18 Aralık 2012 Salı

Avni Özgürel: Öcalan’ı MİT’in kurduğu dernekte gördüm

17 Aralık 2012 / CEMAL A. KALYONCU
Gazeteci Avni Özgürel, adı MİT’le anılmasına yol açacak derin analizler yapıyor. İtalya’daki  P2’nin  bir de P1 ve P3’ünün olması gerektiğini, milliyetçilere tuzak kurulduğunu, mezhepçiliğin TSK’da Atatürkçülük olarak yutturulduğunu anlatıyor.
Adı son dönemlerde MİT’le en sık anılanlardan biri belki de...

-Bir yerde demişsiniz, ‘Bana bu tür şeyler hep yakıştırılır…’
MİT’çidir diye…

-Neden böyle deniyor sizin için?
Birkaç ay önce bir TV kanalında AK Parti Milletvekili Şamil Tayyar da öyle demiş. Açtım telefonu, “Duyduğun, bildiğin, yani duyduğun değil de bildiğin bir şey varsa söyle.” dedim.
Gazeteci, yazar, belgesel ve film yapımcısı aslında… Kendisini Türk milliyetçisi olarak tarif ediyor. Son süreçte yaptığı Murat Karayılan röportajı ile gündeme geldiğinde de aynı ithamlarla karşılaştı. Tahmin edenler olmuştur; Mehmet Avni Özgürel’i anlatmak, onu biraz daha yakından tanımak istedik. Ama Özgürel’in, Türkiye’nin derin yapısı ile ilgili anlattıkları daha başlarken öne çıktı: “Sadece zenginlikle alakalı değil, sadece para yok bu işte. Burada hâkimiyet var, lafı dinlenirlilik var. Yani paranın illa banka hesabınızda olması gerekmiyor. Masonik bir yapılanma. Şimdi İtalya’da P2 diyorlardı, e bunun demek ki P1’i var bir yerde, P3’ü vardır başka bir yerde. Öyle düşünün.”

-Başında ‘Ejder’in bulunduğu, Ali Balkaner’in de bir ifadesinde bahsettiği ‘Biz 18 aileyiz’ dediği yapıdan mı bahsediyorsunuz?
Zaten bu isim listeleri çok anlamlı. Bilmiyorum darbe komisyonu Ali Avni Balkaner’i dinledi mi? Emniyet ifadesinde söyledi, mahkeme ifadesinde de teyit etti. İlginci, hâkim demiyor ki ‘Say bakayım şunları’ diye. Nasıl bir Türkiye anlamıyorum.

-18 aile Türkiye’de akla gelen ilk aileler mi?
Tamamı neredeyse. Hem çark dönüyor hem de bunların hepsi birinci derecede karar verici insanlar değil. Bazıları sadece lafı dinler, uygular. Bazısı kullanılır.

-Bir süre önce vefat eden avukat Hüseyin Derin Yarsuvat, kendisinin de üyesi olduğu, ayrıca birkaç tane başbakan üyesi de bulunan Templier, Tapınak Şövalyeleri’nden bahsetmişti bizlere…
Her şey olur bunun içerisinde. Yani adına işte ben demin dedim ki P3, PX yani… Çok önemli bir yapılanma ve kırıldığını da düşünmüyorum. Sarsılmıştır ama kırılması öyle kolay değil.

-Peki üzerine niye gidemiyoruz?
Sadece Türkiye’de kök salmış bir yapılanma düşünmeyin. Sırtını sadece silahlı kuvvetlere veya şuraya buraya yaslamış da değil. Dışarıdan da güç alan, dışarıyla bağlantısı olan ve çok çabuk kabuk değiştiren bir yapılanma. Çok çabuk ideoloji de değiştirir. Çok çabuk da nüfuz eder.

-Nasıl başarıyor?
O kadar çok yere bulaşıyor ki, o kadar çok yere nüfuz etmişler ki… Bir tarafından sana da dokunur. Oraya gelince ‘ha tamam’ diyorsun artık. Yani ‘tamam, artık daha fazla gitmeyelim, dursun’ diyor adam.

-Ama biz sadece askerleri gördük daha...
Askeri de gördük mü, o da çok belli değil. Mısır’da, geçmiş dönemlerde yapılan yolsuzlukları iade için ‘tövbe hesabı’ açıldı. Türkiye’de itiraf müessesesi dahi açılmadı. Meclis’in Darbeleri Araştırma Komisyonu bana göre önemli. Hiç değilse insanlar gidip doğruyu söyleyebilirlerdi. Bir de ne soracaklarını bile bilmiyorlar.

-Siz mesela tatmin oldunuz mu size sorulanlardan?
Yok, gelen kişi ne anlatırsa o kadarını biliyorlar. Tansu Çiller değil mi, ağladı, ‘Ben anneyim’ dedi. Bazı şeylerin açıklanması, izah edilmesine değil, aksine örtülmesine dönük bütün bu soruşturmalar. Araştırma komisyonu, soruşturma komisyonu bile değil. Hukuki altyapısı yok. Yani ‘burada anlattıklarından dolayı başına bir iş gelmeyecek’ filan deseler belki insanlar düzgün anlatabilirlerdi. Soruşturma komisyonu olsa sonuçları zaten savcılığa gider. Tarihimizde daha tamamlanmış, hakikati ortaya çıkarmış bir soruşturma yok. Ne oldu sorusunun cevabı yok.

-O zaman biz vesayetten korkmaya devam edelim yani.
Hiç şüpheniz olmasın. Bunlar o kadar İttihatçıdır ki Talat Aydemir filan 1957’de, 27 Mayıs’ın ilk planını yaparken Faruk Güventürk falan İstanbul’da, Kadıköy’de, Mahmut Şevket Paşa Konağı’nda toplanmışlar. İttihat Terakki ile arasındaki o manevi irtibatı Mahmut Şevket Paşa’nın konağında toplantı yapmakla buluyor. E şimdi baktığın vakit kafa hiçbir şekilde hiçbir zaman değişmiyor. ‘AK Parti yüzde 50 oy aldı, şu kadar Ergenekon davası var. Artık böyle şeylere ihtimal vermiyoruz değil mi?’ Ha, ben öyle demiyorum. 1,5 asır devletin seçilmiş insanlarını devirmeye, tokatlamaya alışmış zihniyeti üç senedir muktedir olduk diye değişti düşünmeyelim. Siyasetçiyi nasıl asker, yargıç veya üniversite hocası tutup tokatlıyorsa gazeteci de tokatlamaya alışmış. 12 yıl önce Türkiye’de bakanlar kurulunda bazı gazete yöneticilerinin kontenjanı vardı. Bakan tayin ediyorlardı. Kendi arzuladıkları bakanlığa getirilmeyince bayağı hır çıkardı.

