Askerlikte “taktik intikâller” de, tıpkı taarruz, savunma, geri çekilme gibi, “muharebe şekilleri”nden sayılırlar.
Taktik intikâl, askerî bir birliğin bir noktadan hareketle, bir başka noktaya yürümesidir.
Bu “yürüyüş” yaya olsun, motorlu olsun, mutlaka belirli bir düzen içerisinde gerçekleştirilir. Yürümekte olan birliğin ana gövdesini oluşturan “büyük kısım”ın güven içinde yol alabilmesi için, o birliğin bir bölümü “öncü, yancı ve artçı” olarak görevlendirilir. Bu güvenlik unsurları üstlendikleri görevlerini en iyi biçimde yapmak üzere, kendi içlerinde de, meselâ, “öncü büyük kısmı, öncü, öncü öncüsü, uç” olarak tertiplenirler.
Böylece, her birimin birbirlerinden farklı “aralık ve mesafeler”le yola koyuldukları, upuzun ve devasa bir “yürüyüş kolu” ortaya çıkar.
Binlerce insandan oluşan bu yürüyüş kolunda, hem “aralık ve mesafeler”in korunmasını, hem de “düzeni ve yürüyüş hızı”nı gözeten ve belirleyen birinin olması gerekir.
İşte bu, dakikada “75 cm.” boyunda “118 adım” atarak, bir saatin “45 dakika”sında “4 km.” yol kat edip, “15 dakika”sında da dinlenen, yürüyüş kolunun en başındaki “adım ayarlayıcı”dır.
“Adım ayarlayıcı”, yol almakta olan o devasa gövdenin, istenen hedefe vaktinde ulaşmasını sağlamayı kendisine iş edinerek, “zamanı ve hızı” denetimi altında tutan kişidir.
Askerlikteki çoğu kural ya da uygulamalar, insan ve toplum yaşamlarının “deneyimler”inden esinlenerek üretilmiş şeylerdir. Bu nedenle ben, ne vakit yaşama dair bir durumu anlatacak olsam, örnekleyebileceğim bir askerî olguya daima rastlayabileceğime inanırım.
İşte bu mahiyette olmak üzere, diyebilirim ki, henüz üç yaşını dahi doldurmamış olan “Taraf gazetesi” ve “Ahmet Altan”, ülkemizin tarihsel bir dönüşümden geçmekte olduğu bu dönemde, “medya”nın büyük yürüyüşündeki “adım ayarlayıcı”dır.
“Ahmet Altan”ın adım ayarlayıcılığındaki “Taraf gazetesi”, bu üç sene boyunca, ülkedeki tüm “saklılıkları”, tüm “pislikleri”, tüm “tılsımları” yerle bir etmiştir.
Özellikle kamunun eskimiş yapılarıyla uyum çerçevesinde “uyuyan” ve toplumu da “uyutan”, “merkez”dekiler başta olmak üzere, medyanın büyük kısmı tam bir şaşkınlık içerisindedir. Kendileri bu kokuşmuş düzene karşı çıkmayı tasarlamadıkları için, “ancien regime”in allak bullak edilebileceğini ummamışlar, beklememişler ve anlamamışlardır.
Bu yüzden, “fikirleri ne ise, zikirleri de o olacağı” nedeniyle, ilkin, ya “Amerikan ajanlığı”, ya da “Fethullah parmağı”, yahut “Sorospu”luk arayışlarına geçmişlerdir.
Oysa, “Ahmet Altan”ın bir yazısında dediği gibi: “...dünyada herkese meydan okuyabilirsiniz... Eğer sırtınızı ‘gerçeğe, dürüstlüğe ve doğruluğa’ dayarsanız. Ama ‘yalana, inkâra, ucuzluğa’ dayanarak dünyaya meydan okursanız, hayat sizi yakanızdan tuttuğu gibi yere çalar.”
Onlar ise bu düzenden beslenmişler, olup bitenleri kanıksamışlar, rutinleşmişler, sabahleyin gazetelerine gelip, “akşam olsa da yatsak” demişlerdir.
Kara gün dostum “Prof. Dr. Mehmet Altan” beni tanıştırdığında, ilk sorusu şu olmuştu “Ahmet Altan”ın: “seninkiler, senin çevren ne düşünüyorlar, Taraf için?”
Ben de: “bir: vatan haini, iki: Amerikan ajanı üç: Fethullahçı” diyorlar; “sizin yüzünüzden beni de sildiler defterlerinden”, demiştim.
O da gülmüş, “bırak öyle bilsinler, züğürt ve yalnız olduğumuzu öğrenmelerinden daha iyidir, böyle sanmaları” demişti.
Nihayet gerçeği bildiklerinden artık, parasızlığımızı söylemekte bir beis görmüyorum, şimdi.
“Taraf”, inançla ve cesaretle çıkarılıyor, bilsinler varsa hâlâ, anlayamayanlar, kavrayamayanlar.
Bu gazetenin “zurnanın son deliği” bir yazarı da olsam; onur duyuyorum, kıvanç duyuyorum... Gururlanıyorum, “Taraf”ı her gün omuzlarında fedakârca yükselten o bir avuç gencecik insanları gördükçe.
Üniversitelerde olsun, bireysel araştırmalarda olsun, ortalık dinginleştikçe ve taşlar yerlerine oturdukça, bu düzenin değişmesi konusundaki “adım ayarlayıcı”lığı daha iyi anlaşılacaktır ve bu gazete “medya tarihi”ndeki hak ettiği “onursal” yerini alacaktır, hiç kuşkusuz.
Ve ben, “ben de oradaydım, işte” diyeceğim o vakit, bütün orada olanların hazzıyla...
Elde edeceğimiz “kazanç”ın sadece bu olduğuna ise hiç değinmeyeceğim, zira asla inanmazsınız.
Askerî yürüyüşlerde sadece “adım ayarlayıcı” yoktur. Bir de, en arkadan gelen “döküntü postası” vardır.
“Döküntü postası”nın görevi, “ayağını postal vuranları” ve bu nedenle de yolda dökülenleri toplamaktır. “Döküntü postası”nın amacı, yürüyüş kolunun gitmekte olduğu hedefe ulaşmak değildir, artık. Onların, her şeyden önce, tedaviye ihtiyaçları vardır, çünkü.
Bu yüzden yeterli miktarda sağlıkçı ve ambulans bırakılır kendilerine.
Ben askerî olguların toplumsal yaşamdaki örneklerinden dem vurmuştum, anımsarsanız.
Fakat medyanın, bu topraklardaki “değişim yürüyüşü”nün arkalarında kalanlarına, döküntü postası olarak koca bir “amiral gemisi”ni tahsis ediyor olması; yürüyüş kolunun aslında ne denli “vahim” bir durumda olduğunu göstermektedir, bana sorarsanız.