12 Ağustos 2013 Pazartesi

Uluslararası Güç Dengeleri ve Erdoğanın Restleri / Mahmut Akpınar

Devletlerarası ilişkiler tamamıyla güç ve çıkar üzerinde döner desek mübalağa etmiş olmayız. Ancak güç nedir, kimin gücü ne kadardır, devletlerin güçleri neyle ölçülür, nasıl test edilir bunlar çok basit formüllerle izah edilebilecek şeyler değildir. Gücün en basit tanımı birisini, bir kişiyi, bir devleti, unsuru bir şeyi yapmaya zorlayabilmek veya bir işi yapmaması noktasında engelleyebilmektir. Yaptırıma veya engellemeye dair araçlara, imkânlara sahip olmak ve bunları kullanabilecek kabiliyet ve kudrette bulunmaktır.

1648 Westphalia Anlaşmasından sonra modern devlet düzeni işlemeye başlamış, devletlerin belirli kurallar çerçevesinde hareket etmesi arzu edilmiştir. Ancak devletler arasında veya UA alanda kurulmuş olan bu türden düzenlere uyma davranışları genelde devletin zayıf veya güçlü olması ile ilişkili olmuştur. Güçlü devletler UA sistemleri ve kuralları delmiş, dikkate almamış, kendi kurallarını ve kararlarını dayatma eğiliminde olmuştur. Küçük devletlere ise kurallara ve sisteme uyması noktasında yaptırımlar uygulanmıştır. Büyük devletler inandırıcı veya değil kendi geliştirip dayattıkları argümanlar üzerinden düzenlemeler yapmışlar, adımlar atmışlar ancak küçük devletlerin revizyonist eğilimlere girmesine, toprak ve güç kazanmasına müsaade etmemişlerdir.

Dünyanın o zamana kadar gördüğü en çok devletli, en çok cepheli savaşı olan Birinci Dünya Savaşı sonrası tedbirler alınmak istenmiş; benzer yıkımların ve savaşların olmaması temennisiyle Milletler Cemiyeti kurulmuştur. İki dünya savaşı arasında kurulan bu yeni ve gevşek yapıya rağmen Hitler, Mussolini gibi kontrol dışı güçlerin çıkması ve dünyayı 2. Bir büyük savaşa ve yıkıma sürüklemeleri daha ağır, sıkı denetimin olduğu bir UA sistemin kurulmasını getirmiştir. Gerçekte her yeni kurulan düzen galiplerin kurduğu, mağlupların tabi olmaya mecbur edildiği bir sistemdir. 2. Dünya Savaşında yeni dünyanın yeni gücü ABD’nin de alana inmesiyle savaş bitmiş ve galip devletlerin öncülüğünde ve etkinliğinde bu defa Birleşmiş Milletler (BM, UN) kurulmuştur. İki büyük dünya savaşının ortaya koyduğu acı tecrübelerden sonra galip devletler Dünyayı daha iyi kontrol etmek için daha sıkı bir UA düzenek kurmak istemişlerdir. Sürprizlerin yaşanmaması için UA sistem üzerindeki etkin güçler önleyici tedbirlere, istihbarı çalışmalara ağırlık vermişlerdir.

II. Dünya Savaşından sonra dünyada güç merkezleri Doğu ve Batı bloğu diye iki ayrı odakta toplanmış ve dünyadaki ilişkiler bu iki kutup arasındaki dengeye göre işlemiştir. Ayrıca çok etkisi olmasa da kalabalık sayılara ulaşmış Mısır-Hindistan gibi ülkelerin başı çektiği “Bağlantısızlar Hareketi”  denilen üçüncü bir oluşum ortaya çıkmıştır. Bağlantısızlar Hareketi aralarındaki bağ ve ilişki düzeyi zayıf, pek çok devletten oluşan ama UA sistem üzerinde etkisi ve organize olma kabiliyeti sınırlı gevşek bir birlik olabilmiştir.

