1 Eylül 2010 Çarşamba

Savaşın vakanüvisleri / Yasemin Çongar

Savaşı bitirmenin yolu hakikatten geçiyor; buna inanıyorum.

Savaşı bitirmek zor vesselam, savaşın hakikatine ermek zor çünkü. İnsanoğlu, ilk savaşından itibaren kavramış olmalı bunu. Aiskhilos’un bilgeliği sayesinde, dile kolay, en az iki ben beş yüz yıldır da söyleyip duruyoruz zaten; “Savaşın ilk kurbanı hakikattir” diyoruz.

Türkiye’yi çeyrek asırdır kanatan savaşı bitirecek kararlılık da, bu savaşın üzerini örten eprimiş yalanların yırtılıp atılmasıyla mümkün olacak. Savaşın kirli hakikatini gördükçe, anladıkça bu toplum, artık savaşmak istemeyecek. Buna inanıyorum.
Taraf, işte bu düşünceyle, son on günde iki ayrı haber dosyası açtı. Arkadaşlarımız Burhan Ekinci ve Tuğba Tekerek, bir bakıma, çeyrek asrın vakanüvisliğine giriştiler. Savaşın, bu topraklarda yaşayan herkesin belki biraz bildiği ama kimsenin, hiçbirimizin yeterince bilmediği korkunç hakikatini deşmeye başladılar.

Burhan, “Faili Meçhuller Meçhul Kalmasın” başlıklı yazı dizisinde, on gün boyunca büyük bölümü 1990’larda işlenmiş 136 faili meçhul cinayetin hikâyesini anlattı.

Doğu’da, bu cinayetlere “faili meşhur” deniyor, biliyorsunuz. “O fail kim” sorusuna verilen cevap da net: “Derin...” Kürtler en fazla kendilerinin öldüğü bu savaşta, faili bulunmayan cinayetlerin “devletin içindeki derin bir güç” eliyle gerçekleştirildiğini her zaman bildiler zira.

Bir hayatın sonunu özetleyen, “Karakola götürdüler, üç gün sonra cesedi yol kenarında bulundu” cümlesi, devletin cürümünden başka ne olabilir ki? Ve bu cümlenin benzerleri, kaç bin hayatın sonunu özetledi Türkiye’de? Kaç maktulün ailesi, katilden hesap sorulmadığını bilerek yaşıyor bu memlekette?

Burhan Ekinci’nin yazı dizisinin tamamı, Taraf’ın internet sitesinde şimdi. Dizinin sonuna bir de liste ekledik. Burhan’ın, nasıl ortadan kaybolduklarının, nasıl katledildiklerinin, cesetlerinin nerede ve ne halde bulunduğunun hikâyesini gazetede anlatmadığı ama “faili meçhul” olduklarını belgeleyebildiği tam 756 isim var o listede. Hikâyesini yazdıklarıyla birlikte, sadece Burhan’ın dosyasında bine yakın hesabı sorulmamış “can” var yani.

Dahası, yazı dizisi bittiğinden beri, Taraf’ı arayıp “Oğlumu da anlatın, babamı da yazın, kızımı da listeye ekleyin, müvekkilimin çocuklarının hikâyesini de dinleyin” diyenlerle de konuşuyor Burhan; onların dosyalarını da okuyor. Türkiye’nin korkunç savaşının en kirli, en karanlık çehresini herkes görsün diye çalışmayı sürdürüyor. “Bu savaşta on yedi bin beş yüz faili meçhul var” deniyor, malum. Bu rakam doğru mu bilmiyoruz. Çünkü savaşın vakanüvisliği zor ve yeterince yapılmamış bir iş bu memlekette; hakikat gerektiği gibi deşilmemiş, belgelenmemiş, yazılmamış. Şimdi Taraf, bunu yapmaya çalışıyor; Burhan Ekinci, Türkiye’nin “faili meçhuller” konusunda sağlam bir veri tabanına, güvenilir bir arşive sahip olması için uğraşıyor. “Korkunç” bir uğraş bu. Hakikate çıplak gözle bakabilme cesareti gerektiriyor; savaşın bitmesi için, hakikati bilmenin şart olduğuna inanmayı gerektiriyor.

Tuğba Tekerek, aynı cesaret ve inançla, savaşın bir başka yönünü yazıyor iki gündür; Güneydoğu’da görev yapmış askerlerin hikâyesini anlatıyor.

Nadire Mater, on iki yıl önce Mehmedin Kitabı’nda, askerliğini Olağanüstü Hal Bölgesi’nde yapan kırk iki askerin anlattıklarını naklederek, gencecik yaşta ateşin ortasına bırakılmanın ne demek olduğunu biraz olsun anlamamızı sağlamış; “en büyük asker bizim asker” ve “vatan sağ olsun” sloganlarının altında gizlenen derin korkudan, akıl almaz vahşetten, acıdan ve isyandan, çoğumuzu belki de ilk kez haberdar etmişti... Ama Mater gibi, savaşın vakanüvisliğine girişen yazarlar fazla çıkmadı bu memlekette; Mater’e konuşanlar gibi, konuşmayı göze alabilen askerler de fazla çıkmadı.

Tuğba, şimdi o askerleri buluyor işte. Ali Altay onlardan biri; 1994-1995’te Bitlis’te komandoyken yaşadıklarını anlatıyordu dünkü Taraf’ta. Açıp okuyun. Gencecik çocukların ateşin ortasında nasıl korktuğunu, nasıl vahşileştiğini onlardan birinin ağzından dinleyin. Köylerin nasıl yakıldığını, kulakların nasıl kesildiğini öğrenin.

Ali Altay’ın niye “Bugün olsa askere gitmezdim, gidersem namerdim” dediğini anlayacaksınız. Tanığı olduğu, parçası olduğu, faillerinden biri olmaya zorlandığı vahşeti gayet ayrıntılı biçimde anlattıktan sonra, Tuğba, “Her şeyi anlattın mı, anlatamadığın şeyler var mı” diye sorunca, “Kimse yaşadığı her şeyi anlatmaz ki, anlatamıyorsun” cevabını vermiş Ali.

Yutkunun ve okumaya devam edin.

Bugün de, 1990-1991’de Hakkâri Şemdinli’de komando olarak askerlik yaptıktan sonra babaevine döndüğü günden beri “gerçeklikten tamamen kopuk” yaşayan Fatih Altın’ın hikâyesini yazıyor Tuğba... Fatih, askerlik sonrasında, “Teslim ol Türkiye” diye, “Helikopterler geliyor” diye bağırmış günlerce; havaifişekten korkar olmuş, kendi kendine konuşur olmuş, intiharı denemiş. Bugün kırk yaşında; Vezirköprü’nün sokaklarında, kendi kendine “Apo, PKK, TSK” diye mırıldanarak, yerlerden izmarit toplayarak gezinen bir adam Fatih.

Annesi Fahriye Altın, yirmi yıl sonra, “Bir daha olsa, asla oğlumu askere göndermem” diyor. Savaşın hakikatini öğrenen her annenin söyleyeceğini söylüyor yani.