17 Mayıs 2010 Pazartesi

ORDU NASIL DEMOKRATİKLEŞİR - 2 / Yasemin Çongar

Askerî vesayeti bitirmenin yolları / Narcis Serra anlatıyor -2
***
Savaş varken demokrasi zor

Hasan Cemal dün piyasaya çıkan yeni kitabına Türkiye’nin Asker Sorunu adını verirken, bu adı, Türkiye’nin genel demokrasi sorununun çeşitli yüzlerinin yalınlaştırılmış bir ifadesi olarak kullandığını söylüyor. Tecrübeli gazeteci, kitabın başında “asker sorunu”nun kısa bir tarifini de yapmış: “Temel konularımıza ilişkin tanımları bu ülkede asker yaptı, kriterleri asker koydu, onları siyasal sisteme dikte etti. Ve bu kriterler, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devletin resmî ezberini oluşturdu. Asker, bu kriterlerin ihlâl edildiğine, bu kriterlerin çok partili rejim içinde korunamayacağına ne zaman kanaat getirse kılıcını meydana attı.”

Hasan Cemal, bu satırlarıyla, Türkiye’de askerî vesayetin, yaşanan darbelerin bir tortusu olmaktan öte, devletin kuruluşundan miras bir yapısal unsur, bir tür “Cumhuriyet sorunu” olduğuna dikkat çekerken, “asker sorunu”nun da bize özgü bir yanını vurguluyor bence.

Yine de, çeşitli ülkelerdeki geçmişi ve güncel tezahürleri arasındaki bütün farklara rağmen, “asker sorunu” dediğimiz mesele, tıpkı demokrasinin kendisi gibi, evrensel bir nitelik taşıyor. İlk bölümüne dünkü Taraf’ta yer verdiğimiz bu yazı dizisi de, İspanya ve diğer ülkelerin deneyimleri ışığında, “asker sorununu çözmenin yolları” üzerinde duruyor. Rehberimiz ise, İspanya Savunma Bakanı olarak, ülkesinin demokrasiye geçme sürecinde ordunun reformuna yönelik adımların öncülüğünü yapan Narcis Serra’nın 2008 tarihli La transicion militar : Reflexiones en torno a la reforma democratica de las fuerzas armadas (Askeri Geçiş: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler) adlı kitabı.

Ordu her yerde ayak direr
Dünkü bölümde, demokratikleşmenin olmazsa olmaz bileşeninin, askeriyenin sivillerin emrine girmesi olduğunu ve bu sürecin genellikle, “geçiş” ve “demokratik konsolidasyon” diye adlandırılan iki aşamada sağlandığını yazmıştım.

Narcis Serra’nın kitabında önemle üzerinde durduğu konulardan biri, demokratikleşmenin bu “yavaş ve aşamalı” niteliğinin bir sonucu olarak, baskı rejimlerinin bazı temel yapısal özelliklerinin, demokrasiye geçtikten sonra da olduğu gibi korunabilmesi...

Bu konuda “silahlı kuvvetlerin özerkliği” olgusunu demokrasinin önünde temel engel sayan Polonya asıllı siyaset bilimci Adam Przeworski’yle hemfikir Serra; Przeworski’nin “Silahlı kuvvetlerin sivillerin denetimi dışında kaldığı her ülkede, ‘asker sorunu’ demokratik kurumların istikrarsızlığının sürekli bir nedenidir” cümlesini aktarıyor. Bununla birlikte, İspanya deneyiminden aldığı dersleri uluslararası akademik çalışmalarıyla birleştiren Serra, ordunun özerklikte ayak diremesinin evrensel niteliğini, “reforma o ruptura” diyerek vurguluyor; yani “demokrasinin yolu ister yavaş bir ‘reform’ süreciyle, ister ani bir ‘kırılma’ sonucunda açılsın, ordular her zaman, her yerde demokratikleşmeye karşı kendi özerkliklerini korumak için ayak diriyorlar.”

Öyle ki, Şilili siyaset bilimci Felipe Agüero’nun deyişiyle, “birçok ülkede, ‘demokrasiye geçiş’ adı verilen süreç tamamlandığında bile, asker sorunu henüz tam olarak halledilmemiş oluyor.”