Aslında dünyadaki devletler arasında sınırları çok net olmayan bir hiyerarşiden, kademeli bir yapılanmanın varlığından bahsedilebilir. Bunlar global (başat) aktörler, Büyük güçler, bölgesel güçler ve küçük güçler olarak sıralanabilmektedirler. Bu hiyerarşik düzen içinde bir geçişkenlik, esneklik mümkün olsa da bir ülkenin orta boy bir güç iken global güç gibi davranması ve bunun diğer devletler, güçler tarafından kabullenilmesi ve hazmedilmesi mümkün değildir. Bir ülkenin bu hiyerarşik yapıda bir üst sınıfa çıkması çok kolay değildir. Müttefiki ülkelerin ne kadar kabul edip önünü açacağı ayrı bir meseledir; ancak rakip ve alternatif ülkeler, güçler böylesi bir sınıf atlamaya ciddi direnç ve defans gösterirler. Türlü engelleme yöntemlerini devreye sokarlar. Böylesi bir büyüme, sınıf atlama  genelde global güçlerin izin ve desteğiyle olabilir. Eğer sizi bir tehdit görmüyorlar, size bir misyon yüklemek istiyorlarsa veya eski bölgesel güçle problemleri varsa küçük güçleri orta boy bölgesel bir güç haline getirebilirler. Ama bunu yaparken o ülkeyi asla kendi halinize bırakmazlar; bir rol yüklerler.

Güç dengelerinin oluşmasında bir kısım tabii ittifaklar vardır. Demokratik batı kulübü, bunun içinde Anglosakson dayanışması, Ortodoks ittifaklar, Sosyalist ittifaklar, sömürge geçmişi olanların bir emperyal gücün etrafında toplanması, İngiltere, Fransa, İspanya’nın eski sömürgelerinden gönüllü veya zoraki birlikler oluşturmaları vb. Bunlar yanında coğrafi yakınlıktan, benzerlikten kaynaklanan ekonomik, siyasi birlikler ve işbirlikleri olabilmektedir. İslam konferansı teşkilatı gibi bir kısım örgütler var ise de ilam ülkeleri arasında bir ittifaktan, birlikten bahsetmek mümkün değildir. Osmanlı Devleti’nin dağılması üzerine İslam medeniyeti ve İslam toplumları hamisiz kalmış UA sistemde etkisiz hale gelmiştir. Bu gün İslam ülkesi olarak geçen her bir ülke bir başat gücün veya bir eski sömürgecisi gücün himaye ve vesayetindedir. Elliyi aşkın ülkenin varlığına ve devasa bir nüfusa oranla bugünkü UA sistemde en etkisiz, edilgen kesimim Müslümanlar olduğu rahatlıkla söylenebilir.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni düzende savaşın mağlupları olan Almanya Japonya gibi ülkelere askeri alan açılmamış, bağımsız siyasi insiyatif kullanmalarına müsaade edilmemiş, ama galiplerin paktında ekonomik güç olarak yer almalarına göz yumulmuştur. Bizdeki yapı ve sistem Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasına rağmen Japonya Almanya’nın aksine bize ne siyasi, ne askeri, ne de ekonomik bağımsızlık elde etme ve insiyatif kullanma izni verilmiştir. Almanya Japonya’ya tanınan demokratik-ekonomik alan dahi bize bırakılmamış, Türkiye hep bir vesayet ve denetim altında tutulmak istenmiştir. Bu vesayetten çıkma belirtileri oluştuğunda sivil ve askeri bürokrasi harekete geçirilerek vesayet tekrar perçinlenmiş ve Türkiye’nin müstakil, bağımsız bir güç olmasana asla fırsat tanınmamıştır. Ancak Almanya-Japonya’ya da galip devletlerin bloğundan kop-a-mayacak, onlarla birlikte harekete mecbur olacak şekilde ekonomik, kısmen de siyasi güç ala bırakılmıştır. Zihinlerimizde “güçlü ülkeler” kategorisinde yer alsa dahi bu yönüyle Almanya-Japonya’nın nisbi bağımlı ülkeler olduğu, bir eksen dışında hareket imkânına sahip olmadıkları söylenebilir.

