“Komutanlar içerde olduğu için asker zaaf gösteriyor”
11 Eylül 2001 günündeki terör saldırılarının ardından dönemin ABD Başkanı George Bush, bunu kendilerine karşı bir savaş ilanı olarak görmüş ve kendi stratejilerini de “teröre karşı savaş” olarak ilan etmişti. Kuruluşu daha eskiye dayanmasına rağmen PKK ilk ciddi çıkışını 15 Ağustos 1984 günü Eruh ve Şemdinli ilçe merkezlerini basarak yaptı. Devlet ilk andan itibaren PKK’yı “terör örgütü”, eylemlerini de “terörizm” olarak tanımladı, fakat buna karşı hiçbir zaman “savaş” ilan etmedi; bütün stratejiler “terörle mücadele” konsepti etrafında şekillendirildi.
Devlet savaş ilan etmedi etmemesine ama PKK’ya karşı mücadelenin yükü esas olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) yüklendi. Neredeyse 30 yıldır süren bu mücadelenin bir türlü sonuçlanamamasının galiba ilk nedenlerinden biri “savaşmak” için varolan bir kuruma “terörle mücadele” gibi daha karmaşık bir rolün uygun görülmesidir.
Buradan hareketle, PKK hakkında doğru bilinen yanlışlara yeni bir ekleme yapabiliriz. O da uzun bir süredir TSK’nın üst düzey komutanları tarafından dile getirilen “biz üstümüze düşen vazifeyi başarıyla yerine getirdik, ama siyasetçiler gereken sosyo-ekonomik adımları atmadılar” önermesidir. Bu yaklaşım doğru görünmekle birlikte yanlıştır, çünkü “terörle mücadele” denildiğinde sadece askeri değil her türlü sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal faaliyet de kastedilmektedir. Şöyle ki yanlış daha işin başında yapılmış, PKK’nın etkili olarak ilk ortaya çıktığı dönemlerde zaten ülkenin yönetiminde birinci derecede rol oynayan TSK, “biz bu işi hallederiz” diye normalde sivillerin denetiminde olması gereken bir alanı bütünüyle kaplamıştır. TSK’nın sivil iktidarı bu mücadeleye katmaya yanaşması ancak PKK’nın “bir avuç çapulcu”dan ibaret olmadığı ve kolay kolay tasfiye edilemeyeceği anlaşıldıktan sonradır ki o da çok kısıtlı ve denetimli bir şekilde olmuştur.
Sorumlu kim?
Zaman geçti, şehitler başta olmak üzere ülkenin kayıpları arttı ve bütün bunlara rağmen PKK daha da güçlenerek varlığını sürdürdü. Bu aşamdan sonra askerin, başarısızlığın sorumlusu olarak, zaten kendisine çok dar bir alan bırakmış olduğu sivilleri göstermeye başladığını görüyoruz. Her şeyden önce TSK’nın askeri alanda ne derece başarılı olduğu da tam olarak net değilidir. Çünkü medyanın, sivil toplum kuruluşlarının, yürütmenin, yasamanın ve hatta yargının, PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi denetleme, eleştirme ve soruşturma hakları genel olarak gasp edilmiş olduğu için neyin nasıl cereyan ettiğini bu ülkenin vatandaşları uzun bir süre öğrenememişlerdir. Hâlâ birçok önemli olay karanlıktadır. En basitinden TSK yıllardır JİTEM’in varlığını bile inkar edebilmiştir.
Öte yandan seçimle işbaşına gelmiş siyasetçilerin Kürt sorununu çözme yolundaki en mütevazı adımlarını bile toptancı bir şekilde “bölücülük” olarak damgalamaktan çekinmeyen komutanların “Biz üstümüze düşen vazifeyi başarıyla yerine getirdik, ama siyasetçiler gereken sosyo-ekonomik adımları atmadılar” demelerinin inandırıcı hiçbir tarafı yoktur. Sonuç olarak, eğer ortada bir başarısızlık varsa bunun birinci derecede sorumluları arasında TSK’nın komuta kademeleri yer almalıdır.
Askeri vesayetten arınma süreci
Buradan hareketle, Silvan saldırısının ardından bazı çevrelerce dile getirilen “Komutanlar içerde olduğu için asker zaaf gösteriyor” önermesinin de tepeden tırnağa yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Her şey bir yana, bizler, komutanların içerde olmadıkları, hatta bu ülkenin vatandaşlarını sudan sebeplerle cezaevlerine tıktıkları, onların “tak” diye emrettiklerini başbakanların “şak” diye yaptıkları dönemleri de yaşadık ve PKK’nın bittiğini; Silvan’daki gibi sarsıcı saldırılar düzenleme imkanından mahrum kaldığını görmedik.
Galiba meselenin bam teli şu: Türkiye’de askerin sivil siyaseti vesayet altına almasının en temel gerekçesi “bölücülük” olmuştur. Bu tehdidin mutlak bir şekilde ortadan kalkması askerin iktidarını ciddi bir şekilde kısıtlayacaktır.
Nitekim “bölücülük” tehditinin eski gücünü kaybetmesine paralel olarak, ülkemiz adım adım, askeri vesayetten arınma sürecini yaşıyor. Bu gidişatı tersine çevirebilecek yegane aktörün PKK olduğu da aşikârdır.
