7 Haziran 2010 Pazartesi

Yaslı hayatlar / Erdal Şen

‘Darbelerin anası’, yarım asrı geride bıraktı. Darbe mağdurlarının çocukları içinse o günler daha dün gibi taze. Uzun yıllar baskı altına aldıkları hislerini artık saklamıyorlar. İşte yaslı anılar...

‘Genç mekteplilerimiz üzerinde bir zamandan beri teşkilatlı ve hesaplı surette yapılmakta olan tahrikler, artık meş’um neticelerini göstermektedir… Memleket bir yalan selinde, dedikodu ve şayiaların tufanında boğulmak istenmektedir… Yalan dolanla işi elde etmek mümkün olursa, ayak patırtısı millet iradesinin üstüne çıkacak olursa, bir milletin hâli bir memleketin hâli perişan olur… Bugün üçüncü gündür ki yer altında hazırlananlar, meydanlarda, sokaklarda hareket hâline çıkmıştır.”

Dönemin başvekili Adnan Menderes, takvimler 28-29 Nisan 1960’ı gösterdiğinde arka arkaya radyoya çıkarak işte bu sözleri söylüyordu. Adım adım darbenin yoluna taşların döşendiği günlerden geçilmekteydi. İstanbul ve Ankara üniversiteleri önünde çıkan olaylarla darbenin fitili ateşlenmişti. Memleketin genelindeki sükûn hâline karşılık, Kızılay ve Beyazıt meydanları karışıktı. Üniversite öğrencileri üzerinden çıkartılan suni gerilim, geri sayımı başlattı. O günlerde Menderes’in binlerce üniversite öğrencisini kıyma makinelerinde kıydırdığı iftirası dahi atılıyor, ‘diktatör’ olarak itham edilen Başvekil’den ülkeyi kurtaracak bir ‘kurtarıcı’ için zemin hazırlanıyordu. Cuntanın 27 Mayıs’ta iktidarı devirmesi ertesi günkü kimi gazetelere ‘hürriyet geldi’ şeklinde yansıyacaktı.

Yassıada’da oluşturulan ve ilk çalışmasına 14 Ekim 1960’ta başlayan Yüksek Adalet Divanı’nda gerçekleştirilen yargılamalar 11 ay sürdü. 592 sanıktan 228’i için savcı idam istedi. İlk dava Afgan kralının Celal Bayar’a hediye ettiği köpeğin hayvanat bahçesine satışıyla ilgili Köpek Davası’ydı. Adnan Menderes’in ilk yargılandığı dava ise Bebek Davası oldu. Ardından 17 dava daha açıldı: 6 -7 Eylül Olayları, Vinileks Şirketi, Dolandırıcılık, Arsa, Ali İpar, Değirmen, Barbara, Örtülü Ödenek, Radyo, Topkapı Olayları, Çanakkale Olayı, Kayseri Olayı, Demokrat İzmir, Üniversite Olayları, İstimlak, Vatan Cephesi, Anayasa’nın İhlali. En uzun süreni Anayasayı İhlal Davası idi. DP’lilerin hepsi anayasayı ihlalden sorumlu tutuluyordu. 50 yıl önce demokrasinin bağrına hançer gibi saplanan ve Türkiye’yi ‘sürekli darbe sendromu’ içine iten darbelerin anası 27 Mayıs’tan sonra Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı idama götüren dava da buydu. Türkiye’de bir ‘diktatörlük rejimi’ kurulduğu iddia ediliyordu.

Neticede 15 ay boyunca Yassıada’da horlanmaları ve çektikleri eziyet bir yana üç isim demokrasi şehidi oldu. Yüzlerce milletvekili, asker ve sivil bürokrat da hapislere tıkılmak suretiyle cezalandırıldı. Türk siyaset tarihinin ‘yaslı dönemi’ olan ‘Yassıada dramı’ onlarla birlikte nice önemli simayı da alıp götürdü aramızdan. Kimileri iftiraların ve muamelelerin ağırlığına dayanamayarak mahkeme salonlarında yığıldı, kimileri işkence edilirken Bizans mahzenlerinde teslim etti ruhunu. En az onlar kadar acı çeken birileri daha vardı: Olayların sessiz tanıkları, yani Yassıada’da yargılananların aileleri...

