"Mahkemede hiç şaşırmadım, hayal kırıklığı yaşamadım; onlardan nasıl bir hareket bekliyorsam onlar öyle davrandılar. Ben bize bakışlarında sürprize rastlamadım"
Balçiçek İLTER/GAZETE HABERTÜRK
Hasan Iğsız, 1946 İstanbul Fatih Çarşamba doğumlu. Baba Kırım’dan gelen bir esnaf, tül perde saçağı dokuyor. Anne İslamköylü ev hanımı. Kendi deyimiyle “biraz haylaz”. Babası onu uslansın diye askere yazdırmış ve demiş ki: “Yeter ki sen oku, ben her şeyi yapmaya hazırım!’’
Yazılış o yazılış.... Kara Harp Okulu, ardından Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı çeşitli birliklerde takım komutanlıkları.... Kara Harp Akademisi’nde öğretim üyeliği, Brüksel’deki Uluslararası Askeri Karargâh (IMS) Plan Prensipler Dairesi’nde plan subaylığı, Genelkurmay Personel Dairesi’nde General-Amiral Şube proje subaylığı ve şube müdürlüğü ile Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı.... Kara Kuvvetleri Tayin Daire Başkanlığı ve 16. Zırhlı Tugay Komutanlığı, Jandarma Asayiş Komutanlığı Yardımcılığı, Kara Kuvvetleri Personel Başkanlığı ve Belçika Mons’a Milli Askeri Temsil Heyeti (NMR) Başkanlığı, Genelkurmay Personel Başkanlığı, 5. Kolordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı, 2. Ordu komutanlığı, Genelkurmay İkinci Başkanlığı ve 1. Ordu Komutanlığı...
Iğsız, 2010’da Genelkurmay İkinci Başkanlığı döneminde “hükümet aleyhinde yayın yapan psikolojik harekât amaçlı web siteleri kurdurduğu’’ iddiasıyla başlatılan bir soruşturma nedeniyle beklenen Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine atanmadı ve emekliye sevk edildi. 2011’de hakkında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yakalama kararı çıkarıldı ve tutuklanarak Metris Cezaevi’ne gönderildi. 2013’te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 10 Mart 2014’te ise Anayasa Mahkemesi’nce verilen “hak ihlali” kararının ardından tahliye edildi...
Hasan Iğsız çok önemli görevlerde bulundu, ismi birçok kez gündeme geldi, eleştirilerin odağı oldu. Şimdiye kadar hiç konuşmadı hatta “akademisyenler bildirisi”ne imza atan kızı hakkında bile ancak avukatı aracılığıyla hissettiklerini paylaştı. Pazartesi Sohbeti’ne ikna etmek kolay olmadı, pek konuşası da yoktu aslında. O ve ailesi artık hayatlarına devam edip geçmişi deşmek istemiyor.
Hasan Iğsız, 1946 İstanbul Fatih Çarşamba doğumlu. Baba Kırım’dan gelen bir esnaf, tül perde saçağı dokuyor. Anne İslamköylü ev hanımı. Kendi deyimiyle “biraz haylaz”. Babası onu uslansın diye askere yazdırmış ve demiş ki: “Yeter ki sen oku, ben her şeyi yapmaya hazırım!’’
Yazılış o yazılış.... Kara Harp Okulu, ardından Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı çeşitli birliklerde takım komutanlıkları.... Kara Harp Akademisi’nde öğretim üyeliği, Brüksel’deki Uluslararası Askeri Karargâh (IMS) Plan Prensipler Dairesi’nde plan subaylığı, Genelkurmay Personel Dairesi’nde General-Amiral Şube proje subaylığı ve şube müdürlüğü ile Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı.... Kara Kuvvetleri Tayin Daire Başkanlığı ve 16. Zırhlı Tugay Komutanlığı, Jandarma Asayiş Komutanlığı Yardımcılığı, Kara Kuvvetleri Personel Başkanlığı ve Belçika Mons’a Milli Askeri Temsil Heyeti (NMR) Başkanlığı, Genelkurmay Personel Başkanlığı, 5. Kolordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı, 2. Ordu komutanlığı, Genelkurmay İkinci Başkanlığı ve 1. Ordu Komutanlığı...
