26 Nisan 2012 Perşembe

Balyoz çelişkileri: Bir ihtimal daha var (4) / Alper GÖRMÜŞ

Başta meşhur 11 No’lu CD olmak üzere Balyoz belgelerindeki “zamanlama çelişkileri” üzerine kaleme aldığım dizinin sonuna geldik.
Geçen yazıda, 11 No’lu CD’deki “zamanlama çelişkileri”nin zorunlu olarak “çete”yi ve “sonradan üretilmiş deliller”i işaret ettiğine dair iddianın taşıdığı zayıflıklar üzerinde durmaya başlamış, bugün devam edeceğimi söylemiştim.
Öncelikle, bütünüyle geçmişe dair bir senaryo yazmak üzere bilgisayarlarının karşısına geçen“çete”nin en dikkatli olması gereken noktada nasıl bu kadar çok “zamanlama hatası” yapabildiğinin üzerinde durmak isterim.
Meşhur “listeler” üzerinden gidelim ve yapılan hatanın niteliksel olarak nasıl bir şey olduğunu daha net olarak görebilmek için konu dışı bir örnek üzerinde duralım...
Diyelim “A” futbol takımından beş kişilik tribün liderleri grubu, gıcık kaptıkları “B” futbol takımının tribün liderlerinden birine bir tuzak hazırlasınlar... Kurguladıkları senaryo, “B”li tribün liderinin “A” takımının oyuncularından birine beş yıl önce bir suikast hazırladığı temel iddiasına dayansın. Bu amaçla, gûya suçlayacakları kişinin bilgisayarından çıkmış bir “A” takımı oyuncuları listesi hazırlasınlar...
Şimdi: Böyle bir planı hazırlayan grubun en fazla dikkat edeceği husus, listenin beş yıl önce “A” takımında oynayan futbolculardan oluşturulmasıdır, öyle değil mi? Fakat ne oluyor? Bizim beş kafadarlar, 11 kişilik listeye iki tane de “A” takımına iki ya da üç yıl sonra transfer edilecek olan futbolcu ekliyorlar.
O kadarla da kalmıyorlar, mesela saldırıdan sonra suikastçının kaçıp sığınacağı “B” takımının tesislerinin sözde “suikastçının elinden çıkmış krokisi” de, takımın daha bir yıl önce açılışı yapılmış tesislerini işaret ediyor.
Şimdi konuya biraz daha yaklaşalım ve 2010’da kaleme aldığım “zamanlama çelişkileri” yazılarımdan birinde başvurduğum daha konuya yakın bir örneği hatırlayalım... Biliyorsunuz, planlarda yasaklanacak gazeteler, gözaltına alınacak gazeteciler falan da var.
Diyelim Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kumpas kuran “sahtekârlar çetesi” bir de “Hapse atılacakHürriyet yazarları” (!) listesi oluşturmuş olsunlar. Unutmayın, 2009’dayız ve 2002-2003’e dair bir senaryo yazılıyor... “Çete” elemanları açıyorlar önlerine 2009’da Hürriyet’te yazmakta olan yazarlar listesini, aralarından 15-20’sini işaretliyorlar... Ve akıllarına bunların 2002-2003’te de Hürriyet’te yazıp yazmadıklarını kontrol etmek gelmiyor... Ve iş mahkemeye düşünce de “darbe sulandırma uzmanları”na gün doğuyor: “Salaklara bak lan, Ahmet Hakan bile var listede!”
Üstelik ellerinde eski tarihli listeler var!

“Çete”
nin bu kadar basiretsiz olmasına inanmamızı daha da zorlaştıran bir nokta da şu: Yukarıdaki muhayyel örneklerde, bugünden geriye bakıp beş yıl, 10 yıl önceki dönemlere ait yepyeni listeler hazırlanıyordu...
2009’da oturup 2002-2003’e dair bir senaryo yazan “çete”nin elinde ise zaten 2002-2003 tarihli eski listeler var... Fakat nasıl oluyorsa oluyor, “çete” üyeleri bu listelere sonraki tarihlerde ortaya çıkan, kurulan, ismi değiştirilen birtakım yeni gazeteler, firmalar vb. ekliyor ve daha sonra polise ihbar etmek üzere (yoksa “çete” bizzat polis miydi!) bunları bir yerlere zulalıyorlar.
Hadi, bugünden düne dair yepyeni listeler hazırlanacaksa, yani işe sıfırdan başlanacaksa hata yapılabileceğini kabul edelim... İyi de, elinizde zaten eski tarihli listeler varsa ve siz o tarihlere dair bir senaryo hazırlıyorsanız, niye yenileyesiniz bu listeleri? Bu işte bir parçacık olsun mantık var mı?
İşte beni bu türden mantıksızlıklar mahvetti ve sonunda zamanlama çelişkilerinin muhayyel bir“çete”nin salaklıklarının değil, Balyoz’cuların bilinçli müdahalesinin ürünü olma ihtimaline dayanan kendi “model”imi geliştirdim.
Takdir sizin.
***


‘Oh be’ duygusunun nedeni: Biraz geç kalmadık mı?


Hürriyet
 gazetesi yazarı Ahmet Hakan’a okurlarından “yığınla” mesaj ulaşmış. Şöyle deniyormuş o mesajlarda:

“12 Eylül’den önce okullara gidemezdik...”, “12 Eylül’den önce çocuklarımız eve sağ salim gelecek mi diye aklımız çıkardı”, “12 Eylül’den önce sokağa çıkamaz durumdaydık”, “12 Eylül’den önce şehirler ikiye bölünmüştü”, “12 Eylül’den önce kurtarılmış bölgeler vardı...”