Nilüfer Bayar Gürsoy: “İNSANLAR BİZDEN KAÇIYORDU, KİRALIK EV BİLE VERMİYORLARDI”
Dönemin reisicumhuru Celal Bayar, idam cezasına çarptırılan 15 kişiden biriydi. Yaşı 78 olduğu için son anda ipten dönmüş ve cezası müebbet hapse çevrilmişti. Eski Yunan dili doktoru olan kızı Nilüfer Bayar Gürsoy, Bayar ailesinin yaşayan en büyük ferdi. Sadece babasından değil, eşinden ayrı kalmanın da acısını çekmekteydi Nilüfer Hanım. Eşi Ahmet İhsan Gürsoy da tutuklu siyasiler arasındaydı. Anlattıkları, 27 Mayıs sabahıyla birlikte bir cumhurbaşkanının ailesi etrafında gelişen olayları gün yüzüne çıkarıyor.

Bayar ailesinin ilk sıkıntısı kiralık ev bulma konusunda yaşandı: “Ev bulur bulmaz Çankaya Köşkü’nden ayrılacaktık. Bir-iki yerden olumlu cevap gelmesine rağmen, sonradan vazgeçtiklerini söylediler. Öğrendik ki ev sahiplerine evlerini bize vermemeleri için baskı yapıyorlarmış. Ankara ve İstanbul’da da kalmamızı istemediler.” Ardından Çeşme’deki yazlığa gitmek zorunda kaldı Bayarlar. 4 Haziran 1960’tan Yassıada Mahkemeleri’nin başladığı 14 Ekim’e kadar Çeşme’de kaldı aile. Bir teğmen, bir başçavuş, 18 erden meydana gelen birlik, devamlı evin etrafında vazifeliydi. Küçük yaştaki Emine ve Akile’nin denize girişleri bile bir komedi sahnesini andırıyordu: “Çocukların denize girmelerine müsaade ettikleri zaman bile, iskelede ağır makineli tüfekler bulunuyor ve namluları denizde yüzen çocuklara çevrili oluyordu. Çeşme’de bulundukları şartlardan fazlasıyla etkilenen çocuklar, yazarlarının ve çizerlerinin kendileri olduğu ‘Kampın Sesi - Duvar Gazetesi’ adını verdikleri bir gazete çıkardı.

Bayarların yaşadıkları bir başka macera, anneleri Reşide Bayar’ın Yassıada’nın eşiğinden dönmesi. Akis dergisi muhabirlerinin Reşide Hanım’la yaptıkları görüşme haberleştirilince Reşide Bayar için soruşturma açılmış ve hanımefendi Yassıada’ya götürülmek üzereyken son anda vazgeçilmiş: “Bu hadiseden sonra telefonlarımız da kesildi, dışarısı ile irtibat kurmamız istenmiyordu.”

Aile, babalarının intihar teşebbüsünü öğrenince sarsıntı geçirdi. İntihar girişiminden sonra İstanbul’dan Feyyaz Söker isimli bir akrabaları Celal Bayar’a moral vermek için hürmetlerini içeren bir telgraf yolladı. Söker’in başına gelenler cuntacıların tahammülsüzlüğünü gösteren örneklerden: “Telgrafı babama iletmedikleri gibi Feyyaz’ı Emniyet Müdürü Muammer Sabri tekme tokat hırpalamış ve Örfi İdare’ye vermiş. Yakınlarımıza sevgi ve hürmet ifadesinin bile suç sayıldığı bir dönemi yaşadık. Bizlere, gazetelerde hakaret ve iftira edilmedik gün yoktu. Hakaretin bir şekli ‘kuyruk’ demekti. Kendi milletinden olanlara ‘kuyruk’ diyenlerin bir eşinin tarihte mevcut olduğunu sanmıyorum.”

Celal Bayar’ın kızının Yassıada’ya yaptığı toplam iki ziyaretten birinde karşılaştığı manzara ise ilginç: “Dönüş vapurunda Konya Mebusu Remzi Birand’ın eşi Nezahat Birand vardı. ‘Remzi Enişte nasıl?’ diye sordum. ‘İyi, iyi ama ellerinin üzerinde siyah siyah kabuklu lekeler var.’ deyince içim sızladı. Ellerinin üzerinde sigara söndürmüşlerdi. Bu kadar kin ve garez nasıl birikti, bugün bile anlayabilmiş değilim.”