Darbe olmaması yetmez
Peki, asker sorununun halledilmesi ne anlama geliyor? Ordunun özerkliğinin son bulması ve bütünüyle demokrasiye tâbi ve kendi içinde demokratik değerlere sahip bir kuruma dönüşmesi nasıl sağlanabilir?

Halen ABD’de Batı yarıküreden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olan 1944 Şili doğumlu Hispanik akademisyen Arturo Valenzuela’ya göre, bir ülkenin demokratikleşmesini tamamladığının en önemli ölçütü, “darbecilerin ve darbe hayaletinin yeniden hortlaması olasılığının gerek yasal düzenlemeler, gerekse toplumsal beklentiler anlamında tümüyle ortadan kalkmış olması.”

Narcis Serra ise daha radikal ve bence daha doğru bir yaklaşımla, Valenzuela’nın kriterini yetersiz buluyor:

“Darbe tehdidinin olmaması, askerî müdahalelerin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Hele hele askerî vesayetin ve ordunun bir kurum olarak özerk kalma çabasının aşıldığı anlamına hiç gelmez.”

New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler Profesörü olan Alfred C. Stepan’ın formülü, bu açıdan, daha kesin bir çözüme işaret ediyor. Stepan’a göre, Latin Amerika’nın birçok ülkesi gibi Türkiye’de de mükerrer darbelerin yaşanmasına neden olan fasit dairenin kırılması için, demokratik yoldan işbaşına gelmiş bir hükümetin orduya ve askerî meselelere yönelik siyasi bir strateji geliştirmeye öncelik vermesi şart.

Serra buna, “politica militar” (askerî politika) adını vererek, sivillerin askerî konularda uzmanlaşmasını da gerektiren bir siyasi yetkinlik ve egemenliğin, Türkiye gibi “düşük yoğunluklu bir demokrasi” halinden İspanya gibi bir tam demokrasiye geçişte kritik önem taşıyacağına işaret ediyor. Serra’nın öncülüğünde İspanyol ordusunun nasıl bir reformdan geçtiğini, 1980’lerdeki Sosyalist hükümetin nasıl bir “politica militar” geliştirdiğini yarın anlatacağım. Şimdilik, yine Felipe Agüero’nun kullandığı tanımdan yararlanarak, Serra’nın Türkiye gibi ülkeler için “asker sorunundan kurtuluşun reçetesi” saydığı demokratik konsolidasyonun pozitif veçhesini tarif etmekle yetinelim.

Negatif ve pozitif konsolidasyon
Agüero’ya göre, “negatif konsolidasyon, bir ülkedeki sivil bürokratların ve siyasetçilerin, yani yönetici elitin, ordunun demokratikleşmeye karşı koymaması ve yeni darbeler planlamamasından memnuniyet duyup bununla yetinmesi” hali...

Türkiye’nin de ulaşmayı hedeflemesi gereken “pozitif konsolidasyon” ise, yine Agüero’nun tarifiyle, ancak “askeriyeyi yeni demokratik rejime entegre edecek, ordunun yeni rejimin hedeflerini, değerlerini ve kurumlarını yüzde yüz benimseyecek bir hale getirilmesini sağlayacak politika ve stratejilerin, sivil elitler tarafından bilinçli, sistemli ve uzun vadeli olarak geliştirilmesi” sonucunda mümkün görünüyor.

Narcis Serra, burada Agüero’nun çizgisini bir miktar ileri kaydırarak, “demokratikleşme, ordunun değerlerinde ve inançlarında, askerleri demokratik rejime hakikaten sadık kılacak değişimi sağlamadıkça tamamlanmış sayılamaz” diyor.

Velhasıl, pozitif konsolidasyon ya da tam demokratikleşme, Serra’ya göre, sadece bir ülkenin tüm yasa ve uygulamalarıyla demokrasiyi hayata geçirmesini değil, ordu dahil bütün kurumlarının da “içeriden” demokratikleşmesini gerektiriyor.

