13 Mayıs 2016 Cuma

Terörle Mücadele Yasalarının İstismarı / SEDAT LAÇİNER

Terörle mücadele yasalarının istismarı her ülke için ciddi bir sorundur. Gelişmiş demokrasilerde dahi Hükümetin ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele yasalarını muhalif sesleri kısmak için kullanmalarına şahit oluyoruz. Otokratik ve gayri-demokratik ülkelerde bu eğilim çok daha fazladır.
Türkiye, hiçbir zaman tam bir demokrasi olamadı. Terörle mücadele yasaları ise çok zaman meşru muhalefeti bastırmak için az ya da çok bir araç olarak kullanıldı. ‘Terörle mücadele’ adı altında insan hakları ihlalleri de sıkça yaşandı. Bu nedenle Türkiye, son 25 yıl boyunca Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’nde sicili en bozuk ülke oldu.

Kamuoyu terörle mücadele yasalarının masum insanlara karşı kullanılmasına karşı çoğu kez hassas olmadı. Çünkü terör öylesine büyük bir bela ki insanlar kurunun yanında yaşın da yanmasını göze alabiliyorlar, ta ki kendi canları yanana kadar. Oysaki terörle mücadele adı altında meşru muhalif grupların ezilmesi en çok terörle mücadeleye zarar veriyor. ‘Terörle mücadele’ bahanesi ile ezilen kitleler terörize ediliyor, gerçek teröristler ise tam da istedikleri ortamı buluyorlar.

Terörle mücadele bahanesiyle insan haklarının ihlalinde Türkiye, hiçbir zaman bugünkü kadar kötü olmamıştı. Türkiye bugün terörle mücadele bahanesi altında yasaları çok ağır bir şekilde istismar ediyor. İstismar sadece örgüt üyeleri ve sempatizanları ile sınırlı kalmıyor, en basit görüş beyanı dahi terörü övmek olarak görülüyor ve yargılanıyor. Hükümetin terör politikasını eleştiren akademisyenler, gazeteciler ve diğer entelektüeller dahi kendilerini mahkemede bulabiliyor, onlarca yıl hapis cezası riskiyle karşı karşıya kalabiliyor. Hatta terör uzmanları terörle mücadele stratejileri üzerine yaptıkları analizler nedeniyle ‘vatan haini’, ‘bölücü’ veya ‘terörist’ olmakla suçlanabiliyor.

Bugün Türkiye hapishanelerinde siyasi suçlardan dolayı 11 binden fazla insan yatıyor ve rakam her gün biraz daha büyüyor. Bu rakam normal bir ülke için gerçekten çok yüksek. Hapishanelerdeki siyasi suçlu sayısı dahi Türkiye’de olağandışı gelişmeler yaşandığını bizlere kanıtlıyor.

Kürtçü muhalefet ve sol muhalefet anti-terör yasalarının istismarının en önemli kurbanları. Hükümet politikalarına yaptıkları en masum eleştiriler bile terörist olmakla veya terör örgütlerine yardım ve yataklıkla suçlanıyor. Hatta bu suçlamalardan milletvekilleri bile kurtulamıyor. Hal böyle olunca ortam radikallere ve silahlara kalıyor. Devlet, tıpkı geçmişte yaptığı gibi ortadaki renkleri yok ediyor, meşru siyaset alanını daraltıyor. Bunun sonucunda ise sahnede sadece devletin güvenlik güçleri ve teröristler kalıyor.

ÖRGÜT ÜRETMEK

Terörle mücadelede bir diğer istismar şekli ise ‘terör örgütü üretmek’. Türkiye, silahlı terör örgütlerine karşı hukukun sınırlarını zorlamakla kalmıyor, ‘terör örgütü’ tanımını da hukuka sığmayacak şekilde genişletiyor. Bunun ilk örneğini Ergenekon Davası’nda görmüştük. Şimdiki örnek ise Gülen Davası.