Bu ihtimali tartışmayı yarına erteleyelim.
11 Eylül 2001 günündeki terör saldırılarının ardından dönemin ABD Başkanı George Bush, bunu kendilerine karşı bir savaş ilanı olarak görmüş ve kendi stratejilerini de “teröre karşı savaş” olarak ilan etmişti. Kuruluşu daha eskiye dayanmasına rağmen PKK ilk ciddi çıkışını 15 Ağustos 1984 günü Eruh ve Şemdinli ilçe merkezlerini basarak yaptı. Devlet ilk andan itibaren PKK’yı “terör örgütü”, eylemlerini de “terörizm” olarak tanımladı, fakat buna karşı hiçbir zaman “savaş” ilan etmedi; bütün stratejiler “terörle mücadele” konsepti etrafında şekillendirildi.
Devlet savaş ilan etmedi etmemesine ama PKK’ya karşı mücadelenin yükü esas olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) yüklendi. Neredeyse 30 yıldır süren bu mücadelenin bir türlü sonuçlanamamasının galiba ilk nedenlerinden biri “savaşmak” için varolan bir kuruma “terörle mücadele” gibi daha karmaşık bir rolün uygun görülmesidir.
Buradan hareketle, PKK hakkında doğru bilinen yanlışlara yeni bir ekleme yapabiliriz. O da uzun bir süredir TSK’nın üst düzey komutanları tarafından dile getirilen “biz üstümüze düşen vazifeyi başarıyla yerine getirdik, ama siyasetçiler gereken sosyo-ekonomik adımları atmadılar” önermesidir. Bu yaklaşım doğru görünmekle birlikte yanlıştır, çünkü “terörle mücadele” denildiğinde sadece askeri değil her türlü sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal faaliyet de kastedilmektedir. Şöyle ki yanlış daha işin başında yapılmış, PKK’nın etkili olarak ilk ortaya çıktığı dönemlerde zaten ülkenin yönetiminde birinci derecede rol oynayan TSK, “biz bu işi hallederiz” diye normalde sivillerin denetiminde olması gereken bir alanı bütünüyle kaplamıştır. TSK’nın sivil iktidarı bu mücadeleye katmaya yanaşması ancak PKK’nın “bir avuç çapulcu”dan ibaret olmadığı ve kolay kolay tasfiye edilemeyeceği anlaşıldıktan sonradır ki o da çok kısıtlı ve denetimli bir şekilde olmuştur.
Sorumlu kim?
Zaman geçti, şehitler başta olmak üzere ülkenin kayıpları arttı ve bütün bunlara rağmen PKK daha da güçlenerek varlığını sürdürdü. Bu aşamdan sonra askerin, başarısızlığın sorumlusu olarak, zaten kendisine çok dar bir alan bırakmış olduğu sivilleri göstermeye başladığını görüyoruz. Her şeyden önce TSK’nın askeri alanda ne derece başarılı olduğu da tam olarak net değilidir. Çünkü medyanın, sivil toplum kuruluşlarının, yürütmenin, yasamanın ve hatta yargının, PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi denetleme, eleştirme ve soruşturma hakları genel olarak gasp edilmiş olduğu için neyin nasıl cereyan ettiğini bu ülkenin vatandaşları uzun bir süre öğrenememişlerdir. Hâlâ birçok önemli olay karanlıktadır. En basitinden TSK yıllardır JİTEM’in varlığını bile inkar edebilmiştir.
Öte yandan seçimle işbaşına gelmiş siyasetçilerin Kürt sorununu çözme yolundaki en mütevazı adımlarını bile toptancı bir şekilde “bölücülük” olarak damgalamaktan çekinmeyen komutanların “Biz üstümüze düşen vazifeyi başarıyla yerine getirdik, ama siyasetçiler gereken sosyo-ekonomik adımları atmadılar” demelerinin inandırıcı hiçbir tarafı yoktur. Sonuç olarak, eğer ortada bir başarısızlık varsa bunun birinci derecede sorumluları arasında TSK’nın komuta kademeleri yer almalıdır.
Askeri vesayetten arınma süreci
Buradan hareketle, Silvan saldırısının ardından bazı çevrelerce dile getirilen “Komutanlar içerde olduğu için asker zaaf gösteriyor” önermesinin de tepeden tırnağa yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Her şey bir yana, bizler, komutanların içerde olmadıkları, hatta bu ülkenin vatandaşlarını sudan sebeplerle cezaevlerine tıktıkları, onların “tak” diye emrettiklerini başbakanların “şak” diye yaptıkları dönemleri de yaşadık ve PKK’nın bittiğini; Silvan’daki gibi sarsıcı saldırılar düzenleme imkanından mahrum kaldığını görmedik.
Galiba meselenin bam teli şu: Türkiye’de askerin sivil siyaseti vesayet altına almasının en temel gerekçesi “bölücülük” olmuştur. Bu tehdidin mutlak bir şekilde ortadan kalkması askerin iktidarını ciddi bir şekilde kısıtlayacaktır.
Nitekim “bölücülük” tehditinin eski gücünü kaybetmesine paralel olarak, ülkemiz adım adım, askeri vesayetten arınma sürecini yaşıyor. Bu gidişatı tersine çevirebilecek yegane aktörün PKK olduğu da aşikârdır.
Bu ihtimali tartışmayı yarına erteleyelim.