3 Haziran 2010 Perşembe

Bir başka tür 'darbe günlükleri'!

Aslan Fatin Yener, 50 yıl önceki askeri darbe sonrası yargılanıp idamı vacip görülen TC Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun tek torunu. Anlattıkları son yarım asrın hak, hukuk, demokrasi, ihlal, darbeler, anayasa, siyaset gibi kelimelere sıkışan muhasebesinden çok daha fazlası. 'Darbenin insani günlükleri' de denebilir

Başından trajik bir ölüm hadisesi geçmemiş aile bulmaya kalksanız çok zorlanırsınız, kesin. Savaştır, kazadır, depremdir, veremdir, kanserdir, hatta belki cinayettir. Bu kadar renksiz, sakin sıralanan kelimeler sizin içinizi oyuyor olabilir. Peki bu türden bile olsa daha bilindik, hatta belki daha ‘normal’ sayılabilecek böyle bir ölümü isteyebileceğinizi düşünür müsünüz hiç? Hani ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek’ dedikleri türden, idamı görünce ölüme razı gelebileceğinizi?..

Karşımda böyle bir ailenin en azından şimdilik son temsilcisi oturuyor. İnfaz bir yıl sonra gelse de ölüm fermanı tam 50 yıl önce imzalanmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan Adnan Menderes ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’la birlikte idam edilen Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun tek çocuğu gazeteci Sevin Zorlu’nun tek çocuğu Aslan Fatin Yener. Nüfus cüzdanındaki adı Fatin Rüştü Yener. Annesi ‘hasta Galatasaraylı’ olduğu için hep Aslan koymak istemiş adını ama doğumu yaptıran Zeynep Kamil Hastanesi Başhekimi Dr. Fahri Atabey’in hızına yetişememiş. Kimlik öyle çıksa da anne, babasının acı hatırasını sürekli hatırlamamak, onunla aynı evde yaşamamak için hep Aslan demiş oğluna. “Ben bugüne kadar hiç röportaj vermedim” diyor Yener, belki hatırlamıyor bilemem, ama ailesi hakkında, 50 yıldır olup bitenler hakkında ilk kez konuşuyor; bundan hepimiz eminiz...

Dedenizin doğal yollarla ölmediğinden ne zaman haberdar oldunuz, hatırlıyor musunuz?
Ben çok geç konuşmuşum ama tuhaf bir biçimde çok erken yaşlarımı hatırlayabiliyorum. Sanırım iki-üç yaş civarındaydım, anneannemi hatırlıyorum, hep kederli bir şekilde, yatardı içeride. Annem bana yedi yaşımdan itibaren her şeyi anlattı. Bütün açıklığıyla.

Kolay mıydı o yaşta bir çocuğun bunu anlaması? Bir yandan çok kolay da olabilir tabii, dinleyip dinleyip ‘Ben top oynamaya gidiyorum’ da diyebilir...
Öyle demedim ama evet, anlamak çok kolaydı. Anneannem Emel Hanım, saraydan çıkma, çok kültürlü ama tam bir Osmanlı kadınıydı. Hiçbir şeyi belli etmezdi. Annemi de acayip disiplinle büyütmüş. O yüzden daha o yaşta annem beni karşısına alıp şöyle dedi: “Oğlum, ben seni hep rahat bırakacağım, hiç sıkmayacağım ve sana her şeyi anlatacağım. İstediğim tek şey var; bana hayatta asla yalan söyleme ki her zaman arkanda durabileyim. Kötü bir durum olsa da bilirsem savunabilirim seni ancak, öyle koruyabilirim. Sana her şeyi artısıyla, eksisiyle anlatacağım. Ailemizinkileri de...”

İlk tepkiniz ne oldu?
‘Vay be, niye ki?’ türünden bir şey dediğimi hatırlıyorum. Büyükbabam bütün bu olacakları bile bile Türkiye’ye döndü aslında, hepsi biliyordu. Asılmadan evvel Adnan Menderes’le konuşup “Beni İçişleri Bakanı yap, ihtilali durdurabilirim” demiş. Annem bunu da anlattı. Yolun sonuna geldiğini biliyormuş hepsi.

