7 Haziran 2010 Pazartesi

Yakıcı konular / Namık Çınar

Dokundukta elleri, söylendikte dilleri yakan konuları en önce yürekli insanlar mı ortaya koyarlar daima? Alışagelmişi sorgulayan, yalana ve riyaya katlanamayan öncüler midir, bacakları yırtan devedikenleriyle ısırgan otlarına aldırmayıp da ilk girenler, siyasal-toplumsal çalılıklara? Önceleyin patika ve sonraları herkesin rahatça geçeceği bir yol olması için, hep böyle mi döner bu devran?

Anlaşılan o ki, böyle dönüyor!

Örneğin, askerî birlikler bir yerden bir başka yere intikal ederlerken, o birliğin “büyük kısmı”nın önüne, ardına ve yanlarına, zarar görmesin diye uygun mesafelerde önlemler alırlar.

Öne ayrılan “öncü” kuvvet, kendisi için dahi bir başka öncü ihdas eder ki, bu “öncü öncüsü” bile kendi önüne bir “uç” daha koyar. İşte bu “uç”takiler, ayak izlerini yola ilk koyacak olanlardır. Ne gelecekse, ilkin onların başlarına gelecektir. İlk onlar ölecek; üzerlerinden emniyetle atlasınlar diye arkadakiler, “tel üstüvaneler”in paslı dikenlerine yüzükoyun onlar yatacaklardır.

İşte, siyasal ve toplumsal “cıngıl”da gerçeğin büyüsüne kapılıp “doğru”ya gönül verenlerin yürüyüşleri de tıpkı bu uçtakilerin serüvenlerine benzer. Ömürleri “haps ile, nefy ile, işkence ile geçer” çünkü.

Nitekim, karınca kararınca da olsa, kendi yaşamımda meselâ, “12 Mart rejimi”nde “komünistlik” suçlamasıyla ordudan atılıp, bin türlü mücadele sonucu TSK’ya tekrar döndüğümde, “yüzbaşı”lığımda Patnos’ta “şark hizmeti”ndeyken, yasak olmasına rağmen “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi”nde okuyor ve bir yolunu bulup sınavlara geliyordum. Ağrı’daki bağlı olduğum tümen karargâhının istihbarat şube müdürlüğü ile MİT bölge müdürlüğü ve elbet de ki diğer istihbarat organları, başka işleri-güçleri yokmuş gibi İstanbul’da dahi beni izliyor, birbirlerine rapor düzenleyerek benimle haşır neşir oluyorlardı.

Oysa o yıllar, çok kısa bir süre sonra ortaya çıkarak, otuz yıllar boyunca ortalığı kana bulayacak olan PKK’nın “oluşma ve teşkilatlanma” süreçleriydi. Ne ki, bu istihbarat örgütleri, tertiplenme aşamasındaki PKK ile değil, mahkeme kararlarını hiçe sayarak kendi “yüzbaşı”larının peşine düşmeyi ve onunla uğraşmayı, enerjilerini bu uğurda tüketecekleri daha yüce bir görev saymışlardı.

İşte bu yolu seçmiş olmaları, daha işin başında nasıl bir aymazlık içinde olduklarını ve sorunların niçin hâlâ çözülemediğinin hiç değilse bu tarihsel boyutunu açıklamaktadır, bana kalırsa.

Gençlerin akılları almaz şimdi, o sıralardaki olup bitenleri. Meselâ, Nâzım’dan şiir okumak, “vatan hainliği”yle eş anlamlı bir konumda olmak demekti, o vakitler. Öyle şimdiki gibi lâf olsun diye değil, ciddi ciddi hâkim önüne çıkılan enikonu bir hainlikti bu.

O yüzden, kimi emekli generallerin daha düne kadar, TV’lere çıkıp, Nâzım’dan şiir okumaları, süründürdükleri öncü insanların açtıkları yolları, fütursuzca kullandıkları bir pervasızlıktır, benim açımdan.

Devre arkadaşlarımın bir bölümü bakımından da durum bundan pek farklı değil pek, doğrusunu isterseniz. O yıllarda cüzamlıymışım gibi kaçım kaçım kaçınırlardı; kimileri benden. Şimdiyse birbirlerine sol içerikte –aslında ulusalcı- “e-mail”ler atıyorlar.

Hoş; Taraf’ta yazmaya başladığımdan bu yana, yeniden cüzamlandık ya, neyse! Ömürleri yeterse, kırk sene sonra bu çizgime de gelirler, bakarsınız öyleleri.

Şimdi başa döner de doğrunun peşindeki yürekliliğe gelirsek yeniden, en temel meselemizin “Kürt Sorunu” olduğu çıkar ortaya.

Bir kere, “çözüm” dediğimiz şeyin, Murat Belge’nin söylediği biçimiyle “ancak ve ancak, kimsenin varolma hakkının yok sayılmadığı bir formülle olabileceğini” unutmayacağız. Ve bir de “esnemeyenin kırılır olduğunu da”. Ayrıca, unutmayı bilmeyi ve bağışlamayı da.

Atatürk, gırtlak gırtlağa savaşıldıktan ve iki yüz elli bin şehit verildikten on dokuz yıl sonra, “Anzak”lar için: “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! ...sizler mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız... Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! ...onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlâtlarımız olmuşlardır” demişti.

Siz de eğer, benzer şeyler söyleyebilecekseniz belli bir süre sonra; iki tarafın ölümlerini derhal durdurmalısınız, daha şimdiden.
Ancak, galiba devletler değil artık, bu çözümleri doğrudan üretebilecek olanlar. Görülüyor ki, “küresel STK’lar ve aktivistler” daha dinamikler, daha etkinler bu konularda. Baksanıza, bedeli olsa da, dünyayı yerinden onlar oynatmadılar mı Akdeniz’de?

Deniyor ki, “ya aynı şeyi bize de yaparlarsa! Kürtlere ilişkin olarak, bizim de kapımıza gelip dayanırlarsa, başka aktivistler!”

Kimileri de, “bizim Kürt sorunumuzla İsrail’in Filistin sorunu aynı şeyler değiller ki, bunu yapsınlar” diyorlar.

Aynı mı olması gerekiyor?

Bize de, bizdeki hususlar bakımından baskı yaparlar, o zaman. Gemilerinde demir, çimento olmaz da, özgürlük ve barış önerileri olur bize has. Fena mı?

Ama bu olaydaki en büyük kazancımız, artık herkesin herkese karışabileceği ve haksızlıklara izin vermediği bir dünyada yaşadığımızı, ancak bizi de içine alınca tadarak öğrenmeye başladığımızdır, bence.