Erdem Kırdar: “BABAMIN CENAZESİNDEKİ KALABALIK YÜZÜNDEN TUTUKLANDIK”
Lütfi Kırdar’ı duymayan yoktur. İstanbul’daki bir kongre merkezi onun adını taşıyor. Kırdar, dönemin sağlık bakanıydı. 71 yaşında olmasına rağmen itilip kakılmaktan, horlanmaktan kurtulamadı. Çektikleri karşısında kalbi teklemeye başlamıştı. Son darbeyi, Mahkeme Başkanı Salim Başol’un davayla hiç ilgisi olmayan, “Peki sen 1951’de niye CHP’den istifa etmiştin?” sorusu vurdu. Kırdar, mahkemede kendisini izleyen evladı Erdem Kırdar’ın gözü önünde yere yığılıverdi. Kalbi, ‘darbeyle ilgili niyetleri açığa vuran’ soruyu kaldıramamıştı. Oğlu Erdem, o esnada dinleyici bölümünde oturuyordu.

Cenazesinin kaldırıldığı Şişli Camii’nden Zincirlikuyu Mezarlığı’na kadar binlerce kişi toplandı. Ancak dönemin yöneticileri bunu bile bir ‘kalkışma’ gibi yorumladı. Oğlu Erdem’i hemen o gün tevkif ettiler. Tutuklama sebebi, kendisine “Niçin bu kadar kalabalık topladın?” diye sorulunca anlaşıldı. Gümüşsuyu’ndaki evine konuk olduğumuz Erdem Kırdar şöyle anlatıyor o anı: “Halkın babama bir teveccühünden ve olan bitene karşı tutumundan kaynaklanan bir kalabalıktı bu. Kalabalık tabutu arabaya koydurmadı ve elinde taşımak istedi. Arada tekbir sesleri de duyuldu. Hiçbir taşkınlık ve gösteri olmadı. Yürüyüş Zincirlikuyu Mezarlığı’na kadar devam etti. Boğaz gezintisinden dönen devrin bazı kodamanları bu muazzam merasimi içlerine sindirememişler ve valiyi telefonla tahrik etmişler; o da bunlara itibar ederek müdahale etmiş. Mezarlıkta cenazeye toprak attık. Tam dua okurken, kalabalık arasından bir general bana doğru geldi. ‘Seni 6 ve 12 sayılı kanuna göre tevkif ediyorum. Yürü…’ dedi. Daha duamı bile bitirmemiştim.” ‘Ticani tarikatına mensup’ (!) diye cenazede fotoğrafı çekilen bazıları da tutuklananlar arasındaydı: “Ticani diye yakalananlar bizim bahçıvan, iki ayrı evimizdeki kapıcılar, senelerdir mevlitlerimizi okuyan cami imamı ve belediyenin resmî imamı.”

Kırdar’a icat edilen bir başka suç hayli ilginç. Darbeden önce Bayındırlık Bakanlığı’nda müdür olarak çalıştığı günlerde talebe değişimiyle yanına gelen Alman Hannover Teknik Üniversitesi talebelerinden iki kişiye yaptığı küçük bir jest aylarca süren bir davaya konu olmuş: “Gençler, üzerinde çalıştıkları planla ilgili Mersin’i görmek istedi. Hademeyi yolladım, motorlu tren bileti aldırdım. Gittiklerinde Almanya’dan bana bir teşekkür mektubu yollamışlar. 27 Mayıs’tan sonra bu mektuptan yola çıkarak hakkımda Asliye Ceza Mahkemesi’nden bir dava açıldı. Güya Türk Parasını Koruma Kanunu’na muhalefet etmişim. Suçum Türkiye’ye gelen yabancıların döviz harcamasına muhalefet.”

Zehra Kavrakoğlu: “YALAN HABERLERDEN SOKAĞA ÇIKAMIYORDUK”
Başvekil Menderes, sporcu kökenliydi. Gençliğinde futbol oynamış, CHP’de siyaset yaptığı günlerde Spor Kurumu Başkan Yardımcılığı’na kadar yükselmişti. O yüzden spor camiasıyla daima iç içe oldu. Partisinde eskiden kulüp başkanlığı yapmış olanlara yer verdi. DP milletvekilleri arasında yer alan Osman Kavrakoğlu, Agah Erozan ve Medeni Berk, Fenerbahçe; Sadık Giz, Beşiktaş; Nuri Toygar da Galatasaray’a başkanlık yapmış isimlerdi. 27 Mayıs sonrası götürüldükleri Yassıada’da ezeli rakipler kader arkadaşı oldu.

