23 Mayıs 2016 Pazartesi

Darbe plânları yasal mevzuata uygundur! / NAMIK ÇINAR

Değerli dostlarım!
        
Bükemediği eli şimdilerde öperek telâfi etmeye çalışan Doğan Medya Grubu’nun, dönemin güçlülerine yaranmak için “baş algı operatörü” olarak atadığı Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın, kendisine veTaraf’a fütursuzca attığı, dolayısıyla da bir vakitler orada bu konularda yazılar yazmış benim gibi yazarlara da sıçrattığı çamurlara, Ahmet Altan’ın şamar gibi cevap verdiği yazı dizisini umarım okuyorsunuzdur.

         Ben size kolaylık olsun diye, makalemin sonuna o beş yazıyı sırasıyla ekledim.

         Ancak yazı dizisi devam ediyor; sürdürmesi de sizden!

         Ahmet Altan’ın anlattığına benzer şeyleri, kendi çevrem bakımından ben de sürekli yaşadım, durdum.

         Örneğin bana karşı da ne utanmazca tavır koyanlar oldu ve halâ da sürüyor.

         Kendi bilecekleri iş; ben öylelerine sadece acıyorum.

         Çünkü neler yazdığımı okumadan, tıpkı kara kalabalıkların yaptığı gibi, yalnızca şartlanmışlıklarının ve propagandaların peşinden koşuyorlar.

         Üç sene önceki bir yazımda, “Zikir ayininin transa geçmiş müritleri gibi, doğrusu nedir, araştırmaya gerek bile duymadan, linç kültürünün vantuzlarına yakalanmış sanki burada herkes” dahi demişim, kim bilir kaçıncı kez!

Ahmet Altan’ın sözünü ettiği tarihlerde, ben de albay Dursun Çiçek’i savunan yazılar yazmışım meselâ.

Onu, oldum olası darbeye meraklı kimi paşaların nasıl kullandıklarını anlatmışım.

Şu ironiye bakın ki, ordudaki gerçekleri yazdığım için, o tür generallerden çok, onların ömür boyu horlayıp aşağıladığı, başta kendi devre arkadaşlarım olmak üzere, çoğu subay bana düşman kesildiler.

Peki ne demiştim ben?

Bundan beş sene önce, Temmuz 2011 tarihli bir yazımda, “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı”nı tek başına yaptığı formülünü bulmak suretiyle dönemin paşaları tarafından yalnız bırakılarak ateşe atılmak istenen albay Dursun Çiçek’le ilgili olarak, “yalnız mıydı” sorusunu sormuş ve şu hatıramı anlatmıştım:

“Kuleli’de okurken “Balta” lakaplı bir fizik hocamız vardı.

Sorularını, sınav yapacağı esnada, kitabın rastgele yerlerinden seçerek yazdırmayı huy edinmişti.

Suallerini hiçbir yere kaydetmezdi.

Biz de bunu bilirdik.

Sene sonuna doğru, artık geçip-kalma arifesindeyken, sınıfça kopya çekmeye karar vermiştik.

O, her zamanki gibi, soruları kitaptaki problemlerden rastgele seçerek yazdırdığını sanacak; bizse hep birlikte önceden kararlaştırıp ezberlediğimiz soruları yazarak ihtiyacımız olan notlar kadarlık cevaplar verecektik; böylece herkes mutlu olacaktı.

Sınav günü her şey tıkırında giderken, hoca birden yazdırdığı problemin satırını kaybetmiş olmalı ki, nerede kaldığını hatırlamak için önlerde oturan bir arkadaşımızın kâğıdına bakacağı tuttu.

Baktı… Baktı…Önce bir anlam veremedi.

Yazdırdıklarını o kadar kısa zamanda unutacak değildi ya!

Gördüklerinin söyledikleriyle alâkası yoktu.

Nihayet sezgileri gerçeğe dönüştü ve “utanmadan kopya mı çekiyorsun” diyerek o arkadaşa bir güzel girişmeye başladı.

