14 Haziran 2010 Pazartesi

Pınar / Ahmet Altan

Yeşil bir tepenin eteklerindeki vadide yan yana iki bina.

Geceleri oralarda çok karanlık olmalı.
Herhalde sadece binaların pencerelerindeki sönük ışıklar gözüküyordu.
Kurt ulumalarına, ince ve ürkütücü çakal bağırtılarına, nöbet değiştiren askerlerin sert ve ezberlenmiş sesleri karışıyordu.

İzmir’den bu ıssız karanlığa geldiği ilk gece, yeni evlendiği genç üsteğmen eşine kavuşmanın sevincine içten içe bir ürperti eklenmiş olmalı.

Bir subay olan eşinin yanında zorluklara katlanmaya razı olmanın gizli gururunu hissederken “burada hayatımız nasıl geçecek” diye de sormuştur kendisine.

Gündüzleri kocası yandaki karakola gittiğinde, askerî lojmanın kimliksiz odalarında yalnız başına ne yapardı kimbilir.
Diğer komutanların kendisi gibi genç eşleriyle toplanırlardı belki.
Belki televizyon seyrederdi.
Ailesini arardı herhalde sık sık.

“Merak etmeyin iyiyim” derdi.

Annesinin sesinde hep bir kaygı olmalı.

Oralara gittiği için, sadece annelerin sesinde hissedilen, söze dökülmemiş, kelimelerin birbirine eklendiği minik sessizliklerde hissedilen bir sitem vardı belki de annesinin sesinde.
Kocası devriyeye çıktığında içi sıkışırdı sanırım, dönmesini pencerenin kenarında beklerdi.
Uzaklardan silah sesi duyulduğunda telaşlanmış olmalı, daha tecrübeli komutan eşleri onu yatıştırmış, teselli etmiştir.

Kocası, terli ve yorgun döndüğünde, annelerini taklit eden genç gelinlerin şefkatiyle “aç mısın” diye sormuştur, sağ salim geldiğine sevinerek çay koymuştur, belki birlikte hayallere dalmışlardır.

Yalnızlıktan çok bunaldığında kimseye söyleyemeden gizli gizli ağlamıştır bazen.

Telefonda konuştuğu annesine, arkadaşlarına, oradaki hayatı, olduğundan daha güzel anlatmıştır, arkadaki dağların yeşilliğinden, serinliğinden, kokusundan söz etmiştir.

Bilmediği diyarlarda yaşayan genç bir kadın.
Kocasının peşinden giden bir kadın.
“Ben seni burada bekleyeyim, sen izninde gelirsin” dememiş bir kadın.
Fedakâr, genç, güzel bir kadın.
Yirmi iki yaşında bir kadın.
O sıkıntılara katlanırken gelecekle ilgili hayaller kuran bir kadın.
Bir akşam vakti kocasıyla balkonda oturmuş.
Gece oralarda serin olmalı, bir hırka almıştır sırtına, kocası devriyeye gitmediği için mutlu olmuştur, kendisini de kocasını da güvende hissetmiştir.
Sonra karanlığın içinde bir alev topu gözüktü.

Ardından bir patlama sesi.

Ne olduğunu anlayamamış, kımıldayamamıştır bile, şakağındaki bir yanmayla yıkılmıştır.

Karısının yıkıldığını gören kocası keskin bir acı hissetmiş, fırlayıp üstüne eğilmiş, genç kadının saçlarının dibindeki kan eline bulaşmıştır.

Ani saldırıya karşı hemen koşup karakolda gerekli önlemleri almakla, karısına sarılmak arasında ne yapacağını kestirememiştir bir an.

Karakol bahçesinden bağırışlar, emirler, koşan askerlerin postal sesleri duyulmuştur.

Sesler kesilmiştir sonra.
Sonra bulunan bir araç, bilincini yitirmiş, yüzü kanlanmış genç bedenin aşağıya taşınıp hastaneye götürülmesi.
Ve, daha sonra genç kadının bir hastane odasında sonsuz karanlığa karışması.
Yıllardır süren savaşın aldığı bir hayat daha.

Adı Pınar’dı.
Yirmi iki yaşındaydı.
Kırk günlük gelindi.
Anlamsız bir PKK saldırısında öldü.
Onun ölümünün ne Kürt halkına bir yararı vardı, ne “özgürlük” mücadelesine.
Uzun süren savaşlar, savaşanları çıldırtıyor sonunda, amaçsız, anlamsız bir öldürme isteğine kapılıyorlar ve öldürüyorlar.

Bize, ölen gencecik insanların arkasından üzülmek kalıyor sadece.

Bir mezrada roketle parçalanan Ceylan’a, panzerin altında kalan Diren’e, balkonda kocasıyla otururken başından şarapnelle vurulan Pınar’a üzülüyoruz.

Öfkeleniyor, kederleniyor, bağırıyor, yalvarıyoruz “bu savaşı bitirin” diye.

Sesimiz, Pınar’ın vurulduğu vadideki karanlığa benzer ıssız bir karanlığın içinde kaybolup gidiyor, kimseye sesimizi ulaştıramıyoruz, öldürmenin bir işe yaramayacağını anlatamıyoruz, savaşı durduramıyoruz.
Savaşanların gaddarlığı birbirine benziyor.

Savaş, savaşan iki tarafı da kucaklayıp birbirine benzetiyor.

Ceylan ölüyor, Pınar ölüyor, öldürenler “ne kadar haklı nedenlerle öldürdüklerini” anlatıyorlar.

Öldürmenin “haklı nedenleri yok” artık, savaşın kahramanları yok, savaşın katilleri ve onların kurbanları var yalnızca.
Bir de bitmez tükenmez bir keder var.