Kanaryaların bir dönem başkanlığını yapan Osman Kavrakoğlu, Yassıada Mahkemesi’nin idam cezası verdiği 15 kişiden biriydi. Kadıköy’deki evinde misafir olduğumuz Zehra Kavrakoğlu, eşi için neden idam kararı alındığını şöyle aktarıyor: “Biz de şaşırdık o zaman. Ama oradaki tutumu sanırım etkili oldu. Kuvvetli adamdı, konuşması etkiliydi. Dik duran bir insandı. Yassıada’da bu tavrı gösteren birisi olarak bir de geçmişinde bakanlık yapmış olsaydı zaten ‘kesin idam’ diyorlardı.”

Zehra Hanım’ı o günlerde en fazla etkileyen basında çıkan haberler olmuş: “Yalanın bini bir paraydı. DDY müdürü vardı, bana geldiler ziyarete. Kıyma makinelerinde gençlerin öldürüldüğü haberlerini hatırlatıp bana diyorlar ki, ‘Eğer hakikaten yapmışlarsa cımbızla ben etlerini koparırım’. Ben de dedim ki, ‘Yahu hiç utanmıyor musunuz, yaparlar mı onlar öyle şey?’ ‘Biz de yapmaz diyoruz ama ya yazdıkları şeyler doğruysa gazetelerin!’”

Haberlerden nasıl etkilendiğini, korku ve baskı amaçlı o haberlerin hayatlarına nasıl işlediğini de çarpıcı bir örnekle dile getiriyor Zehra Hanım: “Çok gençtim ben o zaman, kocamla aramda 10 yaş fark vardı. Bir bilseniz nasıl üzülmek. Atlardım arabaya, başımı bağlardım görünmemek için. Hele yeni bir haber çıktığında. Kimse tanımasın isterdim. Ne zaman ki Adalet Partisi kazandı, tekrar o zaman açtım. Kimse bizi görüp tanımasın istiyorduk.”

‘Yassıada bebeği’ Mehmet Tekinel: “ANNEM BENİ DOĞUMDAN SONRA 18 AYDA SADECE ÜÇ DEFA GÖRMÜŞ”
Yassıada’da baskıya maruz kalanlar arasında bayan bir milletvekili de vardı: Necla Tekinel. Üstelik hamileydi Necla Hanım. İkametgâhı Yassıada iken doğum yaptı. Bebeğine ‘Mehmet’ ismini koydu. Ancak kimse o bebeğe ismiyle hitap etmedi. Onun adı ‘Yassıada Bebeği’ydi. Yassıada’nın en küçük tanığı şimdi İstanbul’un en ünlü kanser cerrahlarından biri.

Necla Hanım oğlu Mehmet’e hamile olduğunu Yassıada’da iken fark etmiş. Sonrasını şu sözlerle anlatıyor Yassıadalı Mehmet: “Annem gelmeden önce hamile olduğu konusunda bir şüphesi varmış. ‘Emin olduğumda aldırırım’ diye aklından geçiriyormuş. O sıralar 40 yaşında olduğu için çocuk yapmanın zor olacağını düşünmüş. Derken 27 Mayıs olunca o iş kalmış. Annem zaten ‘ihtilal bana bir çocuk verdi.’ diye anlatıyor. Aynı koğuşta bir bayan daha varmış. Prof. Dr. Saliha Balaykan. Milletvekili değil, doktor; ama onu da tutuklamışlar. Tutuklanma sebebi Ankara-İstanbul olayları ile ilgili. Saliha Hoca göstericiler arasında öldürülen Turhan Emeksiz’e ‘sekme kurşun’ raporu vermiş. ‘Raporu başka türlü yaz’ diye baskı yapmışlar. O da ‘Ben ihanet edemem.’ demiş. İsteneni yapmadığı için atmışlar Yassıada’ya. Saliha Hanım doktor olduğu için fark etmiş annemin durumunu. Söylemek istemiş kumandanlara. Annem ‘aman sus’ deyince epey bir zaman söylenmemiş. Ama Yassıada otoritesi anneme de diğer sanıklar gibi çok sert davranmaya devam edince Saliha Hanım dayanamamış. ‘Hamile kadına böyle yapıyorsunuz’ deyince şoke olmuşlar ve aynı şekilde bir daha davranmamışlar. Duruşmalar sürerken 9 Şubat 1961’de dünyaya gelmişim. Anne sütü emmemişim. Annemin yaşadığı stres sağlığını da etkilemiş. Sütü kesilmiş. Bunu fırsat bilip ‘sütün yok’ diyerek beni annemden ayırmışlar. Doğum olmak üzereyken annemi helikopterle Kasımpaşa Askerî Hastanesi’ne götürmüşler. Doğumdan sonra da 20 gün annemle beraber burada kalmışız. Sonra annemi Yassıada’ya geri göndermişler. Eğer sütü olsaymış ben de yanında olacakmışım; yer bile ayrılmış. Dışarıdan alınan sütle beni doyurmuşlar.” Peki bir dahaki görüşme ne zaman: “Üç ay geçtikten sonra annemin beni görmesine izin vermişler. Doğumdan 18 ay sonra tekrar serbest kalana kadar sadece üç defa görüştürülmüşüz.”