1990’lardan sonra SSCB’nin yıkılmasıyla ABD-Batı merkezli tek kutuplu dünyanın olduğu iddia edilse ve batı medeniyetinin mutlak galibiyetini ifade sadedinde “tarihin sonu” dense de 2000’li yıllardan sonra dünyanın güçlü başat aktör ABD’ye rağmen pek de tek kutuplu olmadığı, yeni güç merkezlerinin ortaya çıktığı görülmeye başlanmıştır. Bugün Amerika’nın liderliğinde Atlantik Avrupa ittifakı dünyanın en önemli ve UA sistemi kontrol eden gücü olsa da giderek artan ve çeşitlenen bir meydan okumanın olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 21. Yüzyılda ekonomik, siyasi ve askeri güç bağlamında Avrupa’dan, Atlantik’ten bir uzaklaşma vardır. Yeni güç dengeleri Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin bulunduğu Asya’ya doğru kaymaktadır. Çin ve Hindistan nüfuslarının da etkisiyle devasa ekonomiler haline gelirken, SSCB sonrası Rusya tekrar bir yükselme ve toparlanma sürecindedir.

Peki, Türkiye bu UA sistem içinde ve güç dengeleri arasında nerede? Türkiye hangi seviyede bir güç?

Gerçekçi olmak gerekirse Türkiye son 10 yılda AK Parti hükümetleri döneminde ciddi sıçrama yapmasına rağmen hala orta boy bir devlettir. Bölgesel bir güç olup olmadığı tartışmalıdır. Türkiye ekonomik gücünü, üretim ve ihracat kapasitesini, hizmet sektörünü Özal ve sonrasında AK Parti döneminde ciddi geliştirdi ve büyüttü. Dünyayla boy ölçüşebilecek müteahhitler, tüccarlar yetiştirdi. Ekonomik olarak dünyayla bütünleşti. Eğitimli ve dünyayı tanıyan yeni bir nesle sahip hale geldi. Ancak Türkiye kalabalık ordusuna ve ciddi savunma harcamasına rağmen askeri açıdan güçlü ve caydırıcı bir ülke değildir. Teknolojide, silah sanayinde müstakil hareket edebilecek durumu yoktur; stratejik sektörlerin pek çoğunda dışa bağımlıdır. Suriye son 2 yılda bu yönümüzü test edercesine ve tahrik eder şekilde bizi sınadı. Güçlü bir tarihimiz, kültürümüz, devlet geleneğimiz, akrabalıklarımız var ise de bunun siyasi bir güce, etkililiğe dönüştürülmesi çok kolay görünmemektedir. Zira bizim ittifak kurmayı düşüneceğimiz, ortak geçmişimiz, kültürümüz olan ülkelerin hemen hiçbiri kendi başına hareket edebilecek inisiyatife ve yetkinliğe sahip değildir. Ayrıca bizim ilgi alanımızda olan, siyasi, kültürel ittifakları kurabileceğimiz ülkelerde halklarla yönetimler arası kopuktur, problemler vardır. Diğer yandan Türkiye ne UA sistemi, ne de bölgesel dengeleri başat güçlerin izni ve onayı olmadan değiştirebilecek, hatta esnetebilecek güç ve kabiliyete sahip değildir. Türkiye potansiyeli olan bir ülke olabilir, ancak güç dengeleri açısından eli zayıftır. Ayrıca Türkiye’nin UA sistemde ve bölgede etkili bir oyuncu olmasını isteyecek global ve bölgesel hiçbir aktör yoktur desek mübalağa etmiş olmayız. Türkiye’nin özellikle Ortadoğu halkları ve Müslüman toplumlar, eski Osmanlı coğrafyası üzerinden güçlü bir kredisi var ise de bunun kuvveden fiile geçmesini ne büyük güçler ne de bölgedeki diğer aktörler isteyecektir.

UA sistem değiştirilemez mi, Türkiye bu UA sisteme mahkûm mu?
Bu bir kader midir?

Türkiye UA sistem içinde kendine alan açıp inisiyatif sahibi olamaz mı?

Son dönemde Türkiye ciddi gelişti ve büyüdü. Buna nasıl müsaade ettiler? Hatırlarsanız Türkiye çıkışlarını AB ile birlikte yaptı ve uzunca süre, ilk iki dönem AB ve ABD ile uyum için de yürümek için itina gösterdi. Ancak son dönemlerde Türkiye meydan okuyucu, UA sistemi sert şekilde eleştiren ve dikkate almama eğilimi gösteren tavırlar sergiliyor. Türkiye ölçeğindeki bir gücün bunu yapma imkânı yoktur. Bu türden tezleri çok fazla dillendirdiğinde müdahale eder ve cezalandırırlar. Bir alt lige iterler daha önceden toplum ve devlet içine yerleştirilmiş iç unsurlarla veya dış enstrümanlarla, türlü müdahale araçları ile Türkiye’nin önünü keserler; kendi yöntemleriyle terbiye ederler.

