8 Haziran 2010 Salı

Türkiye'nin Asker Sorunu Biter mi? / Cem Küçük

Türk askeri 1950’lilerde başladığı darbe ve cunta macerasını –haliyle suç da işlemiş oluyor – 2000’li yıllarda bile hâlâ ve ısrarla sürdürüyor.

Ünlü Portekizli şair Fernando Pessoa, “Hepimizde aşağılık bir taraf var. Hepimiz içimizde bir suç saklarız, işlemiş olduğumuz ya da ruhumuzun işlememizi isteyip durduğu bir suç” der Huzursuzluğun Kitabı’nda…

Bu cümle en iyi Türk askerini anlatıyor. Türk askeri 1950’lilerde başladığı darbe ve cunta macerasını –haliyle suç da işlemiş oluyor – 2000’li yıllarda bile hâlâ ve ısrarla sürdürüyor. Hiç gerek yokken ve dönemin hükümeti seçime gideceğini açıklamışken 1960 darbesi yapıldı. Tarife gerek duymayan bu aşağılık darbeyi 1971, 1980 darbesi izledi. 1997’de 28 Şubat post-modern darbesini, 2007’de çağa uygun bir tabirle e-muhtıra yaşadık. Aralardaki sayısız cunta faaliyetlerini, darbe girişimlerini saymıyorum bile.

Usta gazeteci Hasan Cemal’in iki yıldır üzerinde çalıştığı “Türkiye’nin Askeri Sorunu & Ey Asker Siyasete Karışma!”[1] isimli çarpıcı kitabı geçen ay yayınlandı. Daha önce yazdığı “Kürtler”, “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim”, “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” kitapları gibi bu eseri de yakın tarihe gerçek manada bir ışık tutuyor. Türk askerinin kendisini nasıl siyasetin üzerinde gördüğünü, siyaseti dizayn etme isteğini, yeri geldiğinde kendisini seçilmişlerin üzerinde gördüğünü muhtelif örneklerle anlatıyor.

Cemal’in bu anlamda verdiği en çarpıcı örnek 2004’teki Kıbrıs görüşmeleriydi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül Annan Planı’nı kabul etmeye hazırlanıyorlardı. Denktaş ve asker ise bundan son derece rahatsızdı. Çünkü o tarihe kadar Kıbrıs, Kürt sorunu, Ermeni meselesi gibi konularda hep askerin dediği olurdu. İlk kez seçilmiş bir hükümet Kıbrıs gibi askerin tekelinde kalmış bir konuda siyasi irade gösteriyordu. Herkes hükümetin böyle bir adım atması karşısında askerin nasıl bir tavır takınacağını merak ediyordu.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de sürekli abluka altındaydı. Hatta MHP lideri Devlet Bahçeli, “Genelkurmay Başkanı Kıbrıs konusunda fikrini net bir şekilde ortaya koymalı” diyerek adeta askerden bu konuya müdahil olmasını istiyordu. Tabii böyle siyasetçilerle demokrasi ne kadar ilerler, o da ayrı konu. Özkök ise anayasal olarak yetkisinin sınırlı olduğunu ve sorumlu merciinin hükümet olduğunu ısrarla vurguluyordu.

Sonunda hükümetin dediği oldu ve Annan Planı’na evet dendi. O tarihlerde askerden darbe bekleyenler, artık bugün yarın muhtıra verilir diye umut edenler vardı. Rauf Denktaş’ın o zamanki danışmanı Prof. Mümtaz Soysal kendisinden açıklama bekleyen Radikal gazetesi yazarı Erdal Güven’e, “Siz şimdilik sevinin bakalım, asker birazdan bildiri yayınlayacak. O zaman görüşürüz” dediği herkesin malumu. Üstelik bunu söyleyen Sosyal’ın ne utanması vardı ne de yüz kızarması. Türkiye o süreci bütün demokrasilerde olması gerektiği gibi Hilmi Özkök’ün demokratik tutumuyla atlattı. Peki ya Hilmi Özkök gibi demokrasiyi özümsemiş bir değil de mesela Çevik Bir gibi biri Genelkurmay Başkanı olsaydı? Ya da Şener Eruygur? Sonucu düşünmek bile çok kötü.

Cemal’in verdiği iki örnek daha var ki, insan okuyunca bunlar gerçek mi diye düşünmeden edemiyor. “1991 yılı Haziran ayı. Cengiz Çandar Cumhurbaşkanı Özal’la Talabani ve Barzani’yle ilgili bir konuyu konuşmak üzere Çırağan Sarayı’na gelir. Cumaya gitmek üzere otelden birlikte çıkarlar. Cengiz Çandar doğrudan konuya girer. Ama aynı anda Özal o tipik jestiyle Çandar’ın sağ kolunu sağ eliyle tutar. Çandar yine konuşmak isteyince, Özal işaret parmağıyla sus işareti yapar, ön tarafta oturan binbaşı rütbeli yaveri gösterir ve ‘Sonra konuşuruz’ der.” Acı olan şu ki, Hasan Cemal’in vurguladığı gibi, bir ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı ‘asker’den çekiniyordu.

Diğer örnek ise Tayyip Erdoğan’ın çok yakın bir parti kurmayının Cemal’e söyledikleriydi. “Bazen o kadar alçak sesle konuşurdu ki, ne dediğini anlamakta zorlanır, kimi zaman da, söylediklerinin yarısını anlamazdım. Arada bir, ‘Benim bildiklerimi bilseniz, yatağınızda rahat uyuyamazsınız. İyisi mi hiç meral etmeyin, hiç bilmeyin’ derdi Erdoğan. Her yerde yemek yemez, su bile içmez.”

Türkiye’nin Asker Sorunu 28 Şubat sürecinden 2007 e-muhtırasına, Ergenekon soruşturmasından Balyoz’a kadar geniş bir yelpazede önemli ayrıntıları gün yüzüne çıkartıyor. Gençliğinden bu yana ayrıntılı günlük tutan Hasan Cemal’in bu özelliği böyle kitaplarda çok işe yarıyor. Hiçbir detayı kaçırmayan, saati saatine yapılan açıklamaları not eden Cemal böylece spekülatif beyanlara da izin vermiyor.

Türkiye’nin asker sorunu öyle kolay kolay bitecek gibi görünmüyor. Umarım asker demokrasilerde nerede durması gerektiğini iyice özümser, eşitler arasında birinci olmadığının farkına varır. Yoksa benim bu söylediklerim de temenniden öteye geçmez.