Allah’tan, bir başka arkadaşımız hocanın nerede kaldığını aklında tutabilmiş, ayağa fırlayıp kendisine o satırı hatırlatarak vaziyeti kurtarmış, böylece dayak yiyen arkadaş hariç hepimiz kopyaya devam etmiştik.

Komik olan, hocanın, kopya çeken arkadaşın bunu tek başına yaptığını sanıyor olması idi.

Oysa sınıftan ayrı olarak, bir kişinin farklı sorular ve cevaplar hazırlamasının tek başına ne anlamı olabilirdi ki?

Balta bunu düşünememişti.”

İşte ben de, darbeci generallerin aynı şekilde kendilerini kurtarmak için albayDursun Çiçek’i yalnız bırakarak, suçu kendi başına işlediğine bizi inandırmak suretiyle tüm topluma “balta” muamelesi yaptıklarını göstermeye çalışmıştım.

Çünkü ordudaki her şeyi orgeneraller yapardı.

Onlardan habersiz hiçbir şey olamazdı.

Koğuşlardaki ranzaların arasındaki mesafenin kaç santim olacağını bile onlar belirlerdi.

Ve yine “hükümet aleyhine kara propaganda yapılan Genelkurmay internet sitelerinde hukuka aykırı kullanımların sorumlusu o sitelerin yöneticisidir, yani albay Dursun Çiçek’tir” suçlamalarına da itiraz etmiş;

“Hayır, değildir!

Karargâh subayları komutan namına hareket ederler.

Eylemlerindeki sorumluluk tamamen komutana aittir.

Çünkü askerlikte yapılan ve yapılmayan her şeyden ancak komutan sorumludur.

Bu sorumluluklar, astlara devir veya ciro edilemez” demiştim.

Gene dört sene önceki, Ekim 2012 tarihli “Silivri’den Mektup Var” başlıklı yazımda, bana uzunca bir mektup gönderen albay Dursun Çiçek’in “masumiyetini haykırarak uçan kuştan bile medet umar bir noktaya gelmiş olduğunu görüp de etkilenmemenin ve üzülmemenin mümkün olmadığını” söylemiş, “bu davalara endekslenmesi yüzünden, şu mahut militarizm sorunundan sıyrılıp da demokratik bir düzlüğe çıkamayacağımızın kaygısını ta başından beri taşıdığımı” da eklemiştim.

Hukukun hiçbir zaman doğru dürüst işlemediği bu ülkede, bu davalar benim için üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekten başka bir şey sayılmazlardı.

“Kaçınılmazlığına inandığım köklü ordu reformlarının, yargı oyunlarına kurban gitmesine daima karşı çıkıyorum” diye yazdım.

“Hiçbir şey, sistemi değiştirmekten daha önemli değildir benim için.

Ko varsın, bunun yerine reformlar yapılsaydı, sonuçları topluma ve Silahlı Kuvvetlere yansısaydı da, darbeciliği bir matah sananlar insan içine çıkamaz olsalardı, daha iyiydi”, dedim.

“Ne ki bunların hiç biri yapılmadı.

Televizyonlarda ve gazete köşelerinde sadece çan-çan çene çalındı, o kadar!

Darbelerin halk iradesine karşı işlenmiş ihanetler olduğu duygusunu hâkim kılacak sosyolojik bir iklim, yalnızca politik retoriklerle değil yasalarla da yaratılabilseydi, bu işlerin asıl tezgâhçıları saydığım üst generallere sadakat, belki de hakikaten masum olan albay Dursun Çiçek gibilerin sırtına binmez, cezalandırılmayı göze alacakları dayanışmalara da itilmezlerdi.

Ah o büyük karargâhlardaki duvarların dili olsa da konuşsa!

Oralarda görev yapan subaylar, anlatabilseler her şeyi!”

Dört sene önce yazdım ben bunları; dört, dört!

Ama ne fayda!

“Benim açımdan albay Dursun Çiçek gibiler, darbe düzenleyicilikler bakımından zurnanın son deliğidirler.”

Ayrıca mahkemelere de dedim ki;

“Eğer albay Dursun Çiçek’i suçladığınız, iddianamenizin “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı” mahiyetindeki “Harekât Emri” bu ise, altındaki imza yaş mıydı kuru muydu diye hiç kendinizi yormayın!