-Hiç öyle darbe dönemi bitti diye düşünmeyelim…
En basitinden mesela ‘Mevcut hükümeti biz dövemiyoruz, bari Beşşar Esed dövsün’ diyorlar. Türkiye bu demokrasiyi yeniden inşa ederken öylesine yollardan geçiyor ki şu anda bazen araba ha devrildi ha devrilecek diyoruz, işte ondan dolayı. Kendi çıkarlarından vazgeçmemek uğruna Türkiye’yi uçuruma itebilirler yani. Hâlâ yapabilirler. İşte Uludere hadisesi böyle bir hadisedir. Suriye ile savaşa ha girdik ha giriyoruz gibi şeyimiz var. Hâlbuki Türkiye’nin hiçbir şekilde silahlı müdahale ile Arap ya da komşu Müslüman ülkeye böyle taraf olmaması lazım.

Derin yapılarla ilgili bilgileri, analizleri bunlarla da sınırlı değil onun. Özgürel, Abdullah Öcalan’ı 1960’larda, MİT’e ait Ankara’daki Fikir Ajansı adlı yerde gördüğünü açıklayan ilk kişi aynı zamanda. Öcalan da teyit etti zaten. Özgürel’in anlattıkları bizi PKK-MİT ilişkisine, hatta PKK’yı MİT’in kurduğu fikrine götürüyor.

-Siz Fikir Ajansı’na neden gidiyordunuz?
O zaman MİT’in kurdurduğu birkaç dernek var. Biri Ankara Sanat Galerisi’nin üst katındaki Çiftçi Teşekkülleri Federasyonu.

-Siz biliyor muydunuz o zaman bunları MİT’in kurdurduğunu?
Yook. Ama yani seziyorduk. İkincisi Ankara Ticaret Odası, Komünizme Karşı Türk Basını diye periyodik bir yayın çıkarıyordu. Antikomünist köşe yazıları, şunlar bunlar derleniyordu. ATO çıkarıyordu. Üçüncüsü de Fikir Ajansı. Antikomünist, Türkiye’yi hedef alan kızıl tehlikeyi deşifre eden birtakım kitaplar orada yayımlanıyordu.

-Burada komünizme karşı kullanacağınız materyal MİT tarafından size ulaştırılıyordu…
Kitaplar, broşürler… Batı dünyasının önemli antikomünist yazarlarının falan makaleleri derleniyor, toplanıyor, kitaplaştırılıyordu. Yani bizim onları okuyacağımız ve onlara göre amel edeceğimiz varsayılıyordu. Size ilginç bir şey anlatayım. Bende nüshası var, onu inşallah hatıralarımı yazdığım zaman basacağım. Ülkü Ocakları’nın 1 numaralı yayını Amerikan Emperyalizmi adlı kitap/broşürdü. Çok şaşırdıydım,  nasıl çıktı diye. Ertesi gün broşürü aldım, gittim. Ramiz Ongun’u gördüm. Sordum, toplatmışlar. ‘Yanlışlık oldu.’ Yani Rus emperyalizmine karşı olmak Amerikan emperyalizmine taraftar olmak diye bir şey olamaz ki! Fakat herhâlde tepeden müdahale geldi ‘ne yapıyorsunuz’ diye. Biz de İkinci Kuvayı Milliye Derneği olarak bildiriler yayımlayacağız. Fakat paramız, pulumuz, teksir makinemiz yok. Mumlu kâğıda yazıyor, götürüyoruz Fikir Ajansı’nda çoğaltıyoruz. İşte ben Öcalan’ı, gittiğimizde böyle çay filan da getiren genç birisi olarak orada gördüm. Ben onu zaten İslami Büyük Doğu’dan tanıyorum. İmran Öktem’in cenaze namazı protestosunda İslami Büyük Doğu Grubu’ndan katılanlardan biri Öcalan’dı.

-Sizin anlattıklarınız bizi ‘PKK’yı MİT kurdurdu’ düşüncesine götürüyor. Ve Uğur Mumcu da bağlantıyı tespit ettiği için öldürüldü kanaati var…
Bu ne kadar gerçektir onu bilemem ama sadece PKK değil, Ağca olayı… Bana göre Uğur’un orda ortaya çıkardığı bağlantılar çok daha önemli. Yani Uğur, o yazdığından sonra şunu öğrenmesin denilecek neyi öğrenmiş veya açıklamış, biliyor değiliz. Ya daha ötesi de yok esasında bunun. Ama Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi hadisesi bugün için dahi karanlıktır. Türkiye’de Bülent Ecevit’e verilmiş bir isim listesinin olduğunu biliyorum.

-Ne listesi bu?
Türkiye’yi tuzağa çeken isimlerin listesi. Tabii o aile listesi gibi Türkiye’nin bazı listeleri var. Bu isim listeleri çok anlamlı. Listeden Kenan Evren’in haberi var. Evren’in damadı (emekli MİT’çi Erkan) Gürvit’in haberi var. Ve İpekçi öldürüldükten sonra Ecevit bir daha ağzına kontrgerilla lafını almadı. O yapılanmanın bütün listesi var.

-Biliyorsunuz. Gördünüz mü listeyi?
Bilmiyorum. Abdi İpekçi’nin listeye vâkıf olduğunu biliyorum. Ve Abdi İpekçi’nin kayıp evrakının, defterinin olduğunu biliyorum.”
Mehmet Avni Özgürel, Balkan Savaşları’ndan itibaren Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı dâhil bütün mücadelelerde silahlı kuvvetlerde görev almış biriydi. Aslen, o zamanlar Bulgaristan’da bulunan Deliormanlardan olup Balkan Savaşı’yla birlikte göçe mecbur kalmış ailenin ferdiydi. Onlar Denizli Tavas’a yerleşti. Ailenin diğer kolları da Cumhuriyet döneminde peyderpey gelip bir kısmı Çankırı Ilgaz’a, bir kısmı Uzunköprü gibi yerlere yerleşmişti. Mehmet Avni Bey, yine Balkanlar’dan olan Rukiye Hanım’la evlenmişti. 1948’de vefatından tam iki ay sonra oğlu Orhan’ın, Çankırı’ya yerleşmiş Münevver Hanım’la evliliğinden dünyaya gelen çocuğuna da dedesinin ismi, yani Mehmet Avni uygun görülecekti.