O noktaya nasıl gelinmiş peki? Yani ailede nasıl anlatılırdı bu olay?
Onlar apayrı, çok çok uzun konular tabii ama şunu hep söylüyorum; bu gerçek ordunun da işi değildi, cuntanın işiydi, ordunun içinde başka bir yapılanmanın. İhtilalde bayram ilan edilip başka bir darbe döneminde, Kenan Evren zamanında bayram olmaktan çıkarılması bunun işareti bence. Zaten hiçbir ihtilalin Türkiye’nin kendi başına attığı bir adım olduğunu düşünmüyorum. Büyükbabam da asılmadan önce yazdığı son mektubunu ‘Tanrı memleketi korusun’ diye bitiriyor, çok huzur içinde; hesabını veremeyeceğim hiçbir şey yok diyor. Son derece sakin, metanetli. Ne herkes körü körüne iyi ne de körü körüne kötü.

Akraba olmayan yığınla insan bile kabul edemezken bu durumu, sizin hiç mi öfke yok içinizde? İntikam hissi, kızgınlık?..
Bana bir sürü insan sordu yıllarca bunu, ‘Neden Türk halkı bu adamlara sahip çıkmadı? 100 kişi bile teknelere binip Yassıada’ya çıksaydı asılmazlardı’ diye. Ben hep şunu söylüyorum. Magna Carta’yı düşünün, ta 1200’lerin başında yazılmış, Avrupa 800 yıl demokrasi savaşı vermiş, insanlar demokrasinin ne olduğunu biliyor. Biz ancak 1923’te, o da tam olmayan bir demokrasi anlayışına kavuşmuşuz, insanlar tam anlamamış bile nedir, ne değildir... O yüzden normal bunlar. Biz bunun savaşını da vermedik ki hiç. O günü, ortamı düşünmek lazım. Amerika’nın Marshall yardımları kesilmiş, kalkınma hızı düşmüş. Ama DP iktidara geldikten sonra Türkiye’nin Rusya’yla ticaret hacmi çok yükselmiş mesela, ilişkiler gelişmiş. Bunlar ülkeler arası derin bağlantılar; enerji kaynağı Ortadoğu’da, Rusya’da doğalgaz var ama enerji kaynaklarını en çok tüketen Amerika. Tam bir kapı açılıyordu, birtakım karamboller oldu. 50 yılda bu konu çok konuşuldu ama 60 İhtilali’nin dibinde ‘Vatan elden gidiyor, hadi kurtaralım’dan daha başka şeyler olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül böyle değildi mesela. O zaman çok fazla gerginlik, güvenlik ve can endişesi vardı. Bunu söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama annemin bile çok da mutsuz olduğunu söyleyemem 12 Eylül darbesinde.

Gerçekten mi?
En azından Türk bayrağı astığını biliyorum kapıya.

Sonrasında pişman olmuş mudur sizce? Anlık bir galeyana gelme hali olabilir mi bu?
Yaşamıyor neticede, onun adına konuşmam saçma, eli gider miydi onu da bilemiyorum ama bence hayatta olsaydı hiçbir partiye oy vermemekle CHP’ye oy vermek arasında düşünürdü!

Böyle bir ailenin üyesi olmanın iki tezahürü olabilir; ‘Asla ve asla politikaya bulaşmam’ diyebilirsiniz ya da ‘Bana dedemin bıraktığı bir miras var, bunu sonuna kadar götüreceğim, en azından adaleti yerine getireceğim.’ Siz ikincisi değilsiniz belli ki...
Evet, ailem beni özellikle her zaman siyasetten uzak tuttu. Çok da haklılardı, özel nedenleri vardı, dolayısıyla çok ilgilenmedim ben de. Fakat bugünden bakarak konuşuyorum; benim sonuna kadar götürmem için buna sahip çıkacak bir grup lazım. Keşke DP’nin parti tüzüğünü okusanız. Daha o seviyeye gelmiş bir parti yok. DP ilk sosyal demokrat partiydi bence. Hedefi, halkı fakirlikte değil zenginlikte eşitlemek, yola çıkış noktası bu. Kendimi öyle yakın hissettiğim bir parti yok, hiçbir zaman da olmadı. Gerçi herhangi bir partiyi doğru dürüst değerlendirecek durumumuz da olmuyor ki bizim. Ben isterim ki bir parti kurulsun ve yıllarca kendini bozmadan gelsin, bir geçmişi olsun. Biri kapanıyor, biri açılıyor, başına geçen partiyi tamamen değiştiriyor, süreklilik yok.

AKP, çeşitli kereler DP’nin devamcısı olduğunu söyledi...
Evet, AKP seçmeni demeyeceğim çünkü öyle bir şeyin varlığına inanmıyorum, AKP’ye oy verenlerin babaları, dedeleri vaktiyle DP’ye oy verdi, o kesin. Fakat bugün bakınca AKP bana belki Komünist Parti’den bile uzak! İkisinden birine oy vermek zorundasın deseler AKP’yi seçmem. Büyükbabam da bugün sağ olsaydı AKP’ye oy vermezdi. CHP’ye de oy vermezdi ama AKP biz devamcıyız gibi davrandığı için söylüyorum bunu.