Iğsız, 2010’da Genelkurmay İkinci Başkanlığı döneminde “hükümet aleyhinde yayın yapan psikolojik harekât amaçlı web siteleri kurdurduğu’’ iddiasıyla başlatılan bir soruşturma nedeniyle beklenen Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine atanmadı ve emekliye sevk edildi. 2011’de hakkında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yakalama kararı çıkarıldı ve tutuklanarak Metris Cezaevi’ne gönderildi. 2013’te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 10 Mart 2014’te ise Anayasa Mahkemesi’nce verilen “hak ihlali” kararının ardından tahliye edildi...
Hasan Iğsız çok önemli görevlerde bulundu, ismi birçok kez gündeme geldi, eleştirilerin odağı oldu. Şimdiye kadar hiç konuşmadı hatta “akademisyenler bildirisi”ne imza atan kızı hakkında bile ancak avukatı aracılığıyla hissettiklerini paylaştı. Pazartesi Sohbeti’ne ikna etmek kolay olmadı, pek konuşası da yoktu aslında. O ve ailesi artık hayatlarına devam edip geçmişi deşmek istemiyor.
-Ergenekon’la ilgili ne diyorsunuz?
Çok söylenen, yazılan çizilen var, bu konularla ilgili söylenmedik söz kalmamış gibi. Ben bunlarla ilgili tekrarları yapmak düşüncesinde değilim. Size gelişmelerin veriler halinde nasıl bütünlük sağladığını açıklamak istiyorum.
-Siz konuşmayı tercih edenlerden değilsiniz.
Zamanında çok konuştuk. Asıl soru şuydu. Bütün bu olanlar kazayla mı oldu? İstemeyerek mi? Sorunun cevabı aslında belli. Bizler açısından böyle bir soru hiç olmadı çünkü biz ne yapıp yapmadığımızı gayet net biliyorduk. Ama kamuoyunun bu konudaki yaklaşımları farklıydı. Algı operasyonları o kadar yoğun bir şekilde uygulandı ki halkımızın kafası karıştı. “Burada hakikaten bir şeyler mi var?” denildi. Medyanın kafası karıştı. Yayınları izlediğinizde kafanızın karışmaması mümkün değildi. Biz içeridekiler ayırt edebiliyorduk. Bu konu bizleri en fazla üzen konuydu.
-İçeride olmaktan çok meramını anlatamamak yani...
Tabii, doğru. Mahkemede hiç şaşırmadım,
hayal kırıklığı yaşamadım; onlardan nasıl bir hareket bekliyorsam onlar
öyle davrandılar. Ben bize bakışlarında sürprize rastlamadım. Beni de
üzebildiklerini sanmıyorum. Bizlerin üzülebileceği şeyler çok daha
farklı şeyler. Buradan neyle karşılaşacağımızı biliyorsanız bu sizi
üzmez. Bakın hakkımızda karar verileceği gün, eğer adil yargılandığımı
düşünmüş olsaydım, o gece sabaha kadar uyumamam gerekirdi. Oysa ben o
gece her gün hangi saatte yatıyorsam, yattım uyudum, o kadar belliydi
yani. Uykum bile kaçmadı. Ertesi gün ne olacağını biliyoruz.
-Peki Yargıtay’ın gerekçelerine baktığınız zaman bir cümleyle nasıl yorum yaparsınız?
“Yargıtay ‘Tahammüden bir hukuk cinayeti
var’ diyor’’ derim. Hata, kaza vs yok yani. İkinci soru şu; küçük bir
grubun inisiyatifiyle gerçekleşmiş bir olay mı? Yoksa planlı programlı
bir proje mi? Bu sorunun cevabı yine olanlardan. Neden Silivri? Silivri
özel imkânlarınız yoksa son derece zor gidilebilecek bir yer. Özel
olarak seçilmiş. Duruş- malarda kayıt yapmak yasak. Niçin? Acaba o
duruşmaları bir televizyon naklen yayınlamış olsaydı o davaların ömrü ne
kadar olurdu? Olan bitenin üstünün örtülmesi hedeflendi. Ve büyük
ölçüde bunu başardılar. Medyada bilgili, birikimli, duyduğunu, gördüğünü
isabetli yorumlayacak medya mensupları uzun zaman oraya gelmediler. Hiç
kimse birinci elden bilgilere ulaşamadı ve dolaylı bilgilerle
yorumladılar. Birçok şeyi kaçırdılar.
