6 Ocak 2011 Perşembe

Pınar Doğan’ı dinlerken / Orhan Miroğlu

Balyoz davasının sanığı Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan, davanın kurgusal ve haksız bir dava olduğunu savunuyor ve dava sürecinin bu yönüyle tartışmaya açılmasını istiyor.

Çok doğal bir talep bu. Keşke askerî darbelerden sonra başlayan yargılama süreçlerinde bu talepler gündeme gelebilseydi, medya ve kamuoyu bu taleplere açık olabilseydi.

Uyduruk yargılamalarla idam sehpalarında can verenler başta olmak üzere, kimsenin geçmişte böyle bir imkânı olmadı. Bu anlamda Pınar Hanım’ın son derece kıymetli ve önemli bir şansı kullandığını düşünüyorum.
Ömrüm yargılanmakla ve yargılanan insanlara reva görülen muamelelere tanık olmakla geçti. Bugün aralarında sevdiğim, saydığım dostlarımın olduğu kimi insanlar, beş yıl, on yıl yargılandıktan sonra beraat ediyordu gerçi ama, ruhu ve bedeni sakatlanmış olarak çıkıyordu dört duvar arasından.

Velhasıl ölüm dâhil hiçbir şey adil yaşanmıyor bu ülkede. Adalet ve hak arama da, ha keza.

Aklıma 12 Eylül yıllarında Diyarbakır’da gerçekleşen yargılamalar geliyor. Hiçbir şey kurgusal değildi. Herşey çok sahiciydi ve çok da can yakıcıydı. Mahkeme salonunda sizi savunmaya gelen avukatınızın yüzüne dahi bakamazdınız, sesini duyardınız sadece.

Kendinizi mahkeme salonundaki hâkime tanıtma biçiminizle, kaldığınız koğuşun gardiyanına tanıtma biçimi arasında bir fark yoktu. Askerî tekmil her iki yerde de geçerli ve zorunluydu.

Dönem darbe dönemiydi, işkence merkezlerinden her gün binlerce insan gelip geçiyordu, işkence altında ifadeler alınıyor ve insanlar bu ifadeleri alan işkencecileriyle beraber savcının karşısına çıkarılıyorlardı.

Savcılara ifade verdiğiniz anlarda, gözünüzün biri savcıda, biri size işkence yapan kişide olurdu.
Bu ifadelerde yazılan suçların kurgulanmış suçlar olduğuna dair itirazınızı kimselere duyuramazdınız. Ne medyada ne köşe yazılarında bu konuda tek bir kelime okumak mümkündü.

Pazartesi günü bir televizyon programında, Pınar Doğan’ı, darbeye teşebbüs etmekle suçlanan babası Çetin Doğan için verdiği mücadeleyi anlatırken izledim.
Pınar Hanım söyledikleriyle değil, ama babasının suçsuzluğuna inanmış biri olarak giriştiği mücadelenin haklı olduğuna toplumu davet eden tavrıyla, doğrusu çok etkileyici ve çok saygıya değerdi.

Takdire şayan buldum.
Kendi adıma kıskandım Pınar Hanım’ı, onu dinlerken, onun kadar şanslı olamayan insanlar üşüştü aklıma.

Otuz yıl geçti aradan. Dün Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi’nde yargılananların evlatları, torunları bugün de, yine Diyarbakır’da ve yine ‘özel’ mahkemelerde yargılanıyorlar.
Otuz yıl önce de çocuklar anneleriyle beraber kaldıkları koğuşlarda büyüyorlardı.

Şimdi de KCK’den yargılanan anneleriyle aynı koğuşlarda büyüyor çocuklar..
Pınar Hanım kadar kendi haklılığına inanan, dosyadaki delilleri kurgusal bulan insanlar oldu, oluyor tabii.

Ama onların sesini kimseler duymadı, haklılıklarını tartışma lüzumunu kimseler göstermedi. Pınar Hanım’ı dinlerken, sesini duyuramadığı için, ömrünün en güzel yıllarını dört duvar arasında geçirerek ödeyen binlerce mağdur adına hayıflandım.

Pınar Hanım, kendisiyle yapılan söyleşilerde ordunun darbe geleneği olan bir ordu olduğunu da kabul ediyor ve babasının yargılandığı davanın yeterince sorgulanmadan sahici bir dava olduğunu kabul eden medyanın ve kamuoyunun bu gelenek nedeniyle gerçeği göremediğini söylüyor.