Politikacıların aileleriyle görüşür müsünüz peki, ‘kader arkadaşları’nın torunlarıyla...
Celal Bayar’ın torunu Emine Hanım (Prof. Emine Gürsoy Naskali), Ayla Teyze (Dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in kızı Ayla Gedik), bir de kuzenim Işık Menderes’le devamlı konuşuyorum, Paris’te yaşıyor o. Menderes’lerle böyle bir akrabalık bağı da var, anneannem Emel Zorlu’yla Adnan Menderes’in eşi Berin Menderes teyze çocukları. Annem, babamdan boşandıktan sonra eski ANAP milletvekili Dr. Hilmi Özen’le evlendi. İmren Aykut’la, Adnan Kahveci’yle ailece görüşülürdü. Ama o da hiç girmek istemedi politikaya haklı olarak. ‘Keşke bugün yaşasaydı’ dediğim tek siyaset adamı da Kahveci’dir zaten.

Türkiye’nin siyasi hayatında Demokrat Parti’nin yeri ne sizce?
Türkiye’nin süratli bir kabuk değiştirme hali var. 50 yıl sonra bundan DP’ye pay çıkarmak yanlış olur tabii.
Ama bence sonra gelen insanlar, o ihtilalden çok ders aldılar, iki taraflı olarak. Çok ileri görüşlü adamlar. Çoğu insan bilmez, annem aktardı bunu bana, elimde belge yok tabii, onda vardı ama bulamadım. 1957’de ‘2000 yılına girildiğinde İstanbul nüfusu çok kalabalık olacak, üç tane Boğaz Köprüsü yapmamız lazım’ diye çalışmaları var. Biz o noktaya henüz geldik!

‘İsmet İnönü ölmeden ölmeyeceğim dedi, o dirençle iki kanser atlattı’

Politikadan uzak durdunuz ama ne işler yaptınız, ne okudunuz?
Yurtdışında işletme okudum, geldim, borsada çalıştım. İlk 50 broker’ın içindeyimdir. Çok yeniydi o zaman. Sonra çalış çalış nereye kadar dedim, bir anda bıraktım. Bir dönem bir kafe oldu, sonra onu da kapadık. Şimdi düşünüyorum, galiba ben bilinçaltında hep bu kanserden korkuyordum aslında.

Bu kanser derken...
3 Kasım 2009’da testis kanseri teşhisi kondu bana. Ama eşime iki yıldır diyordum, bende bir şey var diye. Çünkü kendime çok iyi baktığım için grip bile olmazdım, ufak ufak hastalanmaya başladım.

Bunu hissedip mi emekli ettiniz kendinizi?
Bütün akrabalar öyle, kanserden ölmeyen yok dedem dışında. Benimki dünyada olabilecek en iyi kanserlerden biri ama 10 yıl içinde tekrarlama olasılığı var. Ve benim hasta olmam milyonda bir görülecek şey, ne diyorum size! Ben hasta Galatasaraylıyım, yurtdışına falan da maçlarına giderim habire. Kaç kere futbolcuları havaalanında tost yerken görüp şaşıran biriyim. Benim gibi sağlıklı yaşayan insan bulamazsınız. Ama genetik faktörler işte. Annem kolon kanserinden öldü, gerçi biraz da isteyerek vefat etti. Hayatınızda tanıyabileceğiniz en muhteşem insanlardan biriydi. Kemoterapiyi kabul etseydi hâlâ yaşıyor olabilirdi. Ama doktorlar bunu teklif ettiğinde annem şöyle bir bakmış, “Dans edemiyorum ya, bikini giyemiyorum, yaşasam ne olacak!” demiş. Bu arada yaşı da 70. Bana ölümünden sonra doktoru anlattı bunu. Babam akciğer kanserinden vefat etti. Anneannem de öyle. Güzide Hanım (Güzide Zorlu, Fatin Rüştü Zorlu’nun annesi) ‘İsmet İnönü ölmeden ölmeyeceğim’ dediği için o dirençle iki kanser atlattı ve gerçekten İnönü öldükten sonra, 78’de vefat etti. Ama onu da kanserler çok yıprattı.

