2 Haziran 2010 Çarşamba

‘Türkiye’nin Asker Sorunu’ / Orhan Miroğlu

Geçen hafta Hasan Cemal’in yeni yayımlanan kitabını, İpek Çalışlar’ın Halide Edip biyografisiyle beraber okudum. Sonra bu okumalar, Canip Yıldırım’la yaptığımız söyleşinin kitabı olanHevsel Bahçesi’nde Bir Dut Ağacı’nın bazı bölümlerini yeniden düşünmeme yol açtı.

Tek parti döneminden çok partili döneme geçiş ve dolayısıyla askerî vesayetin DP iktidarıyla beraber zayıflamaya başlamasının Kürt toplumunda yarattığı sonuçları anlatırken şöyle demiş Canip Ağabey:

“Halk Partisi’ne karşı korkunç bir tepki vardı.. Tek şef, tek parti, tek millet düşüncesinin yaratmış olduğu tepki.. Jandarma köylere girdiği zaman köylülere kan kusturuyordu.

DP iktidara geldiği zaman, bu partinin Lice ilçe başkanı, bir Jandarma komutanını başka bir yere tayin ettirebiliyordu. Sıradan bir ilçe başkanı dedi ki, bu yüzbaşıyı buradan alın, hemen aldılar. Bu bir devrimdir. Ümidini cesaretini kaybetmiş bir halk, hiçbir şey yapacak durumda değil, ve olmadığının da farkında. Bir sandığa oy atmakla dünyası değişiyor.

Yaşar Kemal’in bu münasebetle Cumhuriyet gazetesinde çıkan röportajları oldu. Bingöl’e gidiyor, diyor ki seçmenlere siz hangi partiye oy verdiniz, DP diyorlar.

Yaşar Kemal de diyor ki onlara ‘niye bu partiye oy verdiniz, DP nasıl bir partidir?’ Bunlar da diyorlar ki, valla DP tatlı-helva gibi bir şeydir! Siverek’e gidiyor Sivereklilere de soruyor, ‘Sizce DP nedir?’ Diyorlar ki, DP ne değildir ki Kemal Bey! Bak ben bu sandığa bir oy attım, Ankara’da İsmet Paşa tepetaklak devrildi!” (Orhan Miroğlu, Hevsel Bahçesi’nde Bir Dut Ağacı, Everest Yay, say. 146-147)

Canip Ağabey’in bu şekilde hatırladığı bu dönem, 27 Mayıs askerî darbesiyle kesildi. Ve darbeden sonra oluşturulan kurumlar askerî vesayetin demokratik sisteme karşı özerkliğini daha sağlam esaslara oturttu, bu özerkliği adeta garantiye aldı.

Türkiye’nin siyasi tarihinde ilk kez bu özerkliğin sorgulandığı bir dönem yaşanıyor.

Askerî vesayeti ilelebet garantiye alan anayasanın değişmesi için siyasi bir mücadele veriliyor. Ama bu mücadelenin başarısızlığa uğraması ve tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi, geriye dönüş için CHP merkezli yeni bir plan hayata geçiriliyor. Bu planla Neo-İttihatçı bir parti olan CHP’nin Kürt toplumuyla yeniden siyasi buluşması hedefleniyor. CHP’ye Kürt siyaseti içinde, birtakım ittifaklar aranıyor. Ne var ki, Ergenekon’un gölgesinde kongre yapan, ilk MYK’sında Ergenekon sanıklarının savunmasını dağıtan bir parti, Kürt toplumunda, kiminle ittifak ederse etsin sonuç değişmeyecektir.. CHP, ömrünü ‘garantili siyasi statü’ peşinde harcamış, bu yüzden de, herhangi bir siyasi tercihi olamamış, BDP’nin periferisindeki birtakım Kürtleri saflarına katsa bile, bu çare değil. Kürt ulusal uyanışına tanık olduğumuz bir dönemde, Kemalizm ve İttihatçılıkla aranıza mesafe koymadan yüzünüzü Kürtlere dönemezsiniz.

Türkiye’de demokrasi ve askerî vesayet arasındaki sorun çözülmeden ne Kürt sorunu ne de başka sorunlar çözülebilir diyor Hasan Cemal.

Hasan Cemal’i bir gazeteci ve gönlü demokrasiden yana bir aydın olarak kırk yıldır meşgul eden “Türkiye’nin Asker Sorunu”nu anlamak, Kürt sorununu anlamaktan geçiyor.

Siyasete ve siyasetçiye kapalı bir alan olarak kaldı Kürt sorunu.
Ve bu durum varlığını bugün de önemli ölçüde koruyor.
25 yıldır devam eden ve öyle görünüyor ki, tarafların etnik bir çatışmayı göze alarak sürdürmeye hâlâ kararlı oldukları Kürt savaşı gerçeği; Türkiye’de askerî vesayetin vardığı son istasyonun adresi gibi duruyor.

Dahası, Dersim ve Şeyh Sait isyanı dâhil, Kürt isyanlarının başlamasının nedenlerine artık farklı bir tarih bilinci ve anlayışıyla bakmayı zorunlu kılacak yığınla sebep var.