Serra’nın La trancision militar’da ayrıntılandırdığı yaklaşımı Türkiye özeline uygularsak, bu hedefe ulaşmanın, sadece Silahlı Kuvvetler’in sivil yönetime tâbi olması, Genelkurmay Başkanı’nın Savunma Bakanı’na bağlı kılınması, askerî politikanın sivil hükümet tarafından belirlendikten sonra, sivil âmirlerinin emrindeki ordu tarafından, parlamentonun denetiminde uygulanması ile sağlanamayacağı da ortaya çıkıyor. “Pozitif konsolidasyon,” bu temel kuralların hayata geçirilmesinin yanı sıra, yine Türkiye özelinde, Anayasa’nın ve Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun demokrasinin esaslarına göre, ordunun “rejim muhafızlığı” rolüne kesinkes son verecek şekilde yeniden yazılmasından, askerî okullardaki eğitimin baştan sona gözden geçirilmesine, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” diye adlandırılan ve özünde demokratik değerleri dışlayan Kemalist endoktrinasyona son verilmesine kadar bir dizi köklü reformu da şart kılıyor.

Sivillerin yetkinleşmesi gerek
ABD’nin önde gelen Latin Amerika uzmanlarından California Üniversitesi’nden David Pion-Berlin’le, yine Amerikalı Ulusal Güvenlik Profesörü Thomas Bruneau bu kapsamda “sivillere düşen görev” üzerinde özellikle duruyorlar.

Ordunun demokratikleşmesi, ordunun eğitiminde ve askerî politikaların belirlenmesinde sivillerin birincil derecede sorumlu olmasını gerektirdiğine göre, savunma konularından anlayan, tercihan ordu deneyimi olan ve askerî stratejiler geliştirebilecek yetkinliğe sahip sivil bürokratların ve siyasetçilerin yetiştirilmesinin önemi artıyor.

Pion-Berlin, bunun yapılamamasının Latin Amerika ordularının demokratikleşmesini geciktirdiğini, “Bu kıtada yaşayan siviller ordunun denetimini ellerine almak için her türlü nedene sahiptiler ama savunma konularında uzmanlaşmak için hiçbir neden göremediler” cümlesiyle anlatıyor.

Bruneau ise, yazı dizisinin dünkü bölümünde kısaca üzerinde durduğum belirli bazı alanlarda ordunun tek karar mercii olarak kabul edilmesinin sakıncasına getiriyor sözü. Türkiye’de, mesela, Ege Hava Sahası ve PKK ile mücadele gibi konuların “orduya rezerve” edilmesinin bir nedeninin de, “sivillerin bu konuda karar verecek, politika üretecek yetkinlikte yetişmemesi geleneği” olduğunu hatırlatıp, asker-sivil ilişkilerinde tam bir demokratikleşme için “olmazsa olmaz bir üçlü” tarif ediyor Bruneau:

“Birincisi, demokratik sivil denetim tam olmalıdır; ikincisi, seçimle işbaşına gelmiş siyasetçilerin kararını verdiği askerî görevler, ordu tarafından tam bir etkinlikle yerine getirilmeli ve bunun böyle olduğu parlamento tarafından denetlenmelidir; üçüncüsü de, verimlilik esası yani bu askerî görevlerin mümkün olan en ucuz bütçelerle hayata geçirilmesi sağlanmalıdır.” Bütün bunlar için de, karar ve denetim mekanizmalarını etkin olarak işletebilecek bir sivil birikimin gerektiği aşikâr.

Demokrasinin iki engeli
İspanya’nın Franco rejiminin tortularından nasıl kurtulduğunu, ordusunu nasıl demokratikleştirdiğini anlatırken, sivillerin askerî politikayı belirleme aşamasında karşılaştığı bazı temel zorluklara da değineceğim. Ama ondan önce, gerek Serra’nın kitabında, gerekse bu konuda mevcut uluslararası literatürde, sivillerin ordunun denetimini eline almasını zorlaştıran bazı özel koşulların özellikle vurgulandığını ve bu vurguların, bir bakıma Türkiye’nin “bahtsızlığını” da teyit ettiğini söylemem gerek.

Demokratik konsolidasyonun ilerleyebilmesi, yasaların ve Anayasa’nın değişimi, kurumların dönüşümünü sağlayacak yapısal reformların yanı sıra yeni bir yönelimler, değerler ve davranışlar bütünü de gerektiriyor. İspanya deneyimi bize, ordunun demokratikleştirilmesinin yargı ve polis reformunu, mafyayla başa çıkılmasını, paramiliter grupların elemine edilmesini de şart kıldığını öğretiyor. Bütün bu bileşenleri içermesi gereken demokratikleşme sürecinde, Serra’nın özellikle üzerinde durduğu iki engel var ki, zorlukları misliyle arttırıyor. Bunları, “devam eden iç çatışma hali” ve “siyasi uzlaşmanın yokluğu” olarak tanımlayabilirim.