Gerçekten bu inatla mı yaşadı sizce?
Tabii. Korkunç bir nefret. Çünkü İnönü, Pandora’nın kutusunu açan adam. Güzide Hanım öldüğünde 99 yaşındaydı resmi kayıtlara göre, aile 102 olduğunu söyler. İnönü son dakika idamları durdurmak için bir şeyler yapmış, evet ama çok geç. Ben Romalılara diyorum ki işte İsa budur, sonra da diyorum ki ama n’olur asmayın. Çok geç! Ama ben onun gibi değil, bu hastalıktan sonra da özellikle son derece sakin bir yaşam sürüyorum. Bir Vespa’m var, 20 liralık benzin koyuyorum, bir ay yetiyor. Bol bol yürüyüş yapıyorum. Zaten yakında gidip artık Kanada’da yaşayacağım büyük ihtimalle. Rahat, huzurlu bir hayat var orada. Burada Vespa’yla dışarı çıkıyorum, defalarca ölüm tehlikesi atlatıyorum. Şu an baktığımda, Türkiye’yi, ilerisini de göremiyorum. İşte, son olarak CHP’nin başına muhteşem bir ikinci adam geçti. Muhteşem bir ikinci adam!

‘Sizi Atatürk evlendirdi, boşanamazsınız’

* Bir de tabii Fatin Rüştü Zorlu’nun büyük aşkı Vesamet Kutlu hadisesi var...
Evet, Vesamet Hanım’ı annem de, ben de çok severdik. Bambaşka bir kadındı. Fatin Rüştü, 1961’de öldükten sonra eline erkek eli değmedi, ölene kadar evde bir çöpü değiştirmedi. Çok yakın görüşürdük. İnanılmaz bir aşk hikâyesi. Kürşat Başar bununla ilgili bir kitap yazdı, ‘Başucumda Müzik’. Kitaptakilerden fazlası var, eksiği yok.

* Peki neden boşanmıyorlar anneannenizle, Vesamet Hanım’la birbirlerine bu kadar âşıkken?
Anneannem Emel Hanım, Evliyazade ailesinden. Babası Dr. Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün Dışişleri Bakanı. Atatürk, dedem Paris Büyükelçisi’yken onu genç ve başarılı buluyor, beğeniyor, Tevfik Rüştü Bey’e söylüyor. Fatin Rüştü çok yakışıklı, 1.83 boyunda, kalıplı bir adam. İlk görüşmeden sonra anneannem çok beğenmesine rağmen, istemiyor evlenmeyi, “Ben çirkinim, o yakışıklı!” diyor. Sonra araya büyükler giriyor, evleniyorlar. Bütün evlilik boyunca büyükbabam ‘Emelciğim’ dışında bir hitap kullanmıyor kendisine. Ama boşanma gündeme geliyor bir dönem, hatta annem söylüyor siz boşanın diye. İkisi de tamam diyor ama iş aile büyüklerine taşınınca kıyamet kopuyor; hastalananlar, ayılanlar bayılanlar... Nihayet “Sizi Atatürk evlendirdi, boşanamazsınız” diyorlar.

* Siz Vesamet Hanım’ın akrabalarıyla görüşüyor musunuz peki? Kızı Reha Hutin, Fransa’da televizyon yıldızı sanırım.
Evet. Reha Hanım’ın oğullarından Bernard (Scoffie) çok yakın arkadaşım. Bir kere bana geldi bir hafta kalmaya, üç ay sonra zor ayrıldık.

* Sizin ailede hiç sorun edilmemiş bu ilişki. Peki Reha Hanım da hiç kızmamış mı annesine? Neticede aşk büyük ama bir yasak ilişki var ortada.
Yok, kızmamış. İki taraf için de artık yasak aşk değil, yasak evlilik noktasındaymış işler çünkü.

* Bu aşk, bu dönemde yaşansaydı Fatin Rüştü Zorlu’yla Vesamet Hanım’ın bir kaseti çıkabilirdi belki de...
Evet, gayet tabii ama büyükbabam hiç saklamamış ki. Herkes Vesamet Hanım’ı gayet iyi tanıyor, dış resepsiyonlara birlikte katılıyorlar, onu karısı zannedenler bile var! Berlusconi de hiç saklamıyor. Welcome to the club! Ben CHP’li değilim, ahkâm kesmek bana hiç yakışmaz. Ama bence Deniz Baykal’ın bu sebeple istifası hiç doğru değildi, yaptı ya da yapmadı, fark etmez. Bu kadar sene muhalefette kalıp bu kadar oy kaybettirdikten sonra çoktan gitmiş olması lazımdı zaten, bu sebeple değil! (Gülüyor) Benim elim hiç gitmedi ama son seçimlerde bir sürü insana da CHP’ye oy attırmışlığım vardır, gidişata karşı bir şeyler yapalım diyerek.