-Ne hissettiniz?
Hoş şeyler hissedilmediği açık. Çaresizlik
hiç olmadı çünkü her durumda yapılacak bir şeyler olduğuna inanırım.
Geçmişteki bazı şeylere yanmak, ağıt yakmaktan ziyade, önümüzdeki süreci
nasıl değerlendiririz, ona bakmanın daha gerçekçi olacağına inanıyorum.
Öyle baktığınız zaman ruh sağlığınızı büyük ölçüde koruyabilirsiniz.
Bir amacınız olmalı. Yoksa dünyaya küsebilir, ağıt yakabilirsiniz; en
büyük tuzak budur. Onu istediler zaten.
-Kaç gün kaldınız içeride?
941 gün. Bir saymayı deneyin isterseniz, gerçekten de kolay değil. Küsmemizi, dizlerimizin üstüne çökmemizi beklediler vs... Önemli olan kapıyı dışarı kapatmaktı. Ailemiz dışında kimsenin bizi ziyaret etmesine de izin vermediler. Tam 1.5 yıl sürdü bu durum. Bu bir şekilde sizi dış dünyadan koparmak, izole etmek, burada olan bitenin yansımasını önlemek. Yani tecrit.
-Televizyon izliyor muydunuz?
Bir sabah, bir akşam; sadece haberler ve Fenerbahçe dışında hiçbir şey izlemedim. Zamanım okumakla geçiyordu. 280 kitap okudum. Televizyona bakıp da hırslanacak durumum olmadı, olaya intikam olarak hiç bakmadım ama olması gereken bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Bakın şu anda tutuklananlara ya da yurtdışında olanlara, uygun yerlere yerleştirilmişler.
-Ne olması gerekiyor? Yani siz ne istiyorsunuz?
Her şey yeterince açık, geçmişi deşmenin anlamı yok. Bizler ailelerimizle birlikte hep beraber zarar gördük. Hayatını kaybeden, sağ- lığından olan insanların telafisi yok. Annemin son günlerinde yanında olamadım. Tahribat bununla sınırlı değil. Bizlerin üzerinden tahribata uğrayan, bu ülkenin demokrasisi ve yargısı oldu. Türkiye’nin itibarı zedelendi. İki dileğim var. Bunu bir köşe yazarı Ertuğrul Özkök’ün yazısından anlatacağım. Demişti ki: “İddia ediyorum bir gün Silivri’de olanları araştırma komisyonu kurulacak!’’ Bu cümleyi ben mahkemeye karşı savunmamda da kullandım. Bu komisyon herkesi dinleyecek. Bu dileğin gerçekleşmesini ben de çok istiyorum. İkinci dileğe gelince; devlet anayasal hakları- mızı korumamıştır, bize bir özür borcu vardır.
-Niye yaptılar bunları? Askeri zayıflatmak için mi?
Örnek vereyim, Deniz Kuvvetleri’nin durumuna bakın. En fazla onlar etkilendi. Koğuş arkadaşlarımın çoğu oradan. Onlarla ilgili baktığınız zaman gerçekten çok çok iyi yetişmiş, istikbali parlak subay ve amirallerin tasfiye edildiğini görüyorsunuz.
-Sizin Kara Kuvvetleri Komutanlığınız engellenmedi mi? Ne demek bu sizce?
Dediğiniz doğru, teamüller onu gösteriyordu. Neticede TSK’nın en üst kademesi. Siyasi tercihe hak verilebilir. Benimle çalışmak istemezler, beni seçmezler; kabul edilebilir. Ben olayın bu boyutu üzerinde durmam. Ama konunun ortaya çıktığının ertesi gün, Yüksek Şûra devam ederken şu anda firari olan savcı beni ifadeye çağırıyor. Olay “Ataması Kara Kuvvetleri Başkanlığı’na yapılmayacak. Şaibesi var zaten, soruşturmaya çağrılıyor’’ şeklinde biçimleniyor. İşin bu boyutu çirkin.
-Tekrar soruyorum, neden yaptılar bunu sizce?
