Kesin gününü tam hatırlayamıyorum, ancak henüz 28 Şubat 1997 olayları yaşanmamış ve 1998 tarihli andıçla cezalandırılma sürecine girilmemişti. Buna karşılık Genelkurmay Başkanlığı ile sürekli sürtüşme halindeydim. 1996 yılıydı ve Kürt sorunu en şiddetli döneminden geçiyor, Genelkurmay iki konuda üstüme geliyordu. Biri, Fethullah Gülen hareketini eleştirmeyip, aksine okullarını desteklememdi. Diğeri ise Kürt sorununda resmi politikaya karşı çıkmamdı.
Her yazıma tepki gelirdi. Bu tepkiler de, direk bana değil, Ankara' da askerle arası iyi olup sık sık görüşebilen gazeteciler veya gazetelerin Ankara temsilcileri aracılığıyla yollanırdı. Kimi, memnun, hatta hafif alaycı şekilde "Abi canına okuyacaklar senin, hazırlıklı ol..." der, kimi üzülerek komutanlar arasında benimle ilgili konuşmaları anlatırlardı.
Yapayanlız kalmıştım. Aynı yaklaşımı gösteren bir de Cengiz Çandar vardı. Sadece asker değil, Aydınlık Dergisi ikimizi hedef almış, inanılmaz bir yıpratma kampanyasını sürdürüyordu. Hatta, askerden daha da yıkıcı bir kampanya yapıyor ve bizleri hedef gösteriyordu.
Hiç unutmuyorum, o günlerde bir telefon aldım. SABAH gazetesi muhabiri arıyordu.
"...Abi, bugün bir şehit asker cenazesi vardı. Bir yarbay çıktı ve asıl hainlerin aramızda olduğunu söyledikten sonra, sizin ve Cengiz Çandar'ın adını verdi. Binlerce kişi de sizleri yuhaladı. TV' ler de çekti..." dedi.
Fena halde ürktüm.
Bir yarbayın çıkıp kendi başına böyle bir konuşma yapması imkansızdı. Mutlaka bir yerlerden emir almış olması gerekirdi. Korkmamın nedeni, hapse girmek filan değildi. Etraf deli doluydu. Birileri bu konuşmadan görev çıkarıp, aileme zarar verebilirdi. Açıkçası can derdine düşmüştüm.
O gerilimle oturup, Genelkurmay Başkanı Karadayı' ya bir faks mesajı yazdım.
Özetle "...Eğer bu yarbay sizin emrinizle -ki hiç sanmıyorum- böyle bir konuşma yaptıysa, benim ve ailemin hayatını tehdit altına girdiğini bilmenizi isterim. Böyle bir talihsizliğin sorumluluğu kurumunuza ait olur. Eğer bu konuşmayı sizden habersiz yapmışsa, ya bu yarbay hakkında soruşturma açılmasını veya kamuoyuna yarbayın görüşlerine katılmadığınızı açıklamanızı beklerim..." dedim.
Bir vatandaş olarak, beni tehdit eden bir kurum mensubunu, o kurumun en tepesindeki kişiye şikayet etme hakkını kendimde görmem kadar da doğal birşey olamazdı.
Ertesi sabah Özkasnak aradı ve ip koptu...
Ertesi sabah, Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Özkasnak aradı.
Doğrusu söyleyeyim, memnun oldum. Genelkurmay Başkanlığı’nın duyarlılık gösterdiğini, hemen harekete geçtiğini ve adı geçen yarbay hakkında hiç değilse bir soruşturma açıldığını duymaya hazırlanıyordum.
Telefonun öbür ucundaki ses, tam aksine buz gibiydi.
- “M. Ali Birand siz ne yapmak istiyorsunuz?” demez mi?
- “Siz ne yapmak istiyorsunuz?” demek zorunda kaldım.
- “Siz kendinizi kim sanıyorsunuz da, genelkurmay başkanımıza faks mesajı yollayabiliyorsunuz? Kimsiniz siz?” yanıtını alınca deliye döndüm.
Düşünebiliyor musunuz, o dönemdeki asker algısına göre, genelkurmay başkanı, ulaşılamayan, adeta tanrı gibi muamele görmesi gereken bir insan.
Ben ise, o büyük insana faks mesajı yollamak küstahlığı gösteren bir yaratık (!) idim.
Özkasnak ile konuşmamız işte o noktada koptu. " Biz burada bir savaş yapıyoruz, siz BM gözlemcisi gibi davranamazsınız. Genelkurmay başkanımıza da bir daha böyle mesajlar yollamayın" deyip telefonu kapatınca, hırsımdan elimdeki ahizeyi, Cemre' nin dehşet bakışları arasında, duvara fırlatıp paramparça ettim.
Bu konuşmanın, ileride askeri tesislere girmemin yasaklanmasından başlayıp, askerci köşe yazarlarının hücumlarıyla yıpratılma kampanyaları ve nihayet ünlü andıçlanmayla sonuçlanacağını hiç tahmin edemezdim. Tahmin etsem dahi, zaten hiçbir şeyi değiştiremezdim.
Özetle çok acı ve zor günlerdi. Kimseler kusuruma bakmasın, ancak bu işlere karışanların yatacak yerleri olmadığını bilenlerden biriyim.