1941-42 döneminde Harp Okulu’nda düzenlenen Kur’an okuma yarışmasında birinci gelen Orhan Özgürel, o yıl mezun oldu. Gülay ve Şenol isminde iki de kızı olan Orhan Özgürel, harita subaylığı yaptığı için Erzincan başta olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tam manasıyla çadırda ve ‘göçebe’ bir hayat sürüyordu. Küçük Avni’nin bebekliği ve çocukluğu da Doğu Anadolu’da arazide geçmişti. 1957’nin sonlarında, açık arazide böbrek rahatsızlığı had safhaya ulaştığı için artık Ankara’da görev yapacaktı Orhan Özgürel. 1960 darbesi de burada iken oldu zaten. Avni Özgürel, darbeden sonra babasını bir daha üniformalı görmeyecekti: “Millî Birlik Komitesi (MBK) üyesi harita subayı arkadaşı vardı. Ama yan yana gelmemeye özen gösterirdi. İhtilal günü CHP’li aileler sokakta gördükleri subayları omuzlarına alırlardı. O yüzden babamın üniforma giymediğini biliyorum.” Orhan Özgürel, binbaşı rütbesinde iken 1963’te vefat ettiğinde 39 yaşındaydı.

Ankara’da dünyaya gelen Avni Özgürel, 1954’te Kurtuluş İlkokulu’na başladı. Sonrasında Kurtuluş Lisesi’nin orta kısmında devam eden Özgürel, babasını kaybettiği yıl ortaokuldan mezun oldu. Liseyi ise, okulun karşısında halasının eczanesi var diye Gazi Lisesi’nde okuması kararlaştırıldı. Işın Çelebi, Muammer Güler ve Şakir Öner Günhan gibi arkadaşlarıyla beraber okuyan Özgürel, burada sosyal faaliyetlere katılır. Gazi Lisesi siyasi ve sosyal faaliyet açısından faal bir okuldur. Zaten Avni Özgürel de her dönem siyasetle ilgilidir. Kızılcahamam’da pikniğe gittikleri bir gün, yeniden inşa edilen Ankara-İstanbul yolunu denetlemeye gelen Adnan Menderes’i görür. Özellikle Kurtuluş çayırındaki bütün siyasi mitinglere iştirak eder neredeyse. Osman Bölükbaşı, İsmet İnönü hepsini orada görür, tanır. Özgürel, özellikle Türk Ocakları Gençlik Kolları’na üye olduktan sonra siyaseten daha aktif olmuştur. O zaman ocak başkanı Prof. Dr. Osman Turan Hoca’dır. Özgürel’i Türk Ocakları’na götüren ise Nihal Atsız’ın kardeşi, tarih öğretmenleri olan Nejdet Sançar. Özgürel gençlik kolların yönetimine de hemen girer. Sene 1964-65’tir.

Avni Özgürel, Türk Ocakları’na gidip gelirken öğretmenin teşviki ile Türk Hava Kurumu’nun açtığı kompozisyon yarışmasına katılır. Ve Türkiye birincisi olur. Özgürel’in o kompozisyonu UNESCO’ya gönderilir, orada da derece alır. Böyle olunca bir-iki gazete kendisiyle röportaj yapar. CHP’nin Ulus Gazetesi onlar arasındadır. Foto muhabiri ise İnönü’nün özel fotoğrafçısı olan Hüseyin Ezer. Ezer, Özgürel’in kirvesidir aynı zamanda. Tanışıklıkları ise, Ezer’in, MHP’nin basın danışmanlığını da yapan Özgürel’in dayısı, foto muhabiri Muammer Taylak ile dostluğu sayesinde olmuştur.

Hüseyin Ezer’in, annesi Münevver Hanım’a ‘gazeteci olacak çocuk’ demesiyle Özgürel kendisini, 1968’de, başında Bülent Ecevit’in olduğu Ulus’ta bulur. Polis muhabirliği ile mesleğe başlar. Pembe Köşk ve parlamento muhabirliğine uzanarak siyaseti takip eder. 1,5 yıl kadar Ulus’ta çalışan Özgürel, 1969’da da İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Maliye Bölümü’ne girer. Eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’la aynı dönemde okuyan ve 1974’te mezun olan Özgürel’in eli kalem tutmaya, 1966’dan itibaren İkinci Kuvayı Milliye Derneği adına çıkardıkları Kuvayı Milliye Dergisi ile başlamıştır. Soldaki Yürüyüş dergisine karşı sağda yerini alan dergidir. Derginin baskısını sağlamak üzere MİT’in kurduğu Fikir Ajansı ve imkânları kullanılmaktadır. Avni Özgürel’in, Abdullah Öcalan’ı ilk gördüğü yer de burasıdır işte.

-Öcalan’la ilgili bilmediğimiz başka şey var mı Avni Bey?
“Öcalan’ın, PKK’nın başında iken özellikle dış ilişkileri yani Batı dünyasının siyasi çevreleri ile ilişkileri bilinmiyor.

-Açabilir miyiz biraz?
Onu şimdi açamam. Ama Amerikalılarla, İngilizlerle olan ilişkilerini… Yunanlarla ilişkilerini boş verin, çok önemsemiyorum onu. Orada çok fazla ilişkisi var. Ama önemsemeyişimin sebebi yani birileri Yunanlara ‘bu işe siz bakın demiş’ Yunanlar da bakmıştır.

-Analiz mi yoksa bildiğiniz şeyler mi var?
Bildiğim bir şey. Ben zaten Çekiç Güç döneminde Amerikalılarla doğrudan doğruya ilişkilerin olduğunu biliyorum. En üst düzeye kadar nerdeyse. Yani bir terör örgütünün liderinin ulaşabileceği en üst düzey ne ise.