“Ordu, geçmişte muhtelif darbeler yapmamış, siyasi düzene kendi anlayışı doğrultusunda yön verme çabalarında bulunmamış, dezenformasyon kampanyaları yürütmemiş, bazı mensupları yasadışı işlere karışmamış olsa, Balyoz ithamları gülünç kalır, insanlar ‘Canım, ordu böyle işler yapmış olabilir mi hiç’ diye geçiştirirlerdi. Bu iddiaların doğruluğu üzerine yayın yapan medyanın bu kadar okuyucusu, savunucusu olmazdı.” (Demokrathaber)

Bu sözlere katılmamak elde değil. Ama tam da onun hatırlattığı bu sebeplerle, Pınar Hanım’ın Balyoz darbe planının kurgusal olduğunu ispata yönelik çabası bana hiçbir şey anlatmıyor. Konuştukça çelişkileri artıyor. Davanın kurgusal olduğuna dair öne sürdüğü ‘kanıtlar’ birbirini tutmuyor.

NTV’de Ergun Babahan, ona Hilmi Özkök ve Çetin Doğan görüşmesini hatırlattığında –bu görüşmede geçen diyalogu bilmediğini söylemekle beraber- Pınar Hanım bu görüşmeyi doğruladı.

Ama bir başka söyleşisinde bu görüşmenin yapıldığına dair bir şey hatırlamadığını söylüyor. Bu konuda (Demokrathaber)’in sorusu ve Pınar Hanım’ın verdiği cevap şöyle:
“– Çetin Doğan ile Aytaç Yalman ya da Hilmi Özkök arasında bu süreç içinde bir telefonlaşma, konuya dair görüşme vs. oldu mu?
Pınar Doğan: Benim bildiğim kadarıyla öyle bir görüşmeleri olmadı.”

Pınar Hanım aynı söyleşide (Demokrathaber) Amerika’dan Türkiye’ye kesin dönüş konusunda sorulan soruya aşağıdaki cevabı veriyor ki, bu onun söylediği herşeye ihtiyatla yaklaşmayı gerekli hale getiriyor:

“Çok açık söylemek gerekirse, yakın geçmişe kadar orta vadede buraya dönmeyi planlıyorduk. Ama şu anda ben kesinlikle dönmek istemiyorum. Burada kendimi kesinlikle güvende hissetmiyorum. Sistem içersinde, üzerinize resmen suç inşa etmek için çalışan ve çok etkili bir örgüt var. Bu beni çok korkutuyor, kendimi güvende hissetmiyorum.”

Bu çok tanıdık bir söylem. Ve bu söylem doğrusu, babası Çetin Doğan’ın mensubu olduğu ordunun bu ülkede gerçekleştirdiği darbeler ve sonuçları sözkonusu olduğunda, Pınar Hanım’ın itinayla silinmiş bir hafızaya sahip olduğunu gösteriyor.

Biri çocukluğumda, ikisi de gençlik yıllarımda olmak üzere hayatımdan üç darbe gelip geçti.
Hiçbiri kurgusal değildi, tamamen sahiciydi herşey.

Bu sahiciliğin yarattığı travmalarla boğuşanların hiçbiri bugün Türkiye’yi eskisinden daha kötü ve eskisinden daha korkutucu bir ülke olarak görmüyor. Darbeler döneminde çekip gidenler, bugün geri dönüyor. Pınar Hanım, sanırım hayatının büyük bir bölümünü yurtdışında geçirdi, farkında olmayabilir, ama Türkiye tam da Salman Rüşdi’nin Floransa Büyücüsü adını taşıyan romanında tarif ettiği bir zamanı yaşıyor:

“...Sonra tuhaf bir an, ulusların kaderini belirleyen anlardan biri gelip çattı; çünkü bir kalabalık orduya duyduğu korkuyu yitirirse dünyayı değiştirir..” (Salman Ruşdi, Floransa Büyücüsü, s. 330, Can Y.)

Pınar Hanım’ın, babasını savunmaya sonuna kadar hakkı var, bu hakkı kullanmasını bilmek bile tek başına çok saygıdeğer bir şey, ama bunu yaparken, ordudan duyduğu korkuyu üstünden atıp kaderini değiştirmeye çalışan ve değişen bir toplumu korkmaya davet etmesi.. işte bu olmaz..