Latin Amerika’da silahlı kuvvetlerin gücüne endeksli siyaset yapan sivillerin varlığı mesela, demokratik reformun önündeki en büyük zorluklardan biri Serra’ya göre. Alfred C. Stepan buna, Karl Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekizinci Brümaire’i kitabından esinlenerek, “Brümairevari anlar” diyor; kimi ülkelerde, parlamentolarda temsil edilen siyasi partilerin demokrasiye ayak dirediğini, tıpkı Bonapartist rejimlerdeki gibi, “ordudan çok orducu” olabildiğini anlatıyor. Serra ve yararlandığı siyaset bilimciler bu konuda sözü Türkiye’ye getirmiyorlar ama son Anayasa değişiklik paketinin içerdiği yargı reformunun Meclis’te yarattığı kutuplaşmayı “Brümairevari bir an” saymamız pekâlâ mümkün.

Ordunun kışlasında tutulmasını, siyasete müdahale etmekten ve özerklik iddiasından vazgeçmesini zorlaştıran diğer unsur olan “iç çatışma hali” ise maalesef Türkiye’deki Kürt meselesi ve ona bağlı olarak otuz yıla varan savaş koşulları nedeniyle ziyadesiyle geçerli.

Zira Serra da, “Türkiye Kürt meselesini ve laik cumhuriyete yönelik İslamî tehditleri halletmedikçe, yapısal demokratik reformlar ekseninde ilerlemesi çok zor” demekten alamıyor kendini. Aynı cümlede, Avrupa Birliği’ne katılma çabasının bu açıdan askerî vesayeti geriletmekte özellikle önemli olduğunu da vurguluyor.

Kürt açılımına gösterilen direnişin ve laikliğin İslamî tehdit altında olduğu algısını besleyen olayların, Türkiye’de ordunun demokratik sınırlar içine çekilmesini güçleştirdiği bilgisi, bu satırların okuru için yeni değil kuşkusuz. Yine de, çatışma ve gerilim ortamından yararlananların asla demokratik güçler değil, demokratikleşmeye direnenler olduğu kaydını buraya bir kez daha düşmekte yarar var belki.

ASKERÎ REJİMDEN DEMOKRASİYE GEÇİŞİN YEDİ AŞAMASI
Narcis Serra’ya göre, “askerî reform” ordunun aşamalı olarak demokratik normalleşmeye ayak uydurması ve nihayetinde yeni demokratik devlet yapısının entegral bir parçası haline gelmesiyle gerçekleşiyor. Askerî rejimden tam demokrasiye uzanan bu reform sürecini, ordunun yetkisi, rolü ve tavrı bakımından yedi ayrı aşamada incelemek mümkün. Her bir aşama, bir öncekine kıyasla demokrasi yönünde ilerlemeyi temsil etse de tam demokrasiye ancak yedinci aşamada ulaşılıyor.

Bir: Siyasi Gücün Denetimi
Bu aşamada, devletin başkanı genellikle bir asker... Siyasi konularda karar alan askerî organlar mevcut. Birçok siyasi ve bürokratik pozisyonda subaylar görev yapıyor. Ülkenin istihbarat örgütü de askerlerin denetiminde.

İki: Ulusal Birliğin Muhafızlığı
Ordu, devletin bürokratik organlarından sadece biri olduğunu kabullenmek yerine, kendisine siyaset ve partiler üstü bir konum atfediyor. Ordu, sadece seçimle işbaşına gelmiş hükümetin emri doğrultusunda değil, gerek görürse hükümetin emri dışında ve hükümete rağmen de harekete geçmeyi kendinde bir “hak” olarak görüyor ve bu hareket tehdidini sürekli canlı tutuyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi sayesinde, Türkiye’de halen geçerli olan bu durum, İspanya’da da 1978 Anayasası’nın tartışılması sırasında ön plana çıktı ve Serra’ya göre, “muhafızlık” rolünün kesinkes aşılabilmesi, İspanyanın demokratikleşmesinde belirleyici oldu. Tabii, ABD’de 1930’lu yıllarda Kara Kuvvetleri Komutanı olan General Douglas Mac Arthur’un (1880-1964)’un bu konuda söylediği sözlerin de, çağdaş siyaset teorisinde, ordunun demokratik sınırlara çekilmesine yönelik bir başkaldırı sayıldığını eklemeliyiz: “Silahlı Kuvvetlerin ülkeye ve Anayasa’ya bağlı olmak yerine, o anda yürütme yetkisini elinde tutan hükümete sadık olması yeni ve tehlikeli bir konsepttir.”