-Şimdi neden açıklamak istemiyorsunuz?
İstemem. Çünkü onları inşallah sadece söylemekle kalmam, belgesini de koyarım. Yani kimle, nerede görüştü? Onun içeriği nedir, tutanağı nedir? Amerikalı nasıl tutanak tutuyorsa PKK’nın da bir bürokrasisi vardır. Şam’da PKK’nın 4 katlı arşiv binası var. Bütün o görüşmeler, yazışmalar hepsi orada duruyor. Mesela İran’da PJAK örgütlenmesini, nasıl yapılması gerektiğini, planını hazırlayan, veren Amerikalılardır.”

İstanbul’dan Ankara’ya yaya gerçekleştirilen 9 Işık Yürüyüşü’ne katılacak kadar kendisini milliyetçi tanımlayan Özgürel, o yıllarda milliyetçi ve muhafazakârlara tuzak kurulduğunu düşünmektedir: “Türk Ocakları’ndan bazı arkadaşlarımız orayı bırakın ve MHP’ye gelin’ dediler. Biz ‘gitmeyiz’ dedik. Evet, Türk Ocakları böyle çok akademik, dernek, tatmin etmiyor yani bizim heyecanımıza cevap vermiyor. Konferanslar, kitap okumalar filan tamam da insanlar sokakta dövüşüyor canım. O dönem solda Yürüyüş, sağda da Kuvayi Milliye olarak biz varız. Partinin baskısı üzerimizde fazlalaştı. Ve nitekim sonra bizleri döve döve partiye götürdüler.”

Özgürel’e göre milliyetçi cenahta tek söz sahibi MHP olsun diye yapılmıştır bu: “Nitekim Milliyetçiler Derneği, Üniversiteliler Kültür Birliği filan da dâhil buna. Yani Nevzat Kösoğlu falan… Baskılayıp hepsini MHP bünyesine çektiler. O zamanlar daha böyle bir Türkçü yapı vardı. Bende hoşnutsuzluk meydana getirdi.” Bu hoşnutsuzluk sonucunda 1968’de, bütün dostluk, arkadaşlık ve ilişkileri baki kalmak şartıyla MHP’den kopan Özgürel, Alparslan Türkeş’le ilişkisini ise sürdürür.

Özgürel’in milliyetçilere kurulan tuzak dediği husus ise şurasıdır: “Kuvayi Milliye Dergisi sırasında, mücadele içerisinde tuzağı gördüm. Tuzak olduğunu yıllar sonra değerlendiriyorum. O gün değerlendirmiş olsam o gün bırakırdım zaten o işleri. Birincisi, MHP bünyesinde bize antikomünizm, milliyetçilik diye öğretildi. ‘Antikomünist olan milliyetçidir. Ziya Gökalp okumana, Mümtaz Turhan’ı bilmene gerek yok. Biraz MHP, ülkücü, 9 ışık filan diyeceksin, geri kalan işte antikomünizm. O kadardır milliyetçilik.’ Devletçiliği biz milliyetçilik olarak öğrendik. İkincisi de devlet, ‘vatan, millet, komünistler vay’ falan diyerek genç birtakım milliyetçileri bizim Millî İstihbarat Teşkilatımız angaje etti. ‘Bize çalış, sizin partiden falan bir halt olmaz’ dediler.”

-Size de geldi mi böyle teklif?
Yok bana değil ama birçok arkadaşıma geldi. Ben böyle bir şeyden çok şükür ki 68’in sonunda gazeteciliğe başlayarak sıyırdım, açıkçası. Ama Abdullah Çatlılar filan o tuzağa düştüler. Düşünün Ankara Ülkü Ocakları İkinci Başkanı Çatlılar filan. Ülkü ocaklarının başkanı da var ama herkes ona reis diyor. Neyin reisi? Bir şey olması lazım. Bu, milliyetçilik değil. Esasında milliyetçilik diye yutturulan şeyler. Yani ‘antikomünizm yapıyoruz, Ermenilerle savaşıyoruz falan’ diye 7 İşçi Partili çocuğu öldürüyorsun. Milliyetçilikle ne alakası var? Ama ‘solcu öldürüyoruz deyince milliyetçilik yapıyoruz gibi geliyor.

-Siz sokak hareketlerinin içinde bulundunuz mu?
1966-67’de İkinci Kuvayı Milliye dergisini çıkartıp Ankara’da, Kızılay’da, bir tarafta biz bir tarafta solcular var iken dağıtıyor, satıyorduk. Orada işte sokakta bulundum.

-Kavga mı oldu?
Kavga her zaman oldu. Yani sanki o bir ritüele dönüşmüştü. O dönemde kavga ettiğimiz insanlarla, Doğu Perinçek’le filan o zamandan tanışırım. Mahir Çayan’ı tanırım yani. Zaman zaman buluştuğumuzda da ‘Ya niye böyle yapıyorsunuz’ derdik, mesela Perinçek’e filan… Aynı şekilde Öcalan’dan önceki Kürt hareketinin önemli bazı isimleri vardı. Onların bir kısmını tanıdım. Kahvelerde oturup konuştuk, tartıştık. Biz basbayağı tartışan insanlardık canım.

-Orada konuşup çay içiyorsunuz. Sokağa çıkıp kavga ediyorsunuz…
Öyle, öyle.

-Acayip de bir durum ama!
O dönemde kavga ettiğim bazılarını vefatında Radikal’de yazı yazdım. Yani doğrudan doğruya sosyalist düşüncenin maneviyattan uzak tavrı benim için önemli idi

-Tebliğde bulunuyordunuz onlara…
Evet. Sosyalist düşüncenin o eşitlikçi, şu-bu yanları, zaten Nurettin Topçu’yu çok iyi okuduğum için hiç yadırgadığım şeyler değildi. Ama o maneviyat eksikliği hatta inanç dünyasını alaya, hafife alan, reddeden tavırları her zaman benim için önemli idi.