Ertesi sabah, Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Özkasnak aradı.
Doğrusu söyleyeyim, memnun oldum. Genelkurmay Başkanlığı’nın duyarlılık gösterdiğini, hemen harekete geçtiğini ve adı geçen yarbay hakkında hiç değilse bir soruşturma açıldığını duymaya hazırlanıyordum.
Telefonun öbür ucundaki ses, tam aksine buz gibiydi.
- “M. Ali Birand siz ne yapmak istiyorsunuz?” demez mi?
- “Siz ne yapmak istiyorsunuz?” demek zorunda kaldım.
- “Siz kendinizi kim sanıyorsunuz da, genelkurmay başkanımıza faks mesajı yollayabiliyorsunuz? Kimsiniz siz?” yanıtını alınca deliye döndüm.
Düşünebiliyor musunuz, o dönemdeki asker algısına göre, genelkurmay başkanı, ulaşılamayan, adeta tanrı gibi muamele görmesi gereken bir insan.
Ben ise, o büyük insana faks mesajı yollamak küstahlığı gösteren bir yaratık (!) idim.
Özkasnak ile konuşmamız işte o noktada koptu. " Biz burada bir savaş yapıyoruz, siz BM gözlemcisi gibi davranamazsınız. Genelkurmay başkanımıza da bir daha böyle mesajlar yollamayın" deyip telefonu kapatınca, hırsımdan elimdeki ahizeyi, Cemre' nin dehşet bakışları arasında, duvara fırlatıp paramparça ettim.
Bu konuşmanın, ileride askeri tesislere girmemin yasaklanmasından başlayıp, askerci köşe yazarlarının hücumlarıyla yıpratılma kampanyaları ve nihayet ünlü andıçlanmayla sonuçlanacağını hiç tahmin edemezdim. Tahmin etsem dahi, zaten hiçbir şeyi değiştiremezdim.
Özetle çok acı ve zor günlerdi. Kimseler kusuruma bakmasın, ancak bu işlere karışanların yatacak yerleri olmadığını bilenlerden biriyim.
Beni vuran yazarları hiç unutamıyorum, ancak "Sivil Andıç"a da karşıyım...
Sürekli şekilde “Asker” in gazetecileri “Andıçlamasını” konuşuyoruz. Ayıplıyoruz ve bu olayın mutlaka hesabının sorulmasını istiyoruz. Bu arada beni aynı derecede rahatsız eden bir başka “Andıçlama” yaşanıyor. Bazı gazeteler, belki dikkatsizlikten, belki inatlaşma ve eski hesapları ödetmek için, 28 Şubat döneminde yazar veya yönetici olarak olayı yaşamış bir kaç ismi cımbızlayıp çıkarıyor, hedef alıyorlar ve sürekli şekilde onların isimlerini ön plana çıkarıyorlar.
Buna "Sivil andıçlama" denmez de ne denebilir?
Asker bizleri yıpratmak, itibarımızı yok etmek istiyordu. Şimdi de bizler hemen hemen aynı şeyi tekrarlıyoruz.
Gazeteci suçlu olsa dahi, görmezden gelinsin demiyorum. Suç işleyen tabii ki cezalandırılsın. Ancak o dönemde yazdıklarından dolayı şimdi yargılanmalarına karşı çıkıyorum. 28 Şubat' ı desteklemeyi ben"Fikir özgürlüğü "olarak görüyorum.
O dönemde beni köşe yazılarıyla, TV yayınlarıyla alçakça andıçlayan, yerden yere vuran köşe yazarlarını ve TV' cileri, asker üniformalı gazetecileri hiçbir zaman unutmam. Hala da deniz arslanı gibi etrafta dolaşanları var. Yaptıklarını hiçbir zaman unutmayacağım. Onlardan hala nefret ediyorum, ancak bundan dolayı yargılanmalarını istemiyorum. Onların seviyesine düşülmemeli.
Askerin hatasını şimdi bizler tekrarlamamalıyız...
Askerin imajı ile hakikat çok farklı...
Geçen hafta Ahmet Kekeç, benim de içime dert olmuş bir konuya değindi.
"Şimdi, aman bu iş cadı avına dönüşmesin diyen hiçbir sivil gazeteci, Alper Görmüş' ü desteklemedi. Hiçbiri çıkıp günlükleri bulup çıkardığı için bir bravo bile demedi..." dedi.
Çok doğru. Ben de o dönemde gereken desteği verememiş olanlar arasındayım ve bundan dolayı da Görmüş' ten açıkça özür diledim. Asker-sivil ilişkilerinde gelinen bugünkü noktada Alper Görmüş' ün son derece önemli rolü oldu. Cesaretiyle, öne çıkışıyla hepimize son derece değerli bilgi ve kaynak aktardı.
Son kitabı "İmaj ve Hakikat" sadece bir tabuyu yıkmıyor, daha da önemlisi, TSK' nın bir kuvvet komutanının (Özden Örnek ) ağzından, kurumun içini anlatırıyor ve yorumlarıyla da bütün bunların anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Askerin içi ile dışı arasındaki farkı çok yakından izlediğim için, bu kitabın değerini en iyi ben görebiliyorum.
Bundan dolayı da Görmüş' e büyük bir BRAVO...