Gülen ile Erdoğan eski ortaklardı. Erdoğan ve partisi 2013 Aralık ayından önce Gülen’i yere göğe sığdıramıyordu. Hatta Erdoğan bir seferinde Gülen için “gökten ne yağmış da yer kabul etmemiş” diyordu. Yani Erdoğan, Gülen’i kendisinden bile yukarıda bir saygınlıkta gördüğünü söylüyordu. Erdoğan bir seferinde Gülen grubunu kastederek “ne istediler de vermedim” diyor, yani 2013 Aralık ayına kadar Gülen grubundan gelen her talebi emir gibi gördüğünü ve yerine getirdiğini itiraf ediyordu.

Aynı şekilde Ahmet Davutoğlu da bir konuşmasında Gülen için “faydalı çalışmalar yapan Hocaefendi’ye selam olsun. Bu kutlu yolculuğunda yeri başımızın üzerindedir” ifadelerini kullanıyordu.

Bekir Bozdağ ise şunları söylüyordu: “Gülen bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir. Onu ‘çete’ diye itham ederseniz, haksızlık yaparsınız.”

Bülent Arınç ise zamanında “40 yıldır onu çok severim. 1975’den beri Hocaefendi’yi tanırım. Kendisine büyük saygım, sevgim var. O siyaset üstü bir insandır” diyordu…

Örnekleri çoğaltabiliriz.

Kısacası, 2013 yılının Aralık ayına kadar Gülen Cemaati meşru olmaktan daha öte bir yapılanmaydı ve Gülen hareketi de Erdoğan Hükümetlerine büyük destek veriyordu.

O günlerde savcılar bu grup hakkında soruşturma yapmıyor, hâkimler tutuklama kararları almıyordu. Hatta valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, hâkim ve savcıların pek çoğu bu gruba sempatik gelecek açıklamalarda bulunuyor, onların yaptığı toplantılarda bulunmak için özel bir gayret sarf ediyorlardı.

Ancak Aralık 2013’de Gülen’e sempatisi olduğu söylenen savcılar ve polisler Erdoğan Hükümeti’ne dönük çok büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarını gerçekleştirince işin rengi değişti, Erdoğan, bu gruba karşı adeta savaş ilan etti.

Erdoğan değişince yargı da değişti, hâkim de değişti, savcı da değişti, valiler de değişti…Peki, böyle mi olmalı? Yargı siyasilere göre hiza mı almalı?

Erdoğan’a göre yapılan operasyonlar ‘bir hükümet darbesi’ girişimiydi ve yolsuzlukla hiç bir ilgisi yoktu.

17 Aralık olayları sonucunda dört bakan istifa etmek zorunda kaldı, ancak hükümet ayakta kalmayı başardı. Yolsuzluk ve rüşvet iddiasında bulunan savcılar ve polisler ise yakalandılar ve hapsedildiler. Onların lehine karar alan hâkimler bile şu anda hapishanedeler. Bu olaydan sonra Erdoğan, Gülen grubunu yok etmeye yemin etti.

İşte, mahkemelerin tavrı da bu noktadan sonra değişti. Önce Ergenekon ve Balyoz Davası’nda her şey değişti. Yasalar hala aynı yasalardı, ancak dün suç olan bugün artık suç değildi. Böylece çok ağır cezalarla yargılanan insanlar dünyanın en suçsuz insanlarına dönüştüler ve salıverildiler.

O hapishaneler adeta siyasetin emriyle boşalırken, siyaset yargıya başka insanları hedef gösterdi ve sanki bir gecede suç ve suç örgütleri üretildi.