Yassıadalı Mehmet’in mahkeme safahatına ilişkin anlattıkları, hayli sıra dışı; ama o günlerin sıradan olaylarından: “Babam annemin avukatlığını üstlendi. Hepsini asacaklar gibi bir hava olunca babam da can havliyle eşimi nasıl kurtarırım diye düşünüyor. ‘Necla Tekinel zaten Menderes’e muhalifti. Yapılanlarla ilgisi yoktu’ gibi bir noktadan yaklaşarak bir savunma sunmuş mahkemeye. Annem de kalkmış dilekçe vererek babamın savunmasının reddedilmesini istemiş. Babam ısrar edince de onu avukatlıktan azletmiş. Babam bir yolunu bulup yine girmiş. Duruşma sırasında annem bir bakmış azletmesine rağmen kocası orada avukatların arasında oturuyor; hâkime çıkışmış: ‘Bu avukatı ben azletmiştim. Nasıl hâlâ oturuyor?”

27 Mayıs’tan önce parti içinden Necla Tekinel’in temsilciliğinde toplanan 15-20 kişi çeşitli notlar almıştı. İşte darbeciler bu notun peşindeydi: “Babamın hazırladığı savunma esas alınsa ve 27 Mayıs’tan önce hazırladıkları notun nerede olduğunu söylese annem hemen kurtulurdu. Ama annemin aklının köşesine bile gelmiş değil arkadaşlarını yarı yolda bırakmak. Anca beraber kanca beraber. Askerler bu notun peşine düşmüş. Hamile olduğu anlaşılmadan önce Bizans mahzenlerine bile indirip annemi konuşturmak istemişler. Evler, yazıhaneler hep aranmış. Gazetelerde annemle ilgili aleyhte haberler bile çıkarttırılmış. ‘İstanbul’u soyarak aldığı ev’ şeklinde haberler. Hâlbuki o ev annemin doğduğu ev, yani yıllardır var zaten. Kristal bir mücevheri varmış annemin. Onunla ilgili de yine, ‘Kaşıkçı Elması büyüklüğünde elması çıktı.’ diye haberler yaptırılmış.”

Sıtkı Sancar: “YASSIADA VAPURUNDA BEBEKLERDEN BİLE BİLET İSTİYORLARDI”
Tahkikat Komisyonu, cuntacıların yaptıkları işe kılıf bulmak için öne sürdükleri en önemli argümandı. Yassıada davaları boyunca dillerinden düşürmedikleri bir sorundu bu komisyon. Yassıada’nın hâkimleri idam kararı verirken, işte bu komisyonu baz alıyordu. Hâlbuki böyle bir komisyon 1924 Anayasası’ndan güç alıyordu. Komisyonun başkanı Ahmet Hamdi Sancar’dı. 15 kişilik idam listesinin içinde bulunmasının sebebi de söz konusu komisyonun başkanı olmasıydı. Bir oy sayesinde idamın infazından kurtulmuştu Sancar. O günlerde İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği’nde okuyan kardeşi Sıtkı Sancar’ın anlattıkları aile etrafında cereyan eden hadiseleri bir film şeridi gibi getiriyor gözler önüne.

Kardeş Sancar, 27 Mayıs’ın ardından okul hocalarından hayli çekmiş: “Haksız yere soy ismimizden dolayı notlarımızı vermeyen hocalarla karşılaştım. Sancar soy isimli birini görünce cinleri tepesine üşüşüyordu bunların. Yazılıda en iyi notu almama, sözlüde de her türlü soruya cevap vermeme rağmen beni bırakan hocalara rastladım.” Ailesi de benzer sıkıntılar yaşıyordu Sancar’ın: “Can pazarına düşünce ailenin tadı tuzu kalmadı. Bursa’da Merinos tekstil fabrikasında hukuk müşavirliği yürüten en genç ağabeyim Ömer Faruk. Aile tamamen ona bakıyordu. Onu da ihtilalden sonra istifaya zorladılar. Malatya’ya tayin ettiler; gitmesi mümkün değildi, devletten ayrıldı. Ağabeyimin damadı doktordu, onu da hastaneden kovdular. Eziyet çektirdiler. Avukatlar ağabeyimin avukatlığını bile yapmak istemedi. Bursa’dan CHP’li arkadaşları savundu onu.”