Bu mesajların hepsinin arkasından da “İyi ki 12 Eylül oldu... Rahat bir nefes aldık... Canımızı kurtardık...” hükmü veriliyormuş.
Ahmet Hakan da bu türden mesajlar gönderen okurlarına şöyle sesleniyormuş:

“Haklısınız: 12 Eylül’den önce durum buydu. Haklısınız: 12 Eylül geldiği gün anarşi durdu. Ama lütfen şu soruyu da getirin aklınıza: 11 Eylül günü durdurulamayan anarşi, bir günde nasıl durduruldu?


“Şimdi o günlere gidelim: 12 Eylül öncesinin bir numaralı gündem maddesi ‘anarşi’ idi... Anarşinin önlenmesi için siyasi iktidarlar, ordudan medet umuyorlardı. Büyük kentlerde sıkıyönetim uygulaması vardı. Sıkıyönetimde askerler işin başındaydı. Yasal her türlü eksikliğin giderilmesi için önlemler alınıyordu. Ancak buna rağmen anarşi önlenemiyordu. Önlenemiyordu çünkü askerler görevlerini yapmıyorlardı. Neden yapmıyorlardı? Çünkü kafaya koymuşlardı: Darbe yapacaklardı.


“Bekliyorlardı: Anarşi biraz daha artsın, ölümler biraz daha çoğalsın, çatışmalar biraz daha alevlensin ki darbe için meşru bir neden ortaya çıksın. Beklediler, beklediler,
 beklediler. Hepimizin ‘İllallah’ dediği anda darbeyi yaptılar. ‘Oh be’ duygusunun perde arkası budur.”


12 Eylül’ün eksik teşhiri

Bunların hepsi doğru... 12 Eylül’ün gerçek teşhiri işte bu “perde arkası” üzerinden yapılmalıydı...
Yalnız dikkat ederseniz “yapılmalıydı” dedim, “yapılmalı” değil. Çünkü şimdi yapılmasının fazla bir anlamı yok. Artık çok geç.
Ya da şöyle söyleyeyim: Bizim gibi köşe yazarlarının falan şimdi bu faslı açmasının maalesef hiçbir etkisi olmayacak. Belki dava bu yönde ilerlerse ve savcılar bu “perde arkası”nı gösterebilirlerse, o zaman iş değişebilir.
Davanın açıldığı günlerde şöyle yazmıştım:

“Kanaatime göre davanın açıldığı bugün dahi ‘cuntacılar yargılansın’ talebinin arkasında Arjantin, Şili ya da Yunanistan’dakine benzer güçlü bir kamuoyu desteği yok ve bunun baş müsebbibi de 12 Eylül’den hesap sorma talebini on yıllar boyunca yanlış bir zeminde yürüten sol...”

Sol’un 12 Eylül’ü 12 Eylül sonrasıyla mahkûm etmeye çalıştığını, bunun da “eksik bir teşhir”olduğunu düşünüyorum. İddiam o ki, 12 Eylül’ün yanlışlığı, haksızlığı, fenalığı konusunda sokaktaki insanı ikna etmenin yolu 12 Eylül’ü 12 Eylül öncesiyle mahkûm etmekten geçiyordu.
Sol zannetti ki, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halk da bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyecek... Bu beklentinin karşılık bulmamasının temel nedeni, halkın, 12 Eylül’ün, başka çare kalmadığı için yapıldığına inanmasıydı.
Referandum günlerinde şöyle yazmıştım:

“12 Eylül öncesinde ortaya çıkan kaotik ortam halk üzerinde öyle büyük bir korkuya yol açmıştı ki, insanlar, gelecek herhangi bir şeyin ondan daha kötü olmadığına inanır hale gelmişti. Toplumlar, böyle koşullarda, otoriteyi (‘istikrarı?’) sağlayan kuvvete çok geniş bir kredi tanırlar; o kuvvetin otoriteyi sağlamak için şiddet kullanmasını da meşru sayarlar.


“Bu zincirin (halkta rıza yaratma sürecinin) kırılmasının tek bir yolu vardı: Kendisine kredi verilen gücün bizzat o kargaşanın aktörlerinden biri olduğunun, kargaşaya iktidar için bilerek göz yumduğunun ve kargaşayı kışkırttığının gösterilmesi...


“12 Eylül’cülerin teşhirinde olağanüstü önemi olan bu hakikatin propagandasına hemen hemen hiç itibar edilmedi. Bunun bir sürü nedeni olabilir. Bence asıl neden, böyle yapıldığı takdirde 12 Eylül öncesindeki ‘devrimci mücadele’nin anısının zarar göreceği kuşkusuydu.”

Böyle böyle, geldik bugüne...
Bugün, yukarıda da dediğim gibi dava sürecinde, 12 Eylül’cülerin darbelerinin meşruiyet kaynağı olarak gösterdikleri “12 Eylül öncesi”nin bizzat onlar tarafından yaratılmış bir sahne olduğu gösterilebilir.
Bu yapılabilirse okurları Ahmet Hakan’a mesaj atmaktan vazgeçebilir, aksi takdirde mesajlar devam edecektir..