Erdoğan, toparlanır toparlanmaz Gülen hareketini ‘silahsız terör örgütü’ ilan etti... Bu yeni bir tanımlama... Daha doğrusu akıllara seza bir tanımlama… Dünyanın saygın hiçbir demokrasisinde şiddet unsuru içermeyen bir harekete ‘terör örgütü’ denemez. Yok bunun bir örneği…

Terörün pek çok tanımı olduğu doğrudur, ancak tüm tanımların ortak noktası şiddet ve bu şiddet üzerinden siyasi hedeflere ulaşmaktır. Başka bir deyişle, bir hareketin sadece siyasi hedefleri var ise, ancak şiddete hiçbir şekilde karışmıyorsa o hareketi ‘terör örgütü’ olarak nitelendiremezsiniz. Hatta o hareket yasalarınıza göre suç sayılabilecek bazı işleri yapsa bile ona sadece ‘suç örgütü’ dersiniz, ama terör örgütü diyemezsiniz.

Ancak Hükümet, tıpkı Ulusalcılarla mücadelesinde olduğu gibi, Gülen grubu ile olan siyasi mücadelesinde terör yasalarını çok kullanışlı buluyor. Çünkü anti-terör yasaları çok sert ve şüphelilerin pek çok hakkını kullanmasına engel oluyor: Bu sayede terörist ilan edilen grubun üyelerinin mallarına el konuluyor ve en ağır hapis cezaları bu kişilere verilebiliyor.

Şimdiye kadar Gülen grubundan olduğu iddiasıyla 2 binden fazla insan gözaltına alınmış, yüzlerce kişi ise tutuklanmış. Halen hapiste yüzlerce insan yatıyor. Bunların arasında ünlü işadamları, akademisyenler, öğretmenler, memurlar, esnaflar ve öğrenciler bulunuyor. Hatta Türkiye’nin en büyük 500 şirketinden ikisinin sahipleri halen hapishanede ‘terör örgütü’ne üye olmak, yardım ve yataklık yapmak gibi suçlardan yatıyor. İşin ilginç yanı bu kişilerin hiçbirinin bir tek silahının bile olmaması. Bu binlerce kişiden bir tanesi bile şiddet olaylarına karışmamış. Polisin suç delili olarak gösterdiği sözde kanıtlar arasında fakirlere yardımda bulunmak (sadaka, zekât), kurban kesmek, öğrencilere burs vermek gibi aslında suç sayılmayan işlemler de var. Düşünebiliyor musunuz, zekât veren, kurban kesen teröristler…

Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptıklarının bir tür cadı-avı olduğunu kabul ediyor ve diyor ki “bunları bitirmek için ne gerekiyorsa yapacağız. Cadı avıysa cadı avı”. Bu sözlerden kavganın ne kadar şiddetli olduğunu anlayabiliyoruz. Yine bu sözlerden mücadelenin hiçbir hukuka sığmayacak yöntemlerle yapıldığını da anlıyoruz.

Belli ki Erdoğan ve çevresi Cemaat’i bitirmezse kendisinin biteceğini düşünüyor. Bunu anlayabilmek mümkündür. Siyasi kavgalar her zaman olur. Ancak silahsız bir grubu sırf siyasi rakibi olduğu için yok etmeye çalışmak aslında demokrasiyi ve hukuku yok etmek anlamına geliyor. Sistemde bu şekilde öyle bir delik açılıyor ki hukuk anlamını yitiriyor, demokrasi üzerinde duracağı en güçlü kaideyi kaybediyor.

Herkes şunu anlamalı, hiçbir suçu yokken komşunuzun şirketine el konuluyor ise yarın sizin de şirketinize el konulabilir.

Eğer bugün insanlar kurban derisi topladı diye, zekât verdi diye hapsedilebiliyor ise polisler bir sonraki Kurban Bayramı’nda sizin de kapınıza dayanabilirler.

İster sosyalist olun, isterseniz dindar; ister Kürt olun isterseniz Türk, eğer bu ülkede birinin hakkı yeniyorsa orada aslında hukuk bitiriliyor demektir ve bilin ki yarın sizin de hakkınız yenecektir.

Bu nedenle, hakkı yenen düşmanınız dahi olsa o hakkı korumak aslında kendi hakkınızı korumak demektir.
-------------------------