Atatürk, Cumhuriyet’imizin hiçbir safhasında hiç bu kadar iyi anlaşılmamıştır diye düşünüyorum.
-Ne hedeflendi?
-Kaç gün kaldınız içeride?
941 gün. Bir saymayı deneyin isterseniz, gerçekten de kolay değil. Küsmemizi, dizlerimizin üstüne çökmemizi beklediler vs... Önemli olan kapıyı dışarı kapatmaktı. Ailemiz dışında kimsenin bizi ziyaret etmesine de izin vermediler. Tam 1.5 yıl sürdü bu durum. Bu bir şekilde sizi dış dünyadan koparmak, izole etmek, burada olan bitenin yansımasını önlemek. Yani tecrit.
-Televizyon izliyor muydunuz?
Bir sabah, bir akşam; sadece haberler ve Fenerbahçe dışında hiçbir şey izlemedim. Zamanım okumakla geçiyordu. 280 kitap okudum. Televizyona bakıp da hırslanacak durumum olmadı, olaya intikam olarak hiç bakmadım ama olması gereken bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Bakın şu anda tutuklananlara ya da yurtdışında olanlara, uygun yerlere yerleştirilmişler.
-Ne olması gerekiyor? Yani siz ne istiyorsunuz?
Her şey yeterince açık, geçmişi deşmenin anlamı yok. Bizler ailelerimizle birlikte hep beraber zarar gördük. Hayatını kaybeden, sağ- lığından olan insanların telafisi yok. Annemin son günlerinde yanında olamadım. Tahribat bununla sınırlı değil. Bizlerin üzerinden tahribata uğrayan, bu ülkenin demokrasisi ve yargısı oldu. Türkiye’nin itibarı zedelendi. İki dileğim var. Bunu bir köşe yazarı Ertuğrul Özkök’ün yazısından anlatacağım. Demişti ki: “İddia ediyorum bir gün Silivri’de olanları araştırma komisyonu kurulacak!’’ Bu cümleyi ben mahkemeye karşı savunmamda da kullandım. Bu komisyon herkesi dinleyecek. Bu dileğin gerçekleşmesini ben de çok istiyorum. İkinci dileğe gelince; devlet anayasal hakları- mızı korumamıştır, bize bir özür borcu vardır.
-Niye yaptılar bunları? Askeri zayıflatmak için mi?
Örnek vereyim, Deniz Kuvvetleri’nin durumuna bakın. En fazla onlar etkilendi. Koğuş arkadaşlarımın çoğu oradan. Onlarla ilgili baktığınız zaman gerçekten çok çok iyi yetişmiş, istikbali parlak subay ve amirallerin tasfiye edildiğini görüyorsunuz.
-Sizin Kara Kuvvetleri Komutanlığınız engellenmedi mi? Ne demek bu sizce?
Dediğiniz doğru, teamüller onu gösteriyordu. Neticede TSK’nın en üst kademesi. Siyasi tercihe hak verilebilir. Benimle çalışmak istemezler, beni seçmezler; kabul edilebilir. Ben olayın bu boyutu üzerinde durmam. Ama konunun ortaya çıktığının ertesi gün, Yüksek Şûra devam ederken şu anda firari olan savcı beni ifadeye çağırıyor. Olay “Ataması Kara Kuvvetleri Başkanlığı’na yapılmayacak. Şaibesi var zaten, soruşturmaya çağrılıyor’’ şeklinde biçimleniyor. İşin bu boyutu çirkin.
-Tekrar soruyorum, neden yaptılar bunu sizce?
Atatürk, Cumhuriyet’imizin hiçbir safhasında hiç bu kadar iyi anlaşılmamıştır diye düşünüyorum.
-Ne hedeflendi?
Aslında sorunun cevabını biliyorsunuz... Bakın etrafınıza...
'ASKERLİKTE HER ŞEY MANTIK ÜZERİNE İNŞA EDİLMİŞTİR'
-Asker olmak sizin için ne ifade ediyor?
Bizler hep yurt sevgisiyle yetiştik, sivilde bile. Bu yurt sevgisi ülke için hep en iyi şeyler yapmaya itti bizi. Askerlik bunun için iyi bir platform diye düşündüm. Bu fikrim de hiç değişmedi. “Mantığın bittiği yerde askerlik başlar” gibi laflar edilir, disiplin olmadan askerlik olmaz tabii. Herkesin bildiğinin aksine bu cümle kesinlikle yanlıştır. Tam tersine her şey mantık üzerine bina edilmiştir.