Çünkü böyle bir Harekât Emri olmaz, olamaz!

Askerler, talimname kavramları dururken “koordine” yerine “senkronize” gibi su balesi diliyle konuşmazlar; “irticaî unsurlar” demek varken, “irticacılar” demezler!

Ast birliklere görevler tevdi etmeyen bir “icra” maddesi de olamaz!

Harekât Emri’ni müteharrik kılan, ona can veren, ast birliklerin görevlerini ihtiva eden bu “icra” maddesidir.

Başka türlüsü işin tabiatına aykırıdır.”

Kavramlarına kadar böylesine didik didik ettim.

“Ve gene, “idari ve lojistik hususlar” ile “komuta ve muhabere” maddelerini içermeyen bir harekât emri de olamaz!

Böyle bir metinle, Harp Okulu’ndan  ve Harp Akademisi’nden Dursun Çiçek gibi, değil subay ve kurmay olmak, adamı onbaşı bile çıkarmazlar.

Bu kafayla gidilirse, korkarım o mahkemeler asıl suçluların ve askeri vesayetin aklanmasıyla sonuçlanacaktır.”

Bunlar bugünün değil, dört sene öncesinin fikirleriydi de, öyle yazdım.

Ama kimi soysuzlar, yazılarımı okumak yerine o süreçler boyunca bana sövmeyi yeğlediler.

Esasen benim başından beri ısrarla üzerinde durduğum husus, gerek Silivri davalarında, gerekse askeri vesayete yol açan hukuksal mevzularda, doğru bilgiler edinilmediği için teşhislerin de boyuna yanlış yapılmış olduklarıdır.

Türkiye’de açık veya örtülü, ama tekrardan şekillendiği muhakkak olan iktidar-ordu koalisyonunu sezinleyen algı operatörü Ahmet Hakan’ın, Balyoz ve Ergenekon davalarını her iki tarafa da yaranacak bir dengede tutarak yeniden gündem yaptığı şu sıralar, Mehmet Baransu da bir dizi yazı kaleme almıştı.

Mehmet Baransu’nun Haberdar’da yayınlanan o son yazılarında, özellikle vurguladığı bir şey vardı.

Balyoz davasında nihai olarak tüm sanıkları beraat ettiren mahkeme, karar gerekçesini, senelerdir kamuoyunu sallayan ve sallamaya devam eden “kumpas”söylencelerine değil, işlenen fiillerin yasal mevzuata uygunluklarına dayandırmıştı.

Baransu, haklı olarak herkesin dikkatini bu gelişmeye çekmeye çabalıyordu ama ben zaten bunu senelerdir söyleyip durmamış mıydım?

Bu konularda sayısız yazı yazdım ama örneğin üç sene önce, Ağustos 2013 tarihli“Darbe Plânları Yasal Mevzuata Uygundur” başlıklı yazımda;

“Evet!

Siyasal yönetime el koymak için müdahale plânları yapmak, tabii ki suçtur.

Ama İngiltere’de olursa…

Fransa’da olursa…

Almanya’da olursa…

Türkiye’de değil!

Uzun yıllar sayısız darbe gerçekleştirmiş bir ordunun, kendi yaptıklarına yasal kılıf düşünmeyerek meşruiyet kazandırmayacağı mantıklı geliyor mu size?

Darbecilerin önem verdiği yasaların başında “Sıkıyönetim Kanunu” gelir.

Her dönemin darbecilerinin ilk olarak ele aldıkları kanun, bu kanun olmuştur.

Ellerinin altındaki en esaslı enstrümanın bu olduğunu tecrübe ederek görmüşler ve ona göre geliştirmişlerdir.

İlkin 12 Mart’ta bütünüyle, 12 Eylül’de de ihtiyaçları nispetinde güncelleştirerek, parlamentoya yeniden düzenletmişlerdir.

