GÜVENLİK ÜZERİNE / Metin Gürcan
Acaba Türkiye’de güvenlik sektörü çalışanlarını diğer
sektörlerden, örneğin bir bankacılık, eğitim veya sağlık sektörü
çalışanlarından ayıran temel özellikler neler olabilir? Güvenlik
sektörü ne üretip toplumun ortak faydasına sunmakta? Türkiye’de güvenlik
sektörünün öncelikli amacı acaba devleti ‘kötü’ kişilerden korumak mı,
yoksa bireyi diğer ‘kötü’ devlet ve örgütlerden mi? Acaba bireyin mi
devletin mi güvenliği önce gelir? Ne kadar güvenlik yeterlidir?
Güvenliğin kim için ve ne kadar üretileceğine kim karar verir? Güvenlik
sektöründekiler nasıl bir hizmet üretir? Bu üretilen hizmetin başarı
kriterleri neler? Bu hizmetin kalite ve etkinliği nasıl ölçülebilir ve
denetlenebilir? Acaba şu an PKK ve IŞİD ile mücadelede devlet güvenliği
için sahada ‘materyal tahkimat’ mı yoksa her bir ferdin güvenliği için ‘zihinsel tahkimat’
mı öncelikli? Birbirleri ile zıt gibi gözüken devlet güvenliği ile
insan güvenliği arasındaki hassas denge Türkiye’nin özel şartlarını da
dikkate alarak nasıl kurulabilir?
İşte bu sorular üzerine bir kaç yazı yazmak isterim çünkü son
günlerde güvenlik dediğimiz kavramı günlük olarak kontrolsüz şekilde o
kadar çok tüketiyoruz ki. Belki bu aşırı tüketim nedeniyle ‘güvenlik obezi’
olduk. Belki sıkı bir güvenlik diyetine ihtiyacımız var ama farkında
bile değiliz çünkü biz hep şuna şartlandırıldık: ‘Daha çok güvenlik her
zaman daha iyidir.’ Önce kavramsal bir giriş. Güvenlik dediğimiz kavram
son yıllarda hem genişledi hem de derinleşti. Güvenlik genişledi çünkü
artık salt askeri ve diğer hasım ülkelerden kaynaklanan ‘sert’ tehditler
güvenliğin tanımı içine girmiyor. Sınır aşan kaçakçılık, organize suç
örgütleri, yasadışı göçmenler, ağır bulaşıcı hastalıklar, deprem ve sel
gibi doğal afetler, bankacılık ve finans sektörü, sınır güvenliği, siber
alan, elektrik ve enerji gibi kritik alt yapılar, mega şehirlerde
kentsel dönüşüm, terörü yöntem olarak kullanan devlet-dışı aktörler gibi
eskiden pek de sadece askeri olarak tanımlanan geleneksel güvenlik
tanımlarını epey bir genişletti. Türkiye’ye artık ne yazık ki
‘güvenlik’le güne ‘Merhaba’ diyoruz, gazetelerde güvenlik haberleri
okuyor, TV’lerde güvenlik uzmanlarının ve stratejistlerin yorumlarını
dinliyor, memleketin güneydoğusundaki kent çatışmalarındaki son durum,
Suriye, Irak, IŞİD hakkında günlük olarak güncelleniyoruz. Akşam da
güvenli şekilde şu güzel ülkenin ‘dükkanı kapatması için’ dua ederek
yatağa gidiyoruz.