-“Komutan diyorsa sorgulamayacaksın, yapacaksın...’’
Bu böyle, başka türlüsü mümkün değil, neticede insan hayatıyla ilgili bir karar veriyorsunuz. En ufak bir yanlış karar insanların hayatına mal olabilir. Bunda tartışma olamaz. Her zaman barış ortamı yok. Emrin tartışılmasının nelere yol açacağı bir gerçek. Bilinmeyen taraf şudur ki komutan o noktaya gelinceye kadar ilgili kişilerin aleyhte ve lehte bütün fikirlerini alır. Askerlikte her şeyin dayandığı bir mantık vardır, doğru ya da yanlış.
-Babanız kariyerinizden memnun oldu mu?
Babam erken vefat etti, teğmenliğimi ancak
gördü. Hayatta onu daha fazla mutlu edecek başka bir şey yoktu. Annem
elinden gelen her şeyi yaptı. Annemi de Silivri’deyken kaybettim
biliyorsunuz.
-Birçok görevde bulundunuz, hangisi sizin için unutulmaz?
Korgeneralliğimdeki görevler beni mesleki olarak çok tatmin etmiştir. 2. Ordu Komutanlığı Malatya’da. Genelkurmay 2. Başkanlığı, en son burada 1. Ordu Komutanlığı... Mesleğe başladığım yerde bitirdim, askeri ortaokuldu burası.
Korgeneralliğimdeki görevler beni mesleki olarak çok tatmin etmiştir. 2. Ordu Komutanlığı Malatya’da. Genelkurmay 2. Başkanlığı, en son burada 1. Ordu Komutanlığı... Mesleğe başladığım yerde bitirdim, askeri ortaokuldu burası.
'TERÖRLE MÜCADELE GÜVENLİK BOYUTUYLA SINIRLI TUTULMAMALI'
-Terörle mücadele konusunda birçok yerde görev yaptınız, sık sık da eleştirilerin hedefindeydiniz, şimdi baktığınız zaman nasıl yorumluyorsunuz?
Terörle mücadele deyince bir yanlışa düşmek istemiyorum. Bilginin eskimesi diye bir olay var. Özellikle günü- müzde sahip olduğunuz bilgiler süratle eskiyor. Sizin görev yaptığınız dönemdeki ortam, şartlar, kullanılan vasıtalar farklılık göstermiş olabiliyor. Bunlarla ilgili güncel bilgilere sahip olmadığınız takdirde geçmişe ait bilgilerle bugüne ait yorumlarda bulunmak bazen çok yanıltıcı olabilir. Ben görevdeyken bunun örneklerini yaşadım. Hâlâ geçerliliğini muhafaza ettiğini düşündüğüm temel prensiplerle ilgili bir şeyler söyleyeyim. Eleştiri tabii ki olacak ama yapıcı olsun. Birtakım maksatları taşımasın, bunları da yaşadık biliyorsunuz.
-Temel prensipler nedir?
Beylik olacak ama, terörle mücadele sadece güvenlik boyutuyla sınırlı değil, bunun ekonomik ve sosyo-kültürel boyutu, medya ve iletişimin önemi var. Uluslararası ortamda bunun ele alınış şekli ve ülke olarak etkileme dereceniz önemli. Bütün olarak ele alındığında bir sonuç almak mümkün. Geçmiş yıllarda güvenlik boyutuyla ele alındı. Herkes bu boyutların farkında ama uygulama öyle olmuyor ve hep bir şeyler eksik kalıyor. Ve olayın sorumlusu olarak sadece güvenlik boyutunu görmek de yanıltıcı. Son yıllarda güvenlik bir tarafa bırakıldı. Bu ise örgüte çok arzuladığı bir fırsatı geri verdi. Kendisini yeniden toparlama, geleceğe yönelik hazırlanma olanağı verdi. Bu yanılgıdan dönüş ağır faturalarla sonuçlandı hâlâ da ödenmeye devam ediliyor. Başa dönüldü yani... Aradaki yıllar kayıptır.