İpek Çalışlar’ın Halide Edip biyografisini okuduğumda bu sebepler üstünde yeniden düşündüm. Bu değerli çalışma, Halide Edip’i bütün parlaklığı ve aydınlığıyla günışığına taşıyan bir kitap olmakla kalmıyor, Kemalizm’in kendi muhaliflerini sindirmek, sürgüne yollamak ve darağaçlarında idam etmek için, Kürt isyanlarından nasıl yararlandığını da çok iyi anlatıyor. İstiklal Mahkemeleri, Takriri Sükûn yasası Kürt toplumunu bastırmak ve sindirmekle kalmadı. Türk toplumunda da; Kemalizm’den bağımsız düşünce ve siyaset adına var olmaya çalışan her şeyi ve herkesi yok etti. İnfazlardan ve ölümlerden her nasılsa kurtulabilen, Halide Edip ve benzeri aydınlar ise, korku ve endişe içinde yaşamaya mahkûm edildiler. Halide Edip, kişisel yetenekleri ve yazarlığıyla dünya çapında ilişkilere sahipti.

Bu kişisel ilişkilerini milli mücadele için sonuna kadar kullandı. Ama sonra da ülkesini terk etmek zorunda bırakıldı.

Türkiye’de askerin siyasete sistemli müdahalesi üstüne meslek hayatı boyunca en fazla düşünmüş ve bu düşüncelerini değerli kitaplar, makaleler yazarak bizlerle paylaşmış gazeteci kimdir denilse, kuşkusuz akla gelen ilk isim, sevgili Hasan Cemal olur.

İttihatçı Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal!

27 Mayıs’a giden günlerde Harbiyeliler marş söylerken gözleri yaşaran, 12 Mart’a giden günlerde ‘9 Mart cuntasının fedaisi’ olan Hasan Cemal’in yeni kitabının alt başlığı, askerî vesayet peşinde koşup durmaktan yorulmayanlara ciddi bir uyarı aslında:
“Ey Asker Siyasete Karışma!”
Hasan Cemal’in Türkiye’nin Asker Sorunu ve İpek Çalışlar’ın Halide Edip biyografisini okuyup bitirdiğimde, geçmişle yüzleşme adına, içim sevinç ve umutla doldu.
Ama dün bu yazıyı yazarken, bu sevinç ve umudun yerini buruk bir hüzün aldı.
Askerin siyasetle ilişkisi sözkonusu olduğunda, yaşadığımız ironi bana hiç bitmeyecekmiş gibi göründü.
Çünkü, İskenderun ve Mavi Marmara baskını Türkiye’nin tarihinde yeni bir dönemin başladığını gösteriyor.
İsrail elbette bir insanlık suçu işledi. Suç dosyasını daha da kabarttı.
Ama bir gerçek daha var ki, akıldan çıkarmak olmaz.
Türkiye kendi iç sorunu olan Kürt sorununu çözemeden, bu sorunun siyasi muhataplarıyla hiçbir diyaloga yanaşmadan, Ortadoğu’da küresel aktör olmaya çalışıyor.
Bu durumda, askerî vesayetin ve geleneğin, bu kadar güçlü olduğu bir ülkede, hiçbir hükümetin, yeni güvenlik stratejileri oluşturup, askeri göreve çağırmanın dışında bir çare üretebileceğini sanmıyorum.

Dün medyada yapılan yorumlar bu yöndeydi. Bazı yorumcular, şu manaya gelen sözler sarf ettiler:
‘Nereye saldıracağımızı bilmiyoruz, karşımızdaki resmî bir devlet değil, Kürdistan kurulsun artık, kurulsun ki sınırlarını bilelim ve yerle bir edelim..’
Bu anlayışın Kürt tarafında bir karşılığı var elbette. Ve en önemlisi savaşmak, PKK’nin de iyi bildiği bir şeydir. Oysa zor olan barışı başarmaktır.
Yeni bir savaşın Kürtlere de Türklere de hiçbir faydası yok. Savaşarak birarada kalamayız. Buna ne Kürtler ne de Türkler tahammül edebilir artık. Taha Akyol köşesinde durumu çok güzel özetlemiş, “Böyle gider de Türkiye’nin bir bölgesi ‘Kürdistan’ olursa kalan tamamı ‘Türkistan’ olur ve bu herkes için korkunç bir felaket demektir; aklın alamayacağı, vicdanların kaldıramayacağı felaket!”

Tokat’tan gelen bir mail, bu felakete doğru yavaş yavaş sürüklendiğimizi gösteriyor. Bir öğrenciden gelen bu maili hükümet yetkililerinin ve kamuoyunun dikkatine sunuyorum:

“Geçen hafta cuma günü Tokat-Merkez’de çarşının en işlek olduğu yerde iki Kürt öğrenci birtakım ülkücü tarafından bıçaklandı. Karın bölgesinden bıçaklanan arkadaşlarımız hemen ameliyata alındıktan sonra üç gün yoğun bakımda kaldılar. Bıçaklanan arkadaşlarımızın aileleri bu olaylarla ilgilenecek bir avukat bile bulamadılar. Bu haberler Tokat gazetesine iki PKK’lı bıçaklandı diye manşet yapılıyor. Tokatta yaşanan bu olaylardan dolayı kimse geceleyin evinde rahat bir şekilde uyuyamıyor, herkes bu seferki kurbanın kimin olacağını korkuyla beklemekte. Seneye kimse okula dönmeyecek. Birçoğumuzun aileleri yanımızda. Kürt olmak büyük bir suç mu? Neden okumamıza engel olunuyor? Sonumuzun Aydın Erdem, Şerzan Kurt veya burada bıçaklanan arkadaşlarımız gibi olmaması için, buralara hiç gelmeyip hiç okumamamız mı gerekiyor?”