Yassıada’daki mahkûmların ailelerine uygulanan negatif ayrımcılıktan ilginç anekdotlar aktarıyor Sancar: “Yassıada ailelerine sürek avına çıkılıyormuş gibi muamele yaptılar. Duruşmaya gitmek için Dolmabahçe irtibat ofisinden bineceğimiz vapura üniversite öğrencilerinin paso indiriminden yararlanabileceği belirtilmesine rağmen ben başvurduğumda; ‘sanık yakınları için pasonun geçerli olmadığı’ söylendi. Diğerlerinin pasoları geçerli, Yassıada’dakilerin yakınlarınınki geçersiz. 30 kişi sanık yakınıysa geri kalan yolcuların parasını da bizden alıyorlardı vapurla geçerken. Gemiye girdiğimde, üçüncü mevki yolcularının oturabildiği en alttaki penceresiz bölümde seyahat edeceğim söylendi. Yaklaşık sekiz ay sonra sanıkların, yakınları ile ilk defa görüşebileceği günün sabahında yine Dolmabahçe’de, vapurla yolculuk için bilet kuyruğuna girdiğimde, önümde sanık yakını ve kucağında dört-beş aylık bebeği olan bir bayan vardı. Gişeye yanaştığında, ‘Bir bilet lütfen’ isteğine içerideki görevli deniz subayının verdiği yanıt, ‘Kucağınızdaki bebek için de bilet almak zorundasınız.’ oldu. Bayan, ‘Bu bir bebek ve daha babası onu görmedi.’ diyerek sıradan çıktı. Benim arkamda duran bir beyefendi iki adet bileti alarak bayanın içeri geçmesini sağladı.”

Baysan Bayar: “MENDERES SAVUNMA YAPAMASIN DİYE GÜNLERCE UYKUSUZ BIRAKILDI”
Kemal Aygün, İstanbul’un bugünkü güzelliğine ulaşmasında katkısı bulunan önemli isimlerden biri. Menderes’in son döneminde İstanbul’a iki yıl başkanlık yapan Aygün, Başvekil’in de en yakınlarındandı. Ayrıca Ankara’nın seçilmiş ilk belediye başkanı idi. Yassıada’da 6 karardan idamı istenen Menderes’ten sonra 4 dava ile en fazla idam istenen ikinci kişiydi Kemal Aygün. Yassıada’da çektiği acılar da o oranda daha fazlaydı.

Kemal Aygün’ün kızı, TBMM Başkanı Refik Koraltan’ın yeğeni Baysan Bayar o günlerin yakın tanığı. Acıları en yoğun yaşayanlardan biri. Beş akrabası da Yassıada’da olan Baysan Bayar’ın babasından duyduğu en acı olaylardan biri Adnan Menderes’le ilgili: “Adnan Bey’in sabahlara kadar uyutulmadığına babam şahit. Babam hemen yan koğuşunda yatıyor. 15 dakikada bir uyandırıyorlarmış Adnan Bey’i. Dinlenip mahkemelerde konuşamasın diye. ‘Kalk’ diyorlar, uyutmuyorlar, uykusunu bozuyorlar, hakaret, tahkir, bağırma, çağırma. Babam bunların hepsine şahit; duyuyorlarmış hep. Başka şeyler de duyuyorlarmış, söylemesi bize düşmeyen, bazı insanlara yapılan çok korkunç şeyler varmış. Benim babam Yassıada’da 19 gün mahzende tutuldu, suların içinde.”

Baysan Hanım, babasının da içinde bulunduğu toplam 45 kişinin son anda nasıl idamdan döndüğünü de aktarıyor: “Bunlar 45 kişiyi seçiyor asmak için. 45’ini toplayıp götürüyorlar İmralı’ya gece. 45 de mezar kazılmış oraya. Adnan Bey’in asılmasından bir gün önce. Gözlüklerini, hayati ilaçlarını, pijamalarını falan eve gönderiyorlar babamın. Annem bayılıyor, üzüntüden bitmiş vaziyette. Sonra öğreniyoruz.” Baysan Bayar’ın asıl söylemek istediği ise şu: “Bizler ağladık. Acılarımızı gömdük. Bizim ağlamalarımız evimizin içinde. Bunlar değil bizim duyulmasını istediklerimiz. Biz yalnızca, yanlış tanınmış olmanın ıstırabını yaşıyoruz. İdeolojimizi, 10 senede yaptıklarımızı, yapmak istediklerimizi halkın duymasıdır asıl istediğimiz.”

Prof. İlhami Nasuhioğlu: “50 YIL GEÇTİ AMA DÜŞÜNDÜKÇE GECELERİ UYKUM KAÇAR”
Rüknettin Nasuhioğlu, Adnan Menderes’in ilk içişleri bakanı. Bir sonraki hükûmette de yine önemli bir görevde: Adalet bakanı. Atatürk döneminin valilerinden biri olarak bürokraside sivrilen ve nihayetinde girdiği DP kadrolarında 60’a kadar emek veren Nasuhioğlu, 27 Mayıs’la birlikte Yassıada’ya reva görülenlerden.

Darbe olduğunda 35 yaşında bir tıp doktoru olan oğlu Prof. İlhami Nasuhioğlu’yla İstanbul Osmanbey’deki evinde buluşuyoruz. Nasuhioğlu’nun en fazla dert ettiği bu darbenin Türkiye’ye ödettiği bedeller. En büyük temennisi 27 Mayıs’ın hesabının mutlaka sorulması: “Ben acaba diyorum AİHM sahasına girer mi? Veyahut Lahey Adalet Divanı’nın görev alanına girer mi? Ya da Türkiye’de yargılanabilir mi?”

“Sizce 27 Mayıs nedir?” diye soruyoruz. “27 Mayıs baştan aşağı sosyal bir cinnettir.” diye cevaplıyor Nasuhioğlu ve devam ediyor: “27 Mayıs’ın önü, yapılması, yapıldıktan sonraki olaylar, Yassıada’daki dram, hele mahkemedeki durum, basının yaptığı yayınlar, radyodaki ‘Yassıada Saati’, bütün toplumun bir cinnetidir.” Peki ya bu cinnetin faturası? Bu soruya da cevabı yerinde İlhami Hoca’nın: “Görüyorsunuz bugün demokrasi hâlâ oturmadı ve birtakım hareketler var. Oradan belge çıkıyor, öbür taraftan başka şey. Birçok girişim var. Bu, hep 27 Mayıs’ın artçı depremleridir. O darbe yaşanmasa belki bir Avrupa, Almanya, Amerika’dan noksanımız kalmazdı. 57’den sonra Menderes babama demiş ki, ‘Hiç merak etmeyin yokuşu çıktık, düzlüğe geldik. Önümüz düzdür.’ Çoktan AB’ye girmiş olurduk.”

İlhami Nasuhioğlu’nu en fazla etkileyen de Menderes’in dramı: “Rahmetli Adnan Bey’in başına gelen zulüm tarih boyunca görülmemiştir. Tarih boyunca onun çektiğini başka bir siyasi lider çekmemiştir. Menderes, Zorlu, Polatkan çok değerli, memlekete hizmet etmiş insanlardı. Başlarına gelenleri hatırladıkça üzüntüm artıyor. Bakın kaç yaşıma geldim, aradan 50 yıl geçmiş, sürekli de aklıma gelir. Üzüntümden geceleri uykum kaçıyor, rüyalarıma giriyor.”

Altemur Kılıç:“MENDERES SEÇİM KARARI ALMIŞTI”
27 Mayıs darbecileri siyasileri Yassıada’ya tıkmakla yetinmemiş önde gelen bürokratları da tutuklamışlardı. Altemur Kılıç da bunlardan birisiydi. Meşhur Kılıç Ali’nin oğlu olan Altemur Kılıç o dönem Basın Yayın Genel Müdürü idi. Altemur Kılıç’ın Yassıada’da şahit oldukları tüyler ürpertici. Anlattığına göre gördükleri manzara adeta bir ‘cehennem’. Menderes’in darbeden önce gittiği Eskişehir’de kendisine eşlik eden ve o kritik anlara şahit olan Altemur Kılıç, “Başbakan konuşurken hoparlörlere giden kabloları kestiler. Menderes oraya seçimlere gideceğini ilan etmeye gitmişti.” diyor.

Emekli edilen üst düzey komutanlara da Yassıada’da çok acı çektirildiğini söyleyen Kılıç gözlemlerini şöyle naklediyor: “Ankara’dan İstanbul’a geldiğimizde Yeşilyurt Havaalanı’nda şartlandırılmış askerî personel sadece bizi değil Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburnu’nu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Sadık Altıncan’ı, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’u, Kore’de komutanım Namık Argüç’ü ve Kore kahramanı Tahsin Yazıcı’yı da tekme tokat hırpaladılar. Sıra dayağına çekilmeleri ve hakarete uğramaları acı ve sarsıcı bir olaydı. Uçaktan indirilirken ikili sıralar halinde hem ismimizi okuyorlar, hem de bize hakaretler ediyorlardı. Bizi tekme tokat götürdüler. Bu kişilerin istiklal madalyaları vardı. Tekin Arıburnu’nun eşi Perihan Arıburnu’yu da hepimizin gözü önünde yerlerde sürüklediler. Günlerce düzmece bir senaryoyla Yassıada’ya olaysız sokuluyormuşuz gibi bir film çektiler, sinemalarda gösterdiler. Yassıada, tutuklular için maddi manevibir cehennemdi. Tarık Güryay, orada bulananlara çok eziyet etti. Çoğu zaman yarın öldürüleceğimizi düşünüyorduk. Ben orada 9 ay kaldım ve çok çetin zorluklarla karşılaştım. Ceza olarak Bizans döneminden kalma zindanlara atıyorlardı. Ben işkence görmedim ama aramızda en çok Hamido’yu oraya attılar. Arkadaşlarım arasında işkence görenler oldu. Işık altında sorgulamalar ve zindanlara atmalar sıklıkla başvurulan yöntemlerden birkaçıydı.”

Mehmet Arif Demirer: “CHP’NİN KURULTAY BEYANNAMESİ DARBEDEN SONRA ANAYASA OLDU”
Arif Demirer, 1955-57 arasında Menderes’in Ulaştırma bakanlığını yapmıştı. Babasının ismini alan Mehmet Arif Demirer ise kendini DP dönemi araştırmalarına adayanlardan. Demirer, cuntacıların darbe kararı verdiklerinde ortada ihtilal ortamının olmadığına dikkat çekiyor. Demokrat Parti’den yana her şeyin olumlu olduğu bir atmosferde iktidardan kaynaklanan bir gerilimin olmasının mümkün olmadığını belirtirken, çıkan bütün gerilimlerin derin güçler tarafından organize edildiğini iddia ediyor: “27 Mayıs tamamen CHP’nin iktidar hırsının içerideki derin bürokrasi ya da derin devletle birlikte yaptığı bir şeydir. Türkeş bana bunların hepsini anlattı. Halk Partisi’yle irtibat var. Nihat Erim’in kitabına bakın, ‘İsmet Paşa azmettirdi.’ diyor. Muzaffer Özdağ bunu kabul etti. ‘Biz karar verdiğimiz zaman ihtilal ortamı yoktu.’ dedi.”

Arif Demirer’e göre Menderes’in erken seçime gidecek olması darbeyi erkene çekmiş: “Türkeş’le 1961’de Hindistan’da tanıştım. O bana söylemişti. ‘Sizin babanızın da içinde bulunduğu erken seçim girişimlerinden haberimiz oldu. Darbe tarihini öne aldık. Bizim planımız bayramdan sonraya bırakmaktı.’ dedi.” 61 Anayasası’nı oluşturan Kurucu Meclis’le ilgili araştırmaları da bulunan Demirer’in iddiası şu: “Kurucu Meclis tam bir skandal. 273 kişilik Temsilciler Meclisi’nde 200 tane Halk Partili. İçinde tek bir tane DP’li yok. Yani milletin yarısı yok. Halk Partisi’nin 59 kurultayının meşhur beyannamesi Anayasaya yansımış durumda.”

Demirer DP döneminde yapılanlardan örnek verirken darbenin maliyetine de dikkat çekiyor: “DP 10 yılda ekonomi alanında okullar hastaneler dahil 36 tane Erdemir hediye etmiştir Türkiye’ye. Bunu yaparken dış borç sadece yüzde 13 artmış. 916 milyon dolar dış borç devralmış, devrettiği borç ise sadece 1,038 milyar dolardır. 27 Mayıs’ta geldiler, pat diye kestiler. Sadece Keban Barajı ve Boğaz Köprüsü’nden örnek vereyim. Sadece bu açıdan bu iki önemli hizmet Türkiye’ye 10 sene geç gelmiştir.”