Mehmet Avni Özgürel, devlet adına bu işleri yöneten, yönlendiren kişilerin vatanseverlikle alakalarının olmadığını söylüyor bugün: “Onların kendilerine göre bir vatanseverlik anlayışı var; ‘devleti biz biliriz, biz idare ederiz. Siz bilmezsiniz. Biz bir şey yapıyorsak o zaten milliyetçiliktir. Karşı çıkıyorsak zaten doğrusu da odur’ diye düşünen insanlar. Onların yaptıkları yüzünden Türkiye bugün Kürt meselesi dâhil eziyet çekiyor ve sancılanıyor. Bunların Türkiye’den yana oldukları dahi bir zandan ibaret. Herhangi bir yabancı istihbarat servisinin elemanı olabilirler. Veya çıkarlarını o ülkelerin çıkarları ile özdeş görebilirler. Gazetecilik hayatımda birkaç tane örnek var böyle. Biri kurmay albay, CIA adına casusluk yaparken yakalandı, Sabahattin Savaşman. Sabahattin Bey dedi ki ‘Amerika’dan ne saklımız var ki niye bana bu suçlamayı yapıyorsunuz? İkincisi Nahit İmre. Türkiye’nin NATO Daimi Temsilcisi idi. Ruslara sattı NATO bilgilerini. Son gördüğümde Beyazıt’ta bir avukatın yanında kâtiplik yapıyordu. Doğal olarak biz MİT’te çalışan birisinin hep milliyetçi olduğunu varsaydık. O adamın hain olabileceğini hiç düşünmedik yani.”

Özgürel, eskiden beri tanıdığı, ‘Hiçbir zaman politikacı olamadı. Bir dernek başkanı hassasiyeti, naifliği içinde hareket ederdi’ dediği Muhsin Yazıcıoğlu ile vefatından kısa süre önce Boğaz’da buluştuğunu söylüyor. Yazıcıoğlu’nun hem kendisinin içinde bulunduğu camianın hem de mücadele ettiği kitlenin hatalarını bilen biri olarak yeni bir hedefinden bahsediyor: “En son döneminde, en muarız olduğunu düşündüğünüz insanlarla randevulaşmaya başlamıştı, ‘birbirimizle bir konuşalım, ne istiyorsunuz, nede anlaşamıyoruz biz’ diye. Mesela ÖDP’den birileri ile randevulaştığını biliyorum. Bülent Ecevit’in planlı bir şekilde öldürüldüğü kanaatindeydi. Ve bunu Ergenekon soruşturmasını yapan savcılara muhtemelen söylemiş olabilir. Kürt meselesini çözmemiz gerektiğine kani idi.”

-Kürt meselesinin 2012 yazından önce biteceğini yazdınız. Duyum mu aldınız?
Tabii. Her yerden yani hükümet de dâhil. Beşir Atalay çıktı söyledi. Yani iş anlaşılmıştı, Oslo önemli bir süreç. Ben biliyorum metni.

-Paylaşabileceğiniz bir şey var mı?
Yok, onu paylaşırsak yanlış yaparız. Söylemek istediğim PKK ile veya Öcalan’la Kürt meselesi ile alakalı konuşulacak hiçbir şey yoktur artık. Her şey konuşuldu, söylendi. Türkiye neyi yapabileceğini biliyor, PKK da Türkiye’nin neye evet neye hayır dediğini biliyor.

-Peki bu arada olanlar ne demek oluyor?
Mücadele bitmesin isteyen insanlar var.

-Kimler mesela…
Her yerde var. Askerin içinde var… Bu işten para kazananlar var. Sadece silah kaçakçısı değil, uyuşturucu işi çok önemli. İçinde askerden de var, MİT’ten de var, gazeteciden de var. Bu işten geçinen hukuk büroları var. Ama artık Diyarbakırlının da, Siirtlinin de, Hakkârilinin de burasına geldi. Düşünün ki servet durumunuza göre 30 veya 50 bin lirayı verdiğiniz vakit dağa çıkan çocuğunuzu örgüt geri getiriyor. Paralı askerlik gibi bir şeye dönmüş durumda. Kürt meselesi aslında işine geldi bizimkilerin. Mesela TSK’nın beyaz kitaplarını alıp okuyun, orda vardır. ‘TSK, TC’ye yönelik tehditleri artık hudutları dışında karşılayacaktır.’ Yani Kuzey Irak’ta üç tane üssümüz var. Mesela Gürcistan’a biz gönüllü olduk. Orduevlerini, sahil korumaları hep biz yaptık. Aynı şekilde Azerbaycan’da… Yani bir strateji değişikliği var.”

-Murat Karayılan ile görüşme talebi sizden mi geldi?
Ben Neçirvan Barzani ile filan görüşmek için Kuzey Irak’a gidecektim. Kuzey Irak’ta çektiğim Büyük Oyun diye bir film var. O filmin çekimleri sırasında bize yardım eden Iraklı bir Kürt gazeteci vardı, o ısrar ediyordu ‘gel’ diye. Onu da göreyim istedim, Erbil’deki değişimi de görmek istiyordum. Karayılan ile irtibatı temin eden kişiyi tanıyorum.

-O anda olmadı, ameliyat geçirdiniz…
Evet, randevulaştığımız hafta gidemedim, sonra gittim.

-Bu tür görüşmelerde devlete bilgi verilir mi, siyasi mecraya filan?
Ben vermem. Veren oluyordur. Ha, isteseler verirdim, yayımladım çünkü.

-Aysel Tuğluk ‘Mesaj götürdü’ dedi, gazetelerde çıktı…
Hiç kendime de yakıştıramam zaten öyle bir şeyi. Yani bir gazeteciye yakıştıramadığım şeyler onlar.

Üniversite eğitiminin yanında gazeteciliğe de devam eden Özgürel, Ulus’un ardından yine kısa süre Akşam’da çalışır. Bu dönemde tanıdığı Osman Yüksel Serdengeçti’nin delaletiyle Yeni İstanbul’a geçer. Kendi düşünce ve iç dünyasına daha yakın bulduğu gazeteci Yücel Hacaloğulları gibi isimlerle çalışma imkânı bulur. Beşir Ayvazoğlu da buradadır. Abdi İpekçi’nin isteği üzerine de 1975’ten itibaren iki yıl Milliyet’te bulunur. O zamanlar Kemal Uzan’ın sahibi olduğu Ayrıntılı Haber’de de Ankara Temsilciliği’ni üstlenir. Yankı Dergisi’nde de çalışır. 12 Eylül’den önce ise Hergün’ün Ankara Temsilcisi’dir.

