1 Haziran 2010 Salı

Askerî yargının tarihsel kökeni / Namık Çınar

Gerçek demokrasiye geçemeyişimizin temel nedenlerinden biri de, TSK’nın, yürütmenin emrindeki öteki “devlet organlarından biri” gibi olmak yerine, özellikle sayısız darbe süreçlerindeki düzenlemelerle, aşama aşama “özerk ve buyurgan bir kurum” olarak yapılanmış olmasıdır. Bu özerk ve buyurgan yapılanma, TSK’nın, devlet ve toplumun siyasal ve sosyal hayatı üzerinde “askerî bir vesayet sistemi” kurmasına yaramaktadır.

TSK’nın işte bu “özerk ve buyurgan”lığına yol açan faktörlerden biri, ülkemizdeki “çift başlı hukuk sistemi”ni doğuran “askerî yargı”nın varlığıdır. Demokrasiyle yönetilen ve egemenlik hakları bütünüyle kendi elinde olan üniter devletlerde “çoklu hukuk sistemleri” olmaz. Aksi halde bu, egemenliğin devrolunması ya da paylaşılması anlamlarına gelecektir. Oysa Türk hukuk sisteminde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”; ne devredilebilir, ne de paylaşılabilir.

Askerlerin özerk bir kurum olarak kendilerine özgü “yargı sistemleri” kurmalarını, 16. yy’dan itibaren temelleri atılan “modern dünya sistemi” çerçevesinde ele almak, kanaatimce yerinde olur.

16. yy. başlarında “Avrupa kökenli dünya ekonomisi” olarak adlandırabileceğimiz küresel bir olgu ortaya çıktı. Bunun nedeni, dönemin feodalite krizinin çözülebilmesi için, artık dar gelen Avrupa’nın coğrafi olarak genişlemesinin gerektiğiydi. Geçimlik ev ekonomisini arka plâna iterek, pazar için üretimi öne koyan ve uzak mesafe ticaretinde uzmanlaşan kimi Avrupa devletleri, “modernite”nin kurucu ögesi olan “kapitalist dünya ekonomisi”nin kapılarını açtılar ve “dünya pazarları” mekanizmalarını kurdular.

Tüm Avrupa ve yeryüzü hayatı, artık tek bir dünya varmışçasına, oluşturulan bu ticaret trafiklerine ve üretimde dayatılan işbölümlerine, giderek bağımlı hâle geldi.

Avrupa kökenli bir dünya ekonomisinin tesisi, Batı’da mutlak monarşilerin ve peşi sıra ulus-devletlerin doğuşunu da getirdi. Zira genişlemiş bürokratik devlet yapılarını finanse edecek ekonomik temeller ve kaynaklar vardı artık.

Sonuçta, 16. yy. Avrupası, hem Doğu’ya hem Batı’ya doğru uzandığı Atlantik ötesi ticaretiyle, “Feodal ve haraca” dayalı mevcut sistemini dönüştürerek, “kapitalist dünya ekonomisi” şeklini almıştı. Böylece Avrupalılar, sistemin en tepesindeki “hegemonik”liği, rekabete dayalı savaşımlarla, tıpkı “bayrak yarışı”ndaki gibi sırası geldiğinde aralarında elden ele devrederek ve dünyanın tüm toplumlarını “merkez”de, “çevre”de, “yarı çevre” de ve “dış alan”da tertipleyerek, doğrusu, çoğunun canına okudukları, hiyerarşik bir “modern dünya sistemi”ni kurmuş oldular.

Son beş yüz yılda Ceneviz’i, ardından sırasıyla İspanya, Hollanda, Britanya ve günümüzde de ABD’yi, birer hegemonik güç olarak, merkezi oluşturan devletlerle gerilimli rekabetlerde ve fakat diğerlerine karşı olunduğunda ise koalisyonlar içinde gördük. Dünyanın büyük bölümünü “çevre”leştirirken, yani sömürgeleştirirken, Hind ve Çin’e gönderdikleri “Doğu Hind şirketleri” ve Amerikalara gönderdikleri “Batı Hind şirketleri” marifetiyle, ticari, hukuki ve askerî bakımlardan kendi kendilerine yeterli, tam bütünlüklü, “görev kuvveti” tipi yapılar oluşturdular.

Bu şirketler, yürüyen ya da yüzen ticari filolar, işletmeler, antrepolar ve bankalar oldukları kadar, aynı zamanda “kendi hukuklarını ve mahkemelerini” de yanlarında taşıyan, sistem koruyucusu askerî kuruluşlardı da. Anavatanlardan zaman olarak da, mekân olarak da çok uzaklardaki bu şirketlerin, “emperyal majesteleri” adına tam bir inisiyatifle uygulayacakları “mobil bir hukuk düzeni”ne gereksinimleri vardı. Çünkü paralı askerler, forsalar, kürek mahkûmları, haydutlar ve deniz korsanlarının yanı sıra, sömürgeleştirdikleri toplumların zapturapta alınmasıyla da karşı karşıyaydılar.

İşte “modern dünya sistemi” henüz kapitalistik gelişme süreçlerindeyken, hegemonik devletlerin uzaklardaki emperyal ordularınca, o koşullar çerçevesinde uyguladıkları ve anavatanlardakilere paralel, ama ayrı bir “askerî hukuk ve askerî yargı sistemi”nin, günümüzün modern demokratik toplumlarının kendi içyapılarına artık yakışmayacağı çok açıktır.

Küresel ölçekteki hegemonik gücünü korumak ve sürdürmek adına, dünya denizlerinde tam teşekküllü filolar yüzdüren ABD’nin ve diğer gelişmişlerin ordularındaki askerî yargı sistemleri, bugün artık adli sicil sistemlerinden muaf birer “disiplin mahkemeleri” düzeyindeyken, bizim ordumuzun, yurtiçinde konuşlanarak sınırlarımızı sadece içerden koruyorluğu sözkonusuyken, “adli yargı”dan ve “tabii hâkim”den koparılmış “askerî mahkemeler”, “askerî yargıtay”, “askerî yüksek idare mahkemesi” ve “temyize kapalı kurullar” hangi mantığın ve aklın eseridirler?

Diğer modern toplumlardaki örnekler bir yana, meselâ “Kemalistler” bakımından, “tevhidi tedrisat”taki gibi, “tevhidi hukuk” olarak kıyasen bile değerlendirilirse, bu durumun Atatürkçülüğe dahi aykırılığı söylenebilir.