Güvenlik kavramı aynı zamanda derinleşti. Eskiden sadece ‘milli
güvenlik’ yani ulus-devletin güvenliği güvenlik sektörüne şekil veren
temel parametre idi. Güvenlik sektöründe her şey devletlerin güvenliği
için tasarlanır, ‘milli güvenlik’ öne çıkardı. Ama şimdi ‘milli
güvenliğin’ bir üstünde ‘küresel güvenlik’ bir altında ise ‘İNSAN
güvenliği’ en az milli güvenlik kadar önem kazanmaya başladı. Örneğin
küresel ısınma, aşırı karbon emisyonu, düzensiz ve eşitsiz gelir
dağılımı, orta gelir tuzağı, fakirlik, cahillik, büyük ekolojik
afetler, bio çeşitlilik kaybı, tatlı su kaynaklarının azalması, kitle
imha silahlarının yayılması, tarihi eser ve yapıların korunması gibi
doğrudan yer küreyi yani ‘dünya’ adını verdiğimiz o biricik mavi
gezegenimizi tehdit eden doğal veya insan yapısı eylemler de
güvenlikleştirilmeye başlandı. Hatta SARS, HIV ve domuz gribi gibi
salgın hastalıklar ve belki de bir gün sağlık harcamalarının maddi
açıdan en külfetli kalemleri olan kalp-damar hastalıkları, diabet,
kanser, akciğer rahatsızlıkları da yakın gelecekte birer güvenlik
tehdidi olarak görülecek. Artık belki de parfüm dükkanlarında karbon
bazlı ürünlerin tercih edilmemesi, küresel ısınma, kitle imha
silahlarının yıkıcı etkisi gibi konularda toplumsal farkındalık yaratmak
isteyenler, kalp-damar hastalıkları, obezite gibi konularda fakındalık
yaratmak isteyenler de güvenlik sektörünün birer çalışanı kabul
edilmeli. Bir de güvenlik kavramı içinde devlet-birey ilişkisinde
bireylerin hem demokratik kazanımlarının artması hem de
teknoloji-medya-internet vb. gibi küreselleşme asimetrik çarpanlarla
devlet karşısında güç kazanması ve daha ‘talepçi’ olması nedeniyle
‘İNSAN GÜVENLİĞİ’ de önem kazanmaya başladı.
Yeni dönemdeki tehditler artık sadece milli güvenliği ve devleti
değil, insanı ve yer küreyi de tehdit ediyor. Örneğin Suriye’deki IŞİD
tehdidini düşünün. Hem başta Türkiye olmak üzere bölgedeki devletlerin
güvenliği için, hem de Suriye’deki binlerce yıllık Palmira antik kenti
ile diğer insanlık mirası tarihi eserleri yok ettiği için küresel
güvenlik için ve en sonunda insanlar ve topluluklar arasında silahlı
şiddet içeren dini ve mezhepsel çatışmalar yarattığı için insan
güvenliği için de büyük tehdit. Veya devlet güvenliği, küresel güvenlik
ve insan güvenliğinin kesişiminde olan bir başka örnek ise soyu
tükenmekte olan Barış Güvercinlerinden biri olan Sayın Tahir Elçi’nin 28
Kasım 2015’de tarihi Dört Ayaklı Minarenin altında hayatını kaybetmesi.
Tarihi mirasları ile tanınan tarihi Sur’da o gün küresel güvenlik,
insan güvenliği ve devlet güvenliği kesişti. Ve biz devlet güvenliği ile
o kadar meşguldük ki hem rahmetli Tahir Elçi’nin hem de uğruna hayatını
kaybettiği Dört Ayaklı Minarenin güvenliğini ıskaladık. Bunun da
bedelini Tahir Elçi’yi kaybederek ödedik. Tahir Elçi örneği gösteriyor
ki devlet güvenliği ile meşgul olunca insan ve küresel güvenlik ne yazık
ki ıskalanabiliyor.
Temmuz ayı sonundan beri PKK ile mücadeleyi ve Türkiye’yi esir alan
şiddet kapanını düşünün. Çatışma bölgelerinde yaşayan tam 1.2 milyon
kişiyi doğrudan etkileyen çatışmalarda hala sayıları binlerle ifade
edilen öğrenci okullarına gidemiyor. Bir yandan çatışmalar devam ederken
diğer yandan çatışma sonrası yeniden inşaya geçilmesi gerekiyor. İnsan
güvenliği ile devlet güvenliğinin kesiştiği çatışmalarda Ankara
merkeziyetçi bir tutumla önceliği devlet güvenliğini sağlamaya ve kamu
düzenini tesise vermiş görünüyor. Önce çatışma bölgelerinde devletin
güvenliği sağlanacak ve kamu düzenini tesis edilecek, sonra yaralar
sarılacak, kalp ve beyinlerdeki yıkım tamir edilecek, sosyo-ekonomik
rehabilitasyon projeleri ile insan güvenliğine odaklanılacak. Peki
‘önce devlet sonra insan güvenliği’ anlayışı ne kadar doğru? Acaba aynı
anda hem devlet hem de insanın güvenliği sağlanabilir mi, yoksa birini
önceliklendirirken diğerinden vazgeçmek kaçınılmaz bir sonuç mu? Peki
birini sağlarken diğerinden verdiğiniz tavizler daha sonra ne kadar
telafi edilebilir?
Bazıları ‘Ama’ diyebilir ve sorabilir: ‘GIunni Türke ve Irak’ta
olanları? devlet güvenliği ile meşgul olunca insan ve küresel güvenlik
ne yazık ki ıskalanabiliyor.e ve Iörmüyor musun Suriye’de ve Irak’ta
olanları? Bu millet devletsiz yaşayamaz. Dünyada devletsiz kalan
Türklerin başına gelenler birer ibret vesikası. Küresel güçlerin ve
yerli işbirlikçilerinin devlet ile milleti ayırmaya ve hatta devleti
bölmeye çalıştığı şu günlerde 2’nci Kurtuluş Savaşı verilirken insan
güvenliği mi? Türkiye’de bir İslam’la-gavurun, Türk’le-küreselin
varoluşsal mücadelesi yaşanırken çoğunluğun ve devletin güvenliği için
bir kaç yüz (belki ileride bin, belki de on bin, peki yüz bin?) insan
feda edilebilir.’ yukarıdaki bu cümleler eminim ilk bakışta pek
çoğunuz için çok tutarlı geliyor. Hele Suriye ve Irak örnekleri hemen
önünüzde ise.
Şu an ben Türkiye’nin derin bir devlet güvenliği-insan güvenliği
ikilemi yaşadığını düşünüyorum. Acaba Türkiye devlet güvenliğini mi
yoksa insan güvenliğini mi önceliklendirmeli? Hayat basit. Bir insanı
bir şeyi yaptırmayı veya yaptığı bir şeyden vazgeçirmeyi üç şeyle
sağlarsınız. Ya ona kaba güçle (zorlayıcı güç) tehdit eder (belki de
uygular) ya da onu ikna eder (erdemli güç) ya da ona para verir
iradesini bir süreliğine kiralarsınız.
İşte devlet güvenliği zorlayıcı güçle ‘itaat’, insan güvenliği ise erdemli güçle ‘rıza’ üretmek için yapılır.
Devlet güvenliği sert güçle caydırır, caydıramadıklarını cezalandırır,
bu sayede herkes için ibret alınası dersler çıkartır. İnsan
güvenliğinde ise temel amaç ise insan hayatının kutsallığı ve evrensel
insan hakları ilkeleri üzerinden üretilecek meşruiyettir. İnsan
güvenliğinde korku yaratmak ve zorlayarak davranış değişikliğinde
bulunmak yerine kalplerde (duygusal boyutta) bir dert ortaklığı ve ortak
gelecek ideali, beyinlerde (bilişsel boyutta) ise her konuda ortak
çıkar birlikteliği yaratmak esastır. Bu nedenle insani önceliklendiren
güvenlik tasarımında merkeze insan ve hayatın kutsallığı konur. İnsan
güvenliğinde devlet kalplerde ve zihinlerde daha çok meşruiyet için
daha çok rıza üretmek zorunda olduğundan buyurgan bir dilden ziyade
‘ikna dili’ kullanılarak insanlar ortak iyiye ve ortam erdeme çağırılır.
Acaba Türkiye devlet güvenliği-insan güvenliği ikilemini nasıl
aşabilir? Acaba devlet güvenliği için sert güç vasıta/yöntemleri ile
devletin yüksek menfaatlerini ve tek çakıl taşını korumak için sahada
fiziksel tahkimata mı önem vermeli yoksa son çatışmaların bir kısım
vatandaşın zihinlerinde yarattığı kopuşu önlemek için duygusal ve
bilişsel tahkimata mı önem vermeli? Şimdi Ankara çatışma alanlarının
yeniden inşasında her sokağa tahkimli güvenlik merkezleri kuracak ama
acaba sahadaki tahkimat mı daha önemli yoksa zihinlerdeki tahkimat mı? Devlet öncelikle sahadaki bölücülerle mi mücadele etmeli yoksa ‘zihinsel bölücülükle’ mi? İşte
çatışma sonrası yeniden inşa sürecinde devlet güvenliği-insan güvenliği
ikilemi ve Ankara’nın bu ikilemde öncelikli tercihini hangisinden yana
kullanacağı kritik önemde. Umarım yazımın başındaki önemli soruların
cevaplarına Ankara’da kafa yoruluyordur.