Fakat 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden bir ay geçtikten hemen sonra, ekim sonunda Yeni Sözcü adıyla haftalık bir dergi çıkarmaya başlar: “Darbeye karşı başkaldıran ilk yayın organıdır. Rahmetli Alparslan Türkeş Bey’in ricasıyla, ‘sen çıkar’ dediği bir yayındır. Türkeş, 1980 İhtilali’nden sonra Mevki Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Oraya çağırdı beni. Kendisini odada demir bir yatak, ayağından da kelepçe ile yatağa bağlanmış gördüğümde bütün o geçmişteki öfkelerim, MHP’den kopuşum filan hepsini bir tarafa attım.”

Erol Güngör ve Ali Sahir Naliç’in İstanbul’dan, Galip Erdem’in Ankara’dan yazılarıyla desteklediği Yeni Sözcü 27 sayı, yani 6 ay ancak devam edebilir. Özgürel de cezaevine kısa aralıklarla girip çıkmaktadır. Daha sonra ANAP’tan milletvekili olan ve o sıralarda Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı görevinde bulunan Recep Ergun Paşa’ya eşinin ‘Avni’yi içeri aldılar’ diye haber vermesiyle işkenceden kurtulan Özgürel’in günleri böyle geçer. Sonuçta 6 ay mahkûmiyet alır, 2,5 ayını yatar. Ceza aldığı yazılardan birinin başlığı ‘Beşiktaş nasıl kurtulur?’dur: “Fenerbahçeliyim. Ama o sene Beşiktaş çok kötü oynuyor. Siyasi yazı ama tutturabilecekleri bir şey yok. Hakikaten Beşiktaş yazısı yani. Ondan ben 6 ay hapse mahkûm edildim. Niyet okudular. Bütün bunlarda MİT raporları var. Buradan anladım ki bu bir tuzak.”

Avni Özgürel, Yeni Sözcü’yü çıkarmaya başladığında Dünya Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Orhan Birgit onun hakkında ‘Faşizmin Yeni Sözcüsü’ diye bir başmakale kaleme almıştır. Yazıdan sonra Özgürel’in üzerinde baskı kurulur. Ve bir de MİT raporu hazırlanır hakkında. Onun biraz olsun uyanmasını sağlayan bu rapor olayıdır. Zira o raporda, ‘bütün unsurları tutuklanmış MHP’yi dışarıdan örgütlemeye çalıştığı’ yazmaktadır. Rapor, istihbarat yapmaya bile gerek duyulmadan hazırlanmıştır. Bütün bunların ‘tuzak’ olduğu düşüncesi de ondan sonra belirir kafasında: “Abdullah Çatlı gibi insanları ben acınası tablo olarak görüyorum. İnsanlar vatanseverlik kisvesi altında birtakım suçlara ikna edildiler. Kimliksizleştirildiler. Her yerde böylesi adamlar ürettiler, sonra böylesi adamları erittiler, imha ettiler.”

Özgürel, eleştirilerine devam ediyor: “Düşünün, iş tuttukları adamlardan bir tanesi Cem Ersever’di. Ben tanıdığım için söylüyorum. Son görüştüğümüzde Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nde yemek yedirdim.  Onun böyle jandarma, PKK hikâyeleri anlatılıyor. Hâlbuki Cem’i silkeleyip attıkları vakit Paşabahçe’den taksitle bardak, borcam filan satıyordu. 5 kuruş parası yoktu. Peki, bunu kullanırken neydi? Bütün pisliklerinizi bunun üstünden yaptınız.”

-Bütün bunları düşünüp kim yaptırır?
Sadece MİT diye düşünmeyin. Bunun içerisinde jandarması da var, başkaca unsurları da var… Bu bir zihniyet. Bakın size yine isim vermeyeyim, bir profesörün yayınlanmış yazısı var. Diyor ki adam: “Terörle, bölücülükle mücadeleye, fikri mücadeleye para yetiremezsiniz. Devlet de yeteri kadar kaynak vermiyor. İyisi mi bir birim oluşturalım. Hazır uyuşturucu satılıyor. Mani de olamıyoruz, biz yapalım. Para elin iti, köpeğine, mafyaya gideceğine bizim bünyemizde kalsın. Parayı terörle, bölücülükle mücadelede kullanalım.”

-Ne zaman yazmış bu yazıyı?
80’lerde. O zamanlar Türkiye’de öyle çok ciddi uyuşturucu tehlikesi yok, içerde. Genelde Avrupa, yurtdışına kaçırılıyor uyuşturucu.

-Kim bu profesör?
Bilinen bir isim. Oğlu da siyasette insanlar. Türkiye’de jandarma nezaretinde uyuşturucu taşındı.

-Bunu biliyorsunuz…
Tabii, tabii biliyorum... Jandarma nezaretinde… Şimdi, bu paralar nereye gitti, kime gitti?

-Haydar Saltık nerede duruyor ve ne kadar önemli bir isim?
Bütün uluslararası çıkarları Türkiye’de temsil eden kişi oydu. 12 Eylül döneminde MGK Genel Sekreteri idi. Devletin bütün parasal kaynaklarına o hükmediyordu. Bütün çeteleri, yani isimlerini vermeyeceğimiz mafyoz unsurları devlete monte eden, ‘Asala mücadelesi yapacağım’ diye devletin başına bela eden Haydar Saltık’tır. Saltık, bu konuda Kenan Evren’i de provoke eden kişidir.

-Haydar Saltık’ın nereden aklına geldi?
Şimdi NATO subaylığı önemli bir kimliktir. Onlar bu mücadeleyi nasıl yapacaklarını bilirler. Yani Türkiye’deki darbeyi örgütleyen ve yönlendiren kişi Haydar Saltık’tı. Diğerleri önlerine getirileni imzalamışlar o kadar. Düşünün Kenan Evren’in ilk yurt gezisi Konya’ya ve imam hatip lisesine. Seneler sonra Evren’le Marmaris’te hepsini konuştum. ‘Ne oldu? Haydar Saltık niye böyle?’ diye.

-Ne söyledi size?
Yani şimdi paylaşmanın manası yok. Kontrolden çıktı Haydar Saltık. Eski siyasilere darbenin üstünden 1,5 ay geçmiş bir anda izin verdi. Ve yabancı basına konuştu hem de. Evren’in ifadesi, diyor ki, ‘İşin ordudan alınmak istendiğini anladık. Yani bizim elimizle bizi tasfiye edecekler. Sıra bize geldi.’