Böylece Sıkıyönetim Kanunu, hükümetin ihtiyaç duyması hâlinde ordudan yararlanmanın değil, toplumu yönetme işlevinin sivil iktidardan doğrudan doğruya orduya geçtiği “askeri bir rejim”in mevzuatı olup çıkmıştır.

Darbe yapan generaller, ülkeyi bu kanunda ne yazıyorsa ona göre idare etmişlerdir.

Çünkü bu kanunda lâzım gelen her şey vardır.

Bu kanun zannedildiği gibi sadece sıkıyönetim ilân edildiğinde değil, her zaman, örneğin şu anda da işlevseldir.

Meselâ kanunun 8.maddesinde “sıkıyönetim ilânı ile beraber sıkıyönetim karargâhı kurulur” deniyor ise de, hemen ardından “sıkıyönetim komutanlığı kadroları, Genelkurmay Başkanlığınca ÖNCEDEN HAZIRLANIR” hükmü getirilerek, kanuna sürekli bir hayatiyet ve kesintisiz bir yürürlülük kazandırılmıştır.

Sıkıyönetim komutanı ve yardımcı generallerin kimler olacağı hariç, sıkıyönetim karargâhının merkezi unsurları Genelkurmay bünyesinde normal zamanlarda da faaliyetlerini sürdürmekte, sıkıyönetimin ilânıyla birlikte yerine getirilecek 3.maddedeki tüm görevler için plânlarını ve hazırlıklarını şimdiden ve devamlı surette yapmaktadırlar.

3.maddede sayılan görev ve yetkiler ise, Batı Çalışma Grubu’nda yahut Balyoz seminerinde hangi hususlar ele alınmışsa, bütün o meseleleri kapsayan bir mahiyet taşırlar ve hepsi de yasaldır.

Genel güvenlik, asayiş, kamu düzenini korumak ve sağlamakla görevli oldukları hasebiyle, konutları, dernekleri, siyasi partileri; okul, sendika, kulüp, yani her yeri ve her şeyi; yasaklamak, önlemek, önleyici tedbirler almak; sakıncalı görülenleri görevden uzaklaştırmak, yerlerine dilediklerini atamak; sonuç olarak her meselenin iki dudağın ucunda olduğu bir düzen tesis etmek gibi yetkilerle donatılmışlardır.”

Askerlerin çoğu bu yasal dayanakları bilmez.

Onlar, aldıkları emirlerle hareket ederler.

Kahir ekseriyeti sıkıyönetim kanununun kapağını bile açmamıştır.

Teamül neyse, pusulaları odur.
Darbe davaları yoluyla bu ilişkiler siyasetin rövanş araçlarına dönüşünce, ilkin şaşaladılar ve korktular; yapılanların akla ziyan olduğunun ayırtına vararak yalan söylemeye başladılar.

Neyse ki geçen zaman zarfında, bir sürü savruluşlardan sonra, bu konuların içinden nasıl çıkılacağına formül arayan sonuncu mahkeme, nihayet çözümü buldu ve işlenen suçların meğerse suç olmadıkları gibi komik bir ahvali keşfetti.

Gerçekten de, çağdaş bir toplumda suç olacak şeyler, burada normaldi.

Kanunlar, hemen her konuda demokrasiye aykırıydı.

Ve bütün mevzuat darbe süreçlerinde inşa edildiği için, bu ülkede yenen her türlü herzeden istisnasız tüm toplum sorumluydu.

On dört senedir iktidarda olan AKP, önce bağcıyı dövmeyi kafaya koymuşken, sonrasında işine öylesi geldiği için bundan da kıvırarak sıyrılmayı becerdi, kusurlarını hep yaptığı gibi başkalarının üzerine attı ve diğer her şeyi nasıl cılk yara yaptıysa, bu sorunu da katmerleştirdi.

Bugünlerde bakıyorum da, kurtuluşu halâ orduda gören bilinçsizler, saklandıkları çalılıklardan kafalarını tekrar çıkarmaya başlamış gözüküyorlar.

Eğer ülke, bugünlerini dahi arar bir noktaya gelirse, tabii ki çok üzüleceğim.

Ama uyarılarını yapmış yurtsever bir demokrat olarak, sorumlulardan olmayacağım.