Türkiye’nin, AK Parti iktidarında, “Batı’dan uzaklaşıp Doğu ile ilişkilerini geliştirmekte olduğu,” şeklinde tarif edilen bir eksen kayması iddiası son iki, üç yıldır gündemimize oturdu. Ben, hükümetin, hem komşuları hem de dünya devletleri ile ilişkileri geliştirme şeklinde ortaya çıkan icraatlarını eksen kaymasından ziyade, bölgesel güç ve hatta küresel güç olma arayışlarına bağlıyorum. Artık Ankara’nın, gecikmeli de olsa çıkarları gerektirdiği zaman, üyesi olduğu NATO ittifakından, tam üye olmak istediği AB’den ve yakın müttefiki ABD’den bağımsız politikalar izlemesi doğal.
Askerî vesayet rejimi altındaki Türkiye, seçilmiş siyasilerin basiretsizliği de eklendiğinde, çoğu zaman çağın gerisinde kalan ve toplumdan ziyade statükonun çıkarlarını ön plana çıkartan bir dış ve iç politika çizgisine sahipti. Topluma hesap vermekle yükümlü olan siyasilerin, öncelikle de siyasi otoritenin, ülke yönetiminde muktedir olma çabalarıyla birlikte nihai karar alıcı konumu güçlendi ve daha akılcı, pragmatik politikalar izlenmeye başlandı. Bu politikanın adı, eksen kayması değil olsa olsa dünyadaki değişimleri doğru okuma çabası olabilir.
Türkiye’de asıl eksen kaymasının ipuçları, başta askerler tarafından, 1991 yılında ABD ve koalisyon güçlerinin Irak’ın Kuveyt işgalini sonlandırmak için başlattığı birinci Körfez Savaşı’nda verilmeye başlandı. Özellikle TSK, Kuzey Irak’taki Kürtlerin, İncirlik üzerinden ABD ve İngiltere tarafından Irak yönetimine karşı koruma şemsiyesi altına alınmasını, bölgede Kürt devletinin kurulması yolunda ilk tohumların atıldığı dönüm noktası olarak gördü. Bölgede, Kürtlere gıda malzemeleri attığı öne sürülen Amerikan helikopterlerinin fotoğrafları, TSK kaynakları tarafından basına bolca servis edildi. Böylece kamuoyunda, Amerikan aleyhtarlığı pompalandı.
PKK, 1991 sonrası Amerikan ve İngiliz koruması altındaki Kuzey Irak’a yerleşti. Kendi sorunlarını, hukuk ve demokrasi içinde kalıp, çözme iradesine sahip olmayan Türkiye için en kestirme ve kolaycı yol, PKK terörünün artmasından “Dış güçleri,” yani başta ABD’yi sorumlu tutmak idi. Kamuoyu da, maalesef bu sayede PKK ve Kürtleri özdeşleştirir hale gelirken Batı aleyhtarlığını da geliştirdi.
Dolayısıyla, asıl eksen kayması, 1991’lerin sonlarında Türkiye’de filizlenmeye ve uç vermeye başladı. 2000’li yılların Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, dört yıllık komutanlık döneminde bir kez olsun ABD’yi ziyaret etmezken Çin’e, Rusya’ya gitti. Dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri emekli Orgeneral Tuncer Kılınç, 7 Mart 2002’de, Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki bir toplantıda, “Batı, Türkiye’yi bölmek istiyor,” hezeyanı içinde, “Türkiye’nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Bunun da en doğru yöntemi zannediyorum, Rusya ile birlikte, ABD’yi gözardı etmeksizin mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunması. Türkiye, AB’den hiç yardım görmemiştir. AB, Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor,” dedi. Kılınç hızını alamayıp, “NATO’dan çıkalım,” diye de öneri getirdi ve devamla şöyle dedi:
“Eğer NATO’dan sıyrılırsanız, ABD’nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bugün Amerika, Türkiye’ye zaman zaman stratejik dost diye bakıyor, ama hiçbir zaman dostça davranmıyor.”
Tuncer Kılınç her ne kadar, yukarıda alıntıladığım görüşlerini, “Kişisel görüşleri,” olarak sunsa da, 1. Körfez Savaşı’yla birlikte özellikle TSK’da gelişen başta ABD, Batı aleyhtarlığının gerek ordu içinde gerekse toplumda nasıl bir yanıt bulduğu şüphe götürmez.
Neyse ki, Kıvrıkoğlu sonrası göreceli olarak siyasi otoriteye saygılı bir komutan olan Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olması ve AK Parti iktidarının, özellikle ilk döneminde, CHP’nin de desteğiyle önemli askerî ve sivil reformlara öncülük etmiş olması, Türkiye’de 2001 krizinin ardından tohumları atılan olumlu anlamda dönüşümün ivme kazanmasını sağladı.
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, dünkü gazetelerde yer alan ve “Ben 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmesinden yanaydım, PKK sorunu da bitecekti,” yolundaki sözlerine katılıyorum. Vekiller, Amerikan askerlerinin, 2003 yılındaki Irak’ı işgalleri sırasında Türkiye üzerinden geçmelerine izin vermemişti. Tezkerenin Meclis’ten kıl payı geçmemiş olmasında, arka planında ABD aleyhtarlığı had safhaya ulaşmış olan dolayısıyla ülke çıkarını gözardı eden bir TSK komuta anlayışının rolü büyüktür.
Bugün geldiğimiz noktada, Ankara, şayet ABD’nin öncülük ettiği ve komşularının hedefi olmak istemeyen Türkiye’yi ikna için NATO elbisesi giydirilen Füze Kalkanı projesine onay vermezse, bu bir eksen kayması olmayacaktır. Olsa olsa ulusal çıkarların gereği olacaktır.