UA alanda her şey güce endekslidir; ilkeler çok da geçerli değildir. İlkeler dikkate alınıyormuş gibi yapılır, konuşulur, hatırlatılır; ama herkes bilir ki ilkeler değil güç önemlidir. UA çark, devletler arası ilişkiler, dış politika buna göre döner.

Türkiye ve Erdoğan bunu değiştiremez mi? Bu günkü BM sistemi Güvenlik Konseyi ne kadar adaletli? Bu adaletsiz, ikiyüzlü, güçlünün hâkim olduğu UA sisteme boyun eğme dışında çıkışımız yok mu? Buna uyum sağlamak, sisteme teslim olmak, haksızlık karşısında susmak anlamına gelmez mi? Dünyada yaşanan zulme ve özellikle Müslümanların hak ve taleplerinin görmezden gelinmesine ve sömürge muamelesi görmesine müsaade mi edeceğiz, ses çıkarmayacak mıyız?

Ülkeler planlı ve ince çalışmalar, uzun çabalar sonucu güçlenebilir; bir üst lige-liglere çıkabilir ve inisiyatif kabiliyetini, hareket alanını genişletebilir. Ama bunu çok akıllıca, stratejik ve dikkatli davranarak, zamanın, şartların size sunduğu imkânları çok iyi değerlendirerek ve gücünüzün sınırlarını bilerek, uzun zamana yayılmış hedeflerle yapma fırsatı bulabilirsiniz. Tarihte bu türden ani ve hızlı yükselişler olmuştur. Büyük İskender’in, Cengiz Han’ın seferleri bu türden sayılabilir. Ama genelde bir medeniyet alt yapısına ve değerler sistemine dayanmayan böylesi büyük fetihler ve güç dengeleri ile oynamalar kişilerle veya en fazla oğulları ile sınırlı kalmış ve kalıcı olamamıştır. İskender’in ölümüyle imparatorluk etkisini yitirmiş, Cengiz Han’ın büyük devleti güçlü İslam medeniyeti içinde birkaç nesilde erimiş ve kaybolmuştur. Selçuklu devletinin yürüyüşü ve ilerlemesi oldukça stratejik ve planlıdır. Osmanlı devletinin batıya doğru yürüyüşü ve büyümesi de planlı ve sabırla bir hedefe doğru yürümedir. Bir beylik ilk Osmanlı sultanlarının çok stratejik ve akıllıca davranması, boşlukları, zaafları ve kendi güç kapasitesini çok iyi kullanmasıyla ancak 150 yılda büyük güç olabilmiştir.
UA sistem kader değildir ve değişebilir. Batının cetveli eline alıp çizdiği suni sınırlar doğal sınırlara çevrilemez, bu gün hala sürdürdüğü örtülü vesayet bitirilemez değildir. Ama bir kısım realiteleri bilmek ve bazı dengelere dikkat etmek gerekmektedir. Bunun için:
  1. Kendi güç sınırlarını ve zaaflarını iyi bilmek
  2. Kendi kabiliyetlerini iyi tespit etmek ve büyüme-gelişme istikametini bu alanlara yöneltmek (ticaret, savunma, teknoloji, tarım vs)
  3. Rekabet içinde olduğun bölgesel ve global güçlerin güç kapasitesini kendine kıyasla iyi bilmek ve ona karşı stratejiler geliştirmek.
  4. Askeri, teknolojik, ekonomik bağımlılıkları, stratejik sektörlerdeki bağımlılıkları asgariye indirmek, en olumsuz durumlarda ayakta kalabilecek ve rekabeti sürdürebilecek donanımlara sahip olmak.
  5. Alternatifli politikalar geliştirmek ve tek bir yöne mahkûm olmayacak şekilde seçenekleri, ortaklıkları çeşitlendirmek. Bütün yumurtaları aynı sepette toplamak, tek yönlü politikalara ülkeyi mahkûm etmek sıkıntılıdır. Riski yayarak ve büyük güçler arasındaki dengeleri iyi bilerek ülkeye yeni hareket alanları, alternatif güzergâhlar oluşturmak gerekir.
  6. Sadece rekabete, mücadeleye dayalı büyümek büyük güç ister. Bir üst sınıfa atlamak isteyen güçlerin aynı zamanda doğru ve kendisine katkıda bulunacak müttefikler bulması, ittifaklarla riskleri azaltması gerekir.
  7. Büyümelerde özellikle take-off durumlarında iç dengeler ve ahenk çok önemlidir. Büyümek ve sınıf atlamak arzusundaki aktörler dış aktörlerin durumunu bilmenin yanında iç dengeleri toplumsal yapıdaki kırılganlıkları dikkate almalıdırlar. Sosyal dönüşümü, toplumsal değişimleri-gelişmeleri çok iyi okuyabilmesi, farklılıkların istismarına müsaade etmeyip bunu güce evirebilmesi gerekir. Eğer iç dengelerinizi kuramaz, toplumsal konsensüsü, iç barışı sağlayamazsanız, diğer aktörler sizin iç dengelerinizle-farklılıklarınızla oynayarak size fren etkisi oluşturur. Eğer çok cüretkar çıkışlarınız oldu ve iç ahenginizi sağlam zeminlere oturtamadı iseniz sizi bir daha meydan okuyamayacak hale getirir ve istikrarsızlaştırır; parçalarlar.
Bir iktidarla, hükümetle güç klasmanında sınıf atlama, hele UA sisteme meydan okuyacak önemli aktör haline gelme özellikle bu çağda çok da mümkün değildir. UA sistemde karar verici olma, etkin rol kapma nesiller boyu sürecek bir çabaya, planlı ve stratejik birbirini bütünleyen bir yürüyüşe bağlıdır. Veya eğer bir hazırlığınız varsa tarihin size sunacağı bir fırsata vabestedir. Osmanlı’nın sürekli ve planlı batıya yürüyüşü, Rusların yine batıya ve açık ve sıcak denizlere inme stratejileri, Avrupalıların dünyayı bir Pazar haline getirme, sömürme stratejileri uzun zaman dilimlerine yayılmış, üst üste konarak yapılabilmiş işlerdir.