-Saltık’tan bu derece şüphelenmiş yani…
Tabii. ‘Şimdi bizi tasfiye edecekler.’ Bunun üzerine derhal emirler gitti. Saltık hemen demecini geri aldı… Diğerleri Marmaris’te, şurada, burada oturup dolaşabilirken hiç Haydar Saltık’ı gören var mıydı? En fazla korunan iki silahlı kuvvetler mensubu oldu Türkiye’de. Haydar Saltık ve Faik Türün Paşa. Tabii Saltık’tan öncesi de var işin. Türkiye’nin emniyet istihbaratı çökmüştü. Emniyet teşkilatı çökmüştü. Türkiye’de Genelkurmay istihbaratı Deniz Kuvvetleri’nde çalışır. Onun için Batı Çalışma Grubu Deniz Kuvvetleri bünyesindedir.

-Onun için Deniz Kuvvetleri darbe merkezi gibi olmuştur…
Çünkü bütün diğer kuvvetlerin Ankara’da birlikleri ve kıtaları var. Deniz Kuvvetleri’nin yok. Dolayısıyla daha boş olduğu için istihbarat açısından Deniz Kuvvetleri kullanılıyor. O bünyede çok sarsıcı birtakım ilişkiler; sarsıcı derken askerlikle, milliyetçilikle, vatanseverlikle bağdaşmayan tamamen paralı ilişkiler, asker ve sivil kişilerin dâhil olduğu bir çıkar şebekesi de faaliyete geçti.

-1980 öncesi…
Tabii. Dünyadaki en büyük hırsızlık hadiselerinden olan Lockheed soruşturmasını bitirememiş tek ülkeyiz. O rüşvetleri Silahlı Kuvvetler mensuplarından kimler aldı? Bütün bunlara baktığımızda Türkiye bugün neden bu Ergenekon, şu bu filan diyoruz. Bu sadece Tayyip Erdoğan meselesi değil şu anda. Türkiye cürm-ü meşhud hâlinde yakalandı. Asker yakalandı, gazeteci yakalandı, işadamı parayı çalarken yakalandı, herkes yakalandı. Onun için kimse ağzını açamıyor.

-80 öncesi Deniz Kuvvetleri’ndeki yapılanma, sonrasına nasıl sirayet etti?
İki türlü yapılanma oldu, birisi jandarmada birisi de Deniz Kuvvetleri’nde. Şimdi esasında TSK bünyesinde yeri göğü inletilen, Atatürkçülük diye ifade edilen yapı aslında mezhepçiliktir. Silahlı Kuvvetler’de mezhepçilik Atatürkçülük diye yutturuldu. Çevik Bir, Kenan Evren’in yaveri iken Çankaya Köşkü’ndeki muhafız alayı camiinde cuma namazı kıldım. Çevik Paşa’nın sonradan Alevi olduğuna dair filan dedikoduları çıktı. Hiçbir şekilde inanmadım. Yani Atatürkçülük konusuna kendilerini o kadar kaptırdılar ki koyunlarına sokulan mezhepçilik kamasının farkına bile varmadılar. Atatürkçülük hassasiyeti diye önlerine getirilenin veya dayatılanın aslında bir mezhepçilik mücadelesinin aleti olduğunu fark etmediler. Ha, bu, Deniz Kuvvetleri’nden, Güven (Erkaya) Paşa’dan, şundan kaynaklanan bundan kaynaklanan bir şey. Nihayetinde sanki TSK bir Bektaşi ordusu gibi, yani ‘bizim geleneğimiz, kültürümüz budur’ filan denilerek ne yazık ki bütün kademelere aktırıldı. Ve sonuçta TSK, İstiklal Marşı’nı okumayacak hale geldi. ‘Mehmet Akif yazdı, okumayız’a döndü iş. Yani bu bir utanç şeyidir. Birçok konuda ağızlarını açamamalarının sebebi budur. O tuzağa düştüler çünkü.”

Hatta öyle ki emekli olduktan sonra Atatürkçülük adı altında Atatürk büstleri imal eden fabrika kurup Ziraat Bankası başta olmak üzere resmi kurumlara zorla pazarlayan ‘paşalar’ da oldu. Zamanla TSK mensuplarının, içinden çıktıkları topluma yabancılaştıkları bir sürece girdikleri de bilinen bir durumdu. Özgürel’in anlattıklarına göre tuzak epey başarılı sonuçlar da doğurdu TSK bünyesinde: “Ama geçmişte mesela Kenan Evren’in eşi Sekine Hanım, Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin vaazlarını dinlemiş biriydi. Zahid Efendi çok hasta olmasına rağmen Sekine Hanım vefatında duasını istemiş. Onunla vefat etti. Sonradan Zahid Efendi vefat ettiğinde de onun Süleymaniye Camii haziresine defin iznini de Kenan Evren ve diğerleri imzaladı. Söylemek istediğim bunlar İslam düşmanı değil ama bir mezhep kavgası bunlara Atatürkçülük diye yutturuldu. Süleyman Efendi takipçilerinin yurtları 12 Eylül’de kapatılmıştı. Ben de o zaman gazeteciyim ama işsizim. Süleyman Efendi camiasının yurtlarından oluşan bir albüm hazırlandı. Albümü (Sedat) Celasun Paşa’ya ben verdim. Çünkü bunlar 12 Eylül’de, darbe gecesi, ‘Arkadaş ne olur ne olmaz. Hayra mı gideriz şerre mi bilinmez. 2 rekât namaz kılalım’ diyerek ihtilali yapan insanlar.

-Kim söyledi size bunu?
Nurettin Ersin. Yani bunları biliyorum ben.

-İşsiz olduğunuz bir dönemde Celasun’a ulaşabiliyorsunuz. Çok yakın mıydı ilişkiniz?
Yok. Gazeteciyim, parlamento muhabiriyim. Tek düşmanım Haydar Saltık. Nedense bana düşmandı adam. Görüldüğüm yerde tutuklanmam gibi bir şey… Zaten Yeni Sözcü doğrudan doğruya Saltık’la alakalı, onu hedef alan yayındı.