Üç: Hükümet Politikasını Frenlemek
Ordunun, bizim Türkiye’de gayet iyi bildiğimiz bu rolü, demokratikleşmekte olan ülkelerde askerî vesayetin en yaygın tezahürlerinden biri sayılıyor. Askeriyenin, seçimle işbaşına gelmiş hükümetin yaptığı reformları sınırlandırma ve belli kararlar üzerinde fiili veto kullanma hastalığının tedavisi kolay değil. İspanya’da demokratikleşme sürecinin ilk yıllarında, ordunun Komünist Partisi’nin yasallaşmasına direnme girişimi bu açıdan iyi bir örnekti.

Dört: Askerî Özerkliği Savunmak
Ordu, siyasete ve devlet yönetimine doğrudan müdahalesinin büyük ölçüde sınırlandığı ülkelerde, kendi özerkliğini büsbütün öne çıkarma eğilimine giriyor. Genelkurmay’ın yetkisinde olan spesifik alanlar belirlemek, bu alanlarda sivillerin söz sahibi olmasına karşı çıkmak, özellikle de ordunun teknik işlevleri, operasyonları, organizasyonu, personel politikası gibi “askerî” konuların sivillerin işi olmadığını savunmak ziyadesiyle yaygın ve tedavisi şart bir hastalık.

Beş: Sivil Üstünlüğü Kısmen Kabul
Orduların darbe yapmaya kalkışmadığı ve muhtıra yayınlamadığı ülkelerde de, askerî komutanların, sivil yetkililerin üstünlüğünü formel olarak kabullenseler bile, fiilen reddettikleri, bazı direktiflere uymadıkları durumlara rastlanıyor. Serra, kitabında bu sorunu anlatırken darbecilerin yargılanmaması ya da darbe girişimlerine hafif cezalar verilmesi çabasını da gündeme getiriyor. İspanya’da 23 Şubat 1981’deki darbe girişiminde görev alanların affedilmesi yönündeki Askerî Yargıtay girişimi, şayet başarıya ulaşsaydı, belki de İspanyol demokrasisi hiçbir zaman bugünkü gücüne erişemeyecekti.

Altı: Askeriyenin İdeolojik Denetimi
Ordu, büyük ölçüde demokratikleşmiş bir rejimde, teşkilatının ve operasyonlarının denetimini sivillere bıraksa bile, kendi mesleki profilini nasıl çizeceği, ideolojik değerlerini nasıl belirleyeceği, askerî eğitim ve endoktrinasyonunun temel kriterleri konusunda nihai söz sahibi olmak isteyebiliyor. Ve evet, Serra’ya göre, bu da gerçek bir demokrasi açısından kabul edilemez bir durum.

Yedi: Demokratik Sivil Denetim
Seçimle işbaşına gelen hükümet askerî politikanın ne olacağına karar veriyor, Savunma Bakanı bu politikayla ilgili talimatları Silahlı Kuvvetlere iletiyor, parlamento askerî politikanın yürütülmesi konusunda hem hükümeti hem orduyu denetliyor, askerî yargı diye ayrı bir yargı yok, tek bir adlî yargı sistemi ve tek bir hukuk var. Özetle, demokrasi böyle bir şey! Ama bu aşamaya ulaşmak kolay olmuyor; üstelik ordunun özerklik iddiası, bu aşamada bile tümüyle ortadan kalkmayabiliyor. Bu aşamaya nasıl ulaşılabildiğini İspanya örneğinden yola çıkarak yarın, sivil-asker ilişkilerinin bu son aşamada bile ne tür sıkıntılar yaşayabildiğini ise, ABD örneğinde yoğunlaşarak ertesi günkü bölümde anlatmaya çalışacağım.