* Annenizle babasının ilişkisi de çok yoğun galiba, değil mi?
Baba-kızın ilişkisi muhteşem. Size bunu anlatmam lazım. Bizim bir teknemiz vardı 70’lerde, annem ona biner, Büyükada’nın Yörükali plajına giderdi. “Anne” derdim, “Orası çok pis, gitme.” “Niye canım, hiçbir şey yok, tertemiz” derdi. Derdim ki “Hiçbir şey yok çünkü o kadar pis ki kolibasili bile yaşamıyor.” Hakikaten öyle ama. 20 sene bunu dedi, “Bir şey yok, temiz!” Ölmeden 15 gün evvel itiraf etti, “Ben niye oraya gidiyordum biliyor musun? Aptal mıyım zannediyorsun?” diye sordu. Saat 5’ten sonra poyraz çıkar, teknenin burnu Yassıada’ya dönermiş meğer. “Ben de babamın şerefine bir bardak bir şey içiyordum” dedi. O da öyle bir aşkmış. Baba öldüğü zaman hayatı çok değişiyor. Onun da kızına sevgisi bambaşka ama. Bunların hepsi çok olağanüstü insanlar. Annem beş dil konuşuyordu. Diğerleri keza, hepsi görmüş geçirmiş. Sadece olayın vahameti değil, inanılmaz bir jenerasyon kaybettik biz. Daha üç gün önce Namık Gedik’in kızı Ayla teyzeyle beraberdim. Namık Gedik de, ihtilal günü evde intihar etmiştir, neyse... “Ben diplomatım her şeyden önce, takım elbisemle asılmak isterim” diyen bir adam Fatin Rüştü. Yassıada fotoğraflarına bakın, yemek yerken vs. hepsi pırıl pırıl, iki gün sonra asılacaklarını biliyorlar ama tertemiz elbiseleri, peçeteleri, çatal-bıçaklarıyla yemeklerini yiyorlar koğuşta. Başka bir görgü, başka bir nesil. Bunları da bilince bugünden midem bulanıyor. Annemle anneanneme tahsis edilmiş bir makam aracı varmış o zaman ama utanırlarmış, annem dolmuşa binermiş, anneannem otobüse. Derlermiş ki ‘Bunu yapmayın, ikinizin peşine birer adam takmak daha masraflı oluyor. Lütfen makam aracını kullanın!’ Şimdi en ufak bir gecede Lütfi Kırdar’ın kapısına onlarca makam arabası birikiyor.

‘Bir gece gezelim, hiçbir yere giremeyiz’

Sizinle ilgili çok haber yapılmıyor belki ama yapıldı mı da isminizin başına ‘Sosyetenin gözde bekârı’ eklenmezse olmuyor. O nasıl oldu?
Ya bunu lütfen yazar mısınız? Ben 18 yaşımdan beri sadece üç ay bekâr oldum. İlk eşim Tcherina’yla sekiz sene beraberlik-beş sene evlilik, ikinci eşim Zeynep’le üç sene beraberlik-yedi sene evlilik, şimdiki eşim Özlem’le beş sene beraberlik-üç sene evlilik... Allah aşkına, bir gece seninle Sortie’ye, Anjelique’e falan gidelim, bak gör, hiçbir yerden giremeyiz içeri, her türlü bahse girerim!

Birlikte çıktığınız insanlar, çevreniz yüzünden mi? Onlar sosyetenin gözde bekârıdır belki...
Arkadaşlarım da öyle değil. Sosyete mi var ki? Sosyete olmak kolay Türkiye’de. Kadınsa güzel bir jean giyip saçını sarıya boyatacak, koluna da bir ikon çanta takacak, giremeyeceği hiçbir yer yok. Erkekler için biraz daha pahalı iş, güzel bir araba lazım, dar siyah gömlek, biraz da para, tamamdır. Araba şart ama. Hiç unutmam, bende 67 model bir Vespa vardı, çok değerli, dünyada 160 kişide falan var. Bir gün ona atlayıp bir açılışa mı ne gittim, külüstür görüp kovdular kapıdan. Aristokrasi olmadığı için Türkiye’de, parası olana sosyete deniyor. Ama annemlerin zamanında gerçekten farklıydı iş. Mesela bizim Büyükada’daki konakta orkestra bahçede çalardı, onları dinleyerek uyurdum ben. Güzel davetler hatırlıyorum. Babamın takım elbisesiz, annemin şık tuvaletsiz, saçı yapılmadan çıkmadığı bir zaman. Vardır herhalde sosyete ama sanırım onlar evde oturuyor zaten.