Dünyada bu gün var olan sistem bir lideri kolayca kahraman yapacak, bir ülkeye bir hamlede lig atlamaya fırsat verecek durumda değildir. Hele siz UA sisteme şu anda hükmeden kültür ve medeniyetle asırlarca mücadele etmiş, onlara tehdit oluşturmuş bir medeniyetin, tarihin mirasçıları iseniz bu imkânı size kolayca vermezler. Bir de mevcut sisteminiz bir yenilginin ardından hasımlarınız-rakipleriniz tarafından kurulmuş ve sistem sizin ayağa kalkamamanız üzerine kurgulanmış, elinize-ayağınıza türlü bukağılar vurulmuş, tuzaklar kurulmuş, devlet yapınız birçok kontrol araçlarıyla, dengeleyiciyle donatılmış ise bunu yapmanız çok daha zorlaşır. Birkaç dönem başbakanlık yaparak size UA sistemi değiştirme veya daha iddiasız bir hedef olan ülkenizi üst liglere taşıma ve bölgesel aktör olma fırsatını kolayca vermezler.

Bu tür cenderelerden bir ülkeyi kurtarabilmek için “kahraman”, “kurtarıcı” olma beklentisindeki liderlerden öte, kişileri aşan bir yol haritasına, uzun erimli ve planlı, diğer güçleri tahrik etmeden yürüme ve tarihin verdiği fırsatları değerlendirme becerisindeki liderlere ihtiyaç vardır. Özal bu noktada tarihin verdiği fırsatı değerlendirmeye çalışmış ve ekonomik, teknolojik, kültürel vs gelişmelere paralel Türkiye’yi bir bölgesel güç haline getirmek için atılım yapmış, Sovyet sonrası ortaya çıkan Türki Cumhuriyetlerle birlikler kurmaya çalışmıştır. Ancak onun da UA güç dengelerini, iç dengeleri yeterince dikkate aldığı söylenemez. Açıktan ve gür sesle “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” diyerek başta Rusya olmak üzere bütün büyük güçleri ürkütmüş; Türkiye’ye karşı iç ve dış kontrol araçlarının harekete geçirilmesine neden olmuştur. Sonuçta Özal zehirlenmiş, iç istikrar bozulmuş Türkiye koalisyonlara mahkûm, zinde güçlerin ve bürokratik unsurların alana indiği perişan edilmiş, ekonomik-siyasi itibarını yitirmiş bir ülkeye dönüştürülmüştür. Başbakan Erdoğan’ın da bu gün benzer şeyleri daha tehditkâr ve cüretkâr bir dil kullanarak yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Üstelik Erdoğan açıktan ve nasırlara basarak, her güce çatarak, iç ve dış güç denklemlerini pek de dikkate almadan, sadece aldığı oylara itibar ederek bunu yapmaya çalışmaktadır.

Kurudukça sulanan büyüdükçe budanan Türkiye’ye ilk iki dönemde global güçler alan açmış ve büyüme fırsatı vermişlerdir. Bu zaman zarfında hükümet çok stratejik ilişkiler geliştirmiş, atılımlar yapmış iç ve dış dengelere dikkat ederek ülkeyi beklenenin de üzerinde iyi bir yere taşımıştır. Ama son dönemde Erdoğan’ın reel politikle örtüşmeyen meydan okuyucu tavırları, gücünü ve kabiliyetlerini aşan eleştirel tutumu bölgesel ve global güçlerin Türkiye’ye karşı tedbirler almasına, yürümek istediği yola iç ve dış engeller çıkarmasına neden olmuştur. Nitekim son 2-3 yıldır Türkiye gerilimli ortamlara sürüklenmekte, bir mengeneye sokulmak istenmektedir.

Erdoğan çok başarılı bir siyasetçi, karizmatik bir lider, tuttuğunu koparan bir kişilik olabilir; uğruna ölecek milyonlar bulunabilir. Türkiye’nin önemli bir kısmı, hatta Ortadoğu’da ciddi bir kitle kendisiyle gurur duyuyor olabilir, onu “yedirtmeyecek” delice seven bir seçmen kitlesi olabilir. Türkiye AK Parti döneminde, Erdoğan liderliğinde önemli yol almış, ciddi atılımlar yapmış, ekonomisini düzeltmiş, refah seviyesini yükseltmiş olabilir. Ancak Türkiye bütün pozitif değerlere, olumlu gelişmelere rağmen en iyimser yaklaşımla bir bölgesel güçtür (son yıllarda o noktada da büyük mevzi kayıpları olmuş, bütün komşularıyla problemli, bölgede etkisiz hale gelmiş-getirilmiştir).

Türkiye hala büyük güçlerin vesayetinden çıkamamış, sistemini-devleti asrın başında batılı güçlerin kurduğu düzenekten kurtaramamıştır. PKK gibi dünyanın en güçlü-kanlı terör örgütlerinden biriyle karşı karşıyadır. Toplumsal yapısında pek çok kırılgan noktalar vardır. Çevresinde problemli olduğu yığınla ülke, komşu vardır. İleri teknolojideki bağımlılığı, savunma sanayindeki yetersizliği, ekonomik yapısındaki kırılganlığı, demokratik sistemdeki arızaları, temel hak ve özgürlüklerdeki eksiklikleri devam etmektedir. Güç kriterleri açısından Türkiye asla başat bir aktör, global bir güç değildir. Erdoğan Herkül kadar güçlü, Aristo kadar akıllı, Nizamül Mülk kadar siyasi beceri sahibi olsa, İbni Haldun kadar sosyolojiye vukufiyeti bulunsa, Yavuz Sultan Selim kadar İslam birliğinin derdini çekse eldeki araçlar, imkânlar bellidir. Türkiye’nin güç potansiyeli, kabiliyetleri sınırlıdır. Bu malzemeden dünyaya meydan okuyacak, UA sistemi değiştirecek, büyük güçlere diz çöktürecek, bütün adaletsizlikleri bıçakla keser gibi durduracak bir cihaz, devlet çıkmaz.

O halde herkese meydan okumak, bütün aktörlerle cebelleşmek yerine mümkünün sınırlarına riayet etmek, potansiyelimizi ve kabiliyetlerimizi bilerek, düşmanları uyarıp tahrik etmeden, üzerimize saldırtmadan yürümek daha akıllıca ve daha siyasi bir davranış olmaz mı?