Avni Özgürel, cezaevinden çıktıktan sonra, Anavatan Partisi iktidara geldiği dönemde bir seneye yakın işsiz kalır. Hiçbir gazete işe almaz onu: “Türk basınında solun bir hâkimiyeti var, ne olursa olsun.” Gelişim Yayınları’nda iş bulur; ama bir şartla: “Nokta Dergisi’nde başladım. Ankara’daki gazeteci arkadaşlarım imza topladılar, ‘Bu adamın çalıştığı yerde biz çalışmayız.’ diye. Ercan Arıklı ‘İmzanla koymam yazılarını’ dedi. O şartla çalıştım. Evlenmiştim, iki çocuğum vardı. Zaten darbe dolayısıyla karı-koca-çocuklar olarak çok hırpalanmıştık.”

1975’te Ayfer Hanım’la evlenen, bir yıl sonra da Burcu ve Banu adlarında ikiz kızları dünyaya gelen Avni Özgürel, Necip Fazıl’dan İnci Baba’ya kadar söyleşiler yapar, MİT ve Said Nursi kapaklarını kaleme alır, ama imzasız. Nokta, bu haberlerden sonra yükseliş devresine geçer. Dergi, onun yaptığı röportajlardan dolayı ödül alır. Mecburen röportajları kimin yaptığını açıklamak durumunda kalırlar. Ancak yazılara yine imza koymadan devam edebilir o süreçte. Özgürel, hemen sonrasında ise Belene adlı belgeselin senaryosunu yazar. 1977’de, Madeni Eşya Sanayii Sendikası (MESS) Başkanlığı’na seçildiği dönemde tanıdığı Turgut Özal teklif etmiştir. Özgürel, Bulgaristan’dan 1969’da başlayan ilk göç dalgasını Edirne’ye gidip insanların yaşadıklarını izlemiş ve Özal’a da anlatmıştı. Özal, Ercan Arıklı’dan iki ay izin alarak, TRT Genel Müdürü Tunca Toskay’dan da iki senaryo örneği gönderttirerek Özgürel’e destek verir. Özgürel, daha sonra yine Özal’ın ‘senaryolara devam et’ telkiniyle Türkiye’nin ilk polisiyesi olan İz Peşinde’yi kaleme alır. Bu süreç onu 1992’de eşiyle birlikte TFT Yapım’ı kurmaya kadar götürür. Bundan sonra belgeseller başta olmak üzere filmler çeker. Ahmet Özal’ın kurduğu İnterpress bünyesinde Panorama haftalık haber ile Turkuaz dergilerini çıkarır. Ardından Ercan Arıklı’nın isteği ile Söz diye ‘başarısız’ bir gazete denemesi olur. Yine Arıklı’nın isteği ile geçtiği Sabah Gazetesi’nde eklerin sorumluluğunu üstlenir. Burada fazla kalmayan Özgürel, Doğan Grubu bünyesinde Yeni Ufuk adlı gazetenin yayın yönetmenliği yapar. Mehmet Yakup Yılmaz’ın Radikal’i çıkarma hazırlığı içindeyken davet etmesiyle özel haber müdürlüğüne getirilir. Susurluk sürecine denk gelir o dönem: “Ve ben ilk defa Türkiye’nin yakın tarihinde eskiden beri edindiğim gözlemler ve bilgileri ‘dipnot’ olarak paylaşmaya başladım. Öcalan’la ilgili bilgi notlarını dipnotlarda yazdım. Bir şekilde sonradan duyuldu.”

Kendisini halen Türk milliyetçisi olarak tarif eden Özgürel, Türkiye’de darbelerdeki ‘dış faktörü’ ihmal ettiğimizi düşünüyor. Mesela, 12 Mart’ı, haşhaş ekimini Süleyman Demirel’e yasaklatamayan Amerika’nın yaptırdığını, muhtırayla kurulan Nihat Erim Kabinesi’nin 1 No’lu kararının haşhaş yasağı olmasının dikkatlerden kaçtığını anlatmaktadır. 12 Eylül 1980 darbesi de hakeza: “Yunanistan’ın NATO’ya girişindeki vetoyu kaldırdık. 15 gün sonra ve telefon emri ile. 27 Mayıs 1960’a gelince, eğer darbe yapılamasaydı NATO’cu subayların hepsi emekli oluyordu, Türkeş dâhil. Albaydı hepsi ve rütbelerinin sonuna gelmişlerdi.”
28 Şubat’ta Amerika’nın Saddam’ı Türkiye’den girerek devirmek istediğini ve anlaşabileceği bir başbakana ihtiyaç duyduğunu öne sürüyor,  Özgürel. Türk basınının da alet olduğu bu süreçte Irak olayının örtüldüğünü, Bülent Ecevit’in başbakan olmasının planları alt üst ettiğini düşünüyor: “Ecevit’in daha başbakan iken öldüğüne dair haberler yayınlandı Türk basınında.”

Ergenekon konusunu ise yine TSK’nın NATO çizgisin dışına çıkmasına yoran Özgürel’e göre, Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 4 yıllık genelkurmay başkanlığı sürecinde iki kez Çin’e gitmesine karşılık bir tane NATO ülkesine gitmemesiyle başladı süreç.

Milli Savunma bakanları olmadan darbelerin yapılmadığını söyleyen, özellikle Kürt meselesindeki yaklaşımından dolayı 2000’li yıllarda tehditler alan Mehmet Avni Özgürel, kamuoyunda sıkça tartışılan MİT’çi gazeteciler konusunda da “Bunlar belli bir düzeyin üstünde gazeteciler” dediği 5-6 kişiyi bildiğini söylüyor

-Evet, size niçin MİT’çi gazeteci diyorlar?
Sebebini şöyle, sebebini değil de yani şöyle söyleyeyim. Bir, ben hiçbir kaynağımı açıklamadım şimdiye kadar. Onun için görüştüğüm insanlar bana itimat ederler. İki, kendi süzgecim var. Ben mesela şimdi idam cezası tartışmaları var. Bu istikamette tartışmanın nerden kaynaklandığına ilişkin konuşmaya kalksam konuşacağım şeyler var; ama yazmam, konuşmam. Üç, ‘Batı dünyasında şöyle bir şey vardