16 Mayıs 2016 Pazartesi

GÜVENLİK ÜZERİNE / Metin Gürcan

Acaba Türkiye’de güvenlik sektörü çalışanlarını diğer sektörlerden, örneğin bir bankacılık, eğitim veya sağlık sektörü çalışanlarından ayıran temel özellikler neler olabilir?  Güvenlik sektörü ne üretip toplumun ortak faydasına sunmakta? Türkiye’de güvenlik sektörünün öncelikli amacı acaba devleti ‘kötü’ kişilerden korumak mı, yoksa bireyi diğer ‘kötü’ devlet ve örgütlerden mi? Acaba bireyin mi devletin mi güvenliği önce gelir? Ne kadar güvenlik yeterlidir? Güvenliğin kim için ve ne kadar üretileceğine kim karar verir? Güvenlik sektöründekiler nasıl bir hizmet üretir? Bu üretilen hizmetin başarı kriterleri neler? Bu hizmetin kalite ve etkinliği nasıl ölçülebilir ve denetlenebilir? Acaba şu an PKK ve IŞİD ile mücadelede devlet güvenliği  için sahada ‘materyal tahkimat’ mı yoksa her bir ferdin güvenliği için ‘zihinsel tahkimat’ mı öncelikli? Birbirleri ile zıt gibi gözüken devlet güvenliği ile insan güvenliği arasındaki hassas denge Türkiye’nin özel şartlarını da dikkate alarak nasıl kurulabilir?

İşte bu sorular üzerine bir kaç yazı yazmak isterim çünkü son günlerde güvenlik dediğimiz kavramı günlük olarak kontrolsüz şekilde o kadar çok tüketiyoruz ki. Belki bu aşırı tüketim nedeniyle ‘güvenlik obezi’ olduk. Belki sıkı bir güvenlik diyetine ihtiyacımız var ama farkında bile değiliz çünkü biz hep şuna şartlandırıldık: ‘Daha çok güvenlik her zaman daha iyidir.’ Önce kavramsal bir giriş. Güvenlik dediğimiz kavram son yıllarda hem genişledi hem de derinleşti. Güvenlik genişledi çünkü artık salt askeri ve diğer hasım ülkelerden kaynaklanan ‘sert’ tehditler güvenliğin tanımı içine girmiyor. Sınır aşan kaçakçılık, organize suç örgütleri, yasadışı göçmenler, ağır bulaşıcı hastalıklar, deprem ve sel gibi doğal afetler, bankacılık ve finans sektörü, sınır güvenliği, siber alan, elektrik ve enerji gibi kritik alt yapılar, mega şehirlerde kentsel dönüşüm, terörü yöntem olarak kullanan devlet-dışı aktörler gibi eskiden pek de sadece askeri olarak tanımlanan geleneksel güvenlik tanımlarını epey bir genişletti. Türkiye’ye artık ne yazık ki ‘güvenlik’le güne ‘Merhaba’ diyoruz, gazetelerde güvenlik haberleri okuyor, TV’lerde güvenlik uzmanlarının ve stratejistlerin yorumlarını dinliyor, memleketin güneydoğusundaki kent çatışmalarındaki son durum, Suriye, Irak, IŞİD hakkında günlük olarak güncelleniyoruz. Akşam da güvenli şekilde şu güzel ülkenin ‘dükkanı kapatması için’ dua ederek yatağa gidiyoruz.

Güvenlik kavramı aynı zamanda derinleşti. Eskiden sadece ‘milli güvenlik’ yani ulus-devletin güvenliği güvenlik sektörüne şekil veren temel parametre idi. Güvenlik sektöründe her şey devletlerin güvenliği için tasarlanır, ‘milli güvenlik’ öne çıkardı. Ama şimdi ‘milli güvenliğin’ bir üstünde ‘küresel güvenlik’ bir altında ise ‘İNSAN güvenliği’ en az milli güvenlik kadar önem kazanmaya başladı. Örneğin küresel ısınma, aşırı karbon emisyonu, düzensiz ve eşitsiz gelir dağılımı, orta gelir tuzağı,  fakirlik, cahillik, büyük ekolojik afetler, bio çeşitlilik  kaybı, tatlı su kaynaklarının azalması, kitle imha silahlarının yayılması, tarihi eser ve yapıların korunması gibi doğrudan yer küreyi yani ‘dünya’ adını verdiğimiz o biricik mavi gezegenimizi tehdit eden doğal veya insan yapısı eylemler de güvenlikleştirilmeye başlandı. Hatta SARS, HIV ve domuz gribi gibi salgın hastalıklar ve belki de bir gün sağlık harcamalarının maddi açıdan en külfetli kalemleri olan kalp-damar hastalıkları, diabet, kanser, akciğer rahatsızlıkları da yakın gelecekte birer güvenlik tehdidi olarak görülecek. Artık belki de parfüm dükkanlarında karbon bazlı ürünlerin tercih edilmemesi, küresel ısınma, kitle imha silahlarının yıkıcı etkisi gibi konularda toplumsal farkındalık yaratmak isteyenler, kalp-damar hastalıkları, obezite gibi konularda fakındalık yaratmak isteyenler de güvenlik sektörünün birer çalışanı  kabul edilmeli. Bir de güvenlik kavramı içinde devlet-birey ilişkisinde bireylerin hem demokratik kazanımlarının artması hem de teknoloji-medya-internet vb. gibi küreselleşme asimetrik çarpanlarla devlet karşısında güç kazanması ve daha ‘talepçi’ olması nedeniyle ‘İNSAN GÜVENLİĞİ’ de önem kazanmaya başladı.

Yeni dönemdeki tehditler artık sadece milli güvenliği ve devleti değil, insanı ve yer küreyi de tehdit ediyor. Örneğin Suriye’deki IŞİD tehdidini düşünün. Hem başta Türkiye olmak üzere bölgedeki devletlerin güvenliği için, hem de Suriye’deki binlerce yıllık Palmira antik kenti ile diğer insanlık mirası tarihi eserleri yok ettiği için küresel güvenlik için ve en sonunda insanlar ve topluluklar arasında silahlı şiddet içeren dini ve mezhepsel çatışmalar yarattığı için insan güvenliği için de büyük tehdit. Veya devlet güvenliği, küresel güvenlik ve insan güvenliğinin kesişiminde olan bir başka örnek ise soyu tükenmekte olan Barış Güvercinlerinden biri olan Sayın Tahir Elçi’nin 28 Kasım 2015’de tarihi Dört Ayaklı Minarenin altında hayatını kaybetmesi. Tarihi mirasları ile tanınan tarihi Sur’da o gün küresel güvenlik, insan güvenliği ve devlet güvenliği kesişti. Ve biz devlet güvenliği ile o kadar meşguldük ki hem rahmetli Tahir Elçi’nin hem de uğruna hayatını kaybettiği Dört Ayaklı Minarenin güvenliğini ıskaladık.  Bunun da bedelini Tahir Elçi’yi kaybederek ödedik. Tahir Elçi örneği gösteriyor ki devlet güvenliği ile meşgul olunca insan ve küresel güvenlik ne yazık ki ıskalanabiliyor.

Temmuz ayı sonundan beri PKK ile mücadeleyi ve Türkiye’yi esir alan şiddet kapanını düşünün. Çatışma bölgelerinde yaşayan tam 1.2 milyon kişiyi doğrudan etkileyen çatışmalarda hala sayıları binlerle ifade edilen öğrenci okullarına gidemiyor. Bir yandan çatışmalar devam ederken diğer yandan çatışma sonrası yeniden inşaya geçilmesi gerekiyor. İnsan güvenliği ile devlet güvenliğinin kesiştiği çatışmalarda Ankara merkeziyetçi bir tutumla önceliği devlet güvenliğini sağlamaya ve kamu düzenini tesise vermiş görünüyor. Önce çatışma bölgelerinde devletin güvenliği sağlanacak ve kamu düzenini tesis edilecek, sonra yaralar sarılacak, kalp ve beyinlerdeki yıkım tamir edilecek, sosyo-ekonomik rehabilitasyon projeleri ile  insan güvenliğine odaklanılacak. Peki ‘önce devlet sonra insan güvenliği’ anlayışı ne kadar doğru? Acaba aynı anda hem devlet hem de insanın güvenliği sağlanabilir mi, yoksa birini önceliklendirirken diğerinden vazgeçmek kaçınılmaz bir sonuç mu? Peki birini sağlarken diğerinden verdiğiniz tavizler daha sonra ne kadar telafi edilebilir?

Bazıları ‘Ama’ diyebilir ve sorabilir: ‘GIunni Türke ve Irak’ta olanları? devlet güvenliği ile meşgul olunca insan ve küresel güvenlik ne yazık ki ıskalanabiliyor.e ve Iörmüyor musun Suriye’de ve Irak’ta olanları? Bu millet devletsiz yaşayamaz. Dünyada devletsiz kalan Türklerin başına gelenler birer ibret vesikası. Küresel güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin devlet ile milleti ayırmaya ve hatta devleti bölmeye çalıştığı şu günlerde 2’nci Kurtuluş Savaşı verilirken insan güvenliği mi? Türkiye’de bir İslam’la-gavurun, Türk’le-küreselin varoluşsal mücadelesi yaşanırken çoğunluğun ve devletin güvenliği için bir kaç yüz (belki ileride bin, belki de on bin, peki yüz bin?) insan feda edilebilir.’  yukarıdaki bu cümleler eminim ilk bakışta pek çoğunuz için çok tutarlı geliyor. Hele Suriye ve Irak örnekleri hemen önünüzde ise.

Şu an ben Türkiye’nin derin bir devlet güvenliği-insan güvenliği ikilemi yaşadığını düşünüyorum. Acaba Türkiye devlet güvenliğini mi yoksa insan güvenliğini mi önceliklendirmeli? Hayat basit. Bir insanı bir şeyi yaptırmayı veya yaptığı bir şeyden vazgeçirmeyi üç şeyle sağlarsınız. Ya ona kaba güçle (zorlayıcı güç) tehdit eder (belki de uygular) ya da onu ikna eder (erdemli güç) ya da ona para verir iradesini bir süreliğine kiralarsınız. 

İşte devlet güvenliği zorlayıcı güçle ‘itaat’, insan güvenliği ise erdemli güçle ‘rıza’ üretmek için yapılır. Devlet güvenliği sert güçle caydırır, caydıramadıklarını cezalandırır, bu sayede herkes için  ibret alınası dersler çıkartır. İnsan güvenliğinde ise temel amaç ise insan hayatının kutsallığı ve evrensel insan hakları ilkeleri üzerinden üretilecek meşruiyettir. İnsan güvenliğinde korku yaratmak ve zorlayarak davranış değişikliğinde bulunmak yerine kalplerde (duygusal boyutta) bir dert ortaklığı ve ortak gelecek ideali, beyinlerde (bilişsel boyutta) ise her konuda ortak çıkar birlikteliği yaratmak esastır. Bu nedenle insani önceliklendiren güvenlik tasarımında merkeze insan ve hayatın kutsallığı konur. İnsan güvenliğinde devlet kalplerde ve zihinlerde daha çok meşruiyet için daha çok rıza üretmek zorunda olduğundan buyurgan bir dilden ziyade ‘ikna dili’ kullanılarak insanlar ortak iyiye ve ortam erdeme çağırılır. 

Acaba Türkiye devlet güvenliği-insan güvenliği ikilemini nasıl aşabilir? Acaba devlet güvenliği için sert güç vasıta/yöntemleri ile devletin yüksek menfaatlerini ve tek çakıl taşını korumak için sahada fiziksel tahkimata mı önem vermeli yoksa son çatışmaların bir kısım vatandaşın zihinlerinde yarattığı kopuşu önlemek için duygusal ve bilişsel tahkimata mı önem vermeli?  Şimdi Ankara çatışma alanlarının yeniden inşasında her sokağa tahkimli güvenlik merkezleri kuracak ama acaba sahadaki tahkimat mı daha önemli yoksa zihinlerdeki tahkimat mı? Devlet öncelikle sahadaki bölücülerle mi mücadele etmeli yoksa ‘zihinsel bölücülükle’ mi? İşte çatışma sonrası yeniden inşa sürecinde devlet güvenliği-insan güvenliği ikilemi ve Ankara’nın bu ikilemde öncelikli tercihini hangisinden yana kullanacağı kritik önemde. Umarım yazımın başındaki önemli soruların cevaplarına Ankara’da kafa yoruluyordur.