuoyunda da darbecilerin ve vesayet düzeninin sivil ortakları yeterince tartışılmış değildir. Bir teoriye göre, asıl egemen olan güç, görünmeyen ve dolayısıyla tartışılamayandır. Bu zaviyeden bakıldığında askerî darbe ve vesayet rejiminin arkasındaki asıl failin hâlen tartışılamayan bu sivil ayak olduğu söylenebilir. Askerî güç, vurucu gücü teşkil ettiği ve meydanda göründüğü için gündem teşkil etmektedir.

Mehmet Ali Birand: Kendi kurduğumuz sistemi paylaşmak istemedik, tasfiye oluyoruz! 
 Hiç paylaşmadık, askerle susturacağımızı sandık...
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, bu iki geleneksel (Dindarlar ve Kürtler)  düşmana karşı sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini yaptık. Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını, dindar kesim ve Kürtlerle de paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman kabullenemedik. Düşünmedik dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık. Ne Cumhuriyet’in  siyasi sistemini, ne de laik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık.

“Hep bana-hep bana...”  dedik. Böyle bir baskı altında kaldıkça, bu iki düşman da radikalleşti. Başka bir cephe oluşturdular ve siyasi- ekonomik pastayı paylaşmak ister oldular. İşte o zaman da, hemen askere başvurduk. Demokrasi adına, darbelerle ince ayar yaptırdık. Bir gün, Türkiye’nin ve dünyanın değişebileceğini ve sürekli köşeye sıkıştırdığımız bu insanların güçleneceklerini ve bizleri azınlıkta bırakabileceklerini düşünemedik. Bugünlere gelmemizin başlıca nedeni, şimdiye kadar hazırladığımız anayasaları hep, tek taraflı düşünmemiz ve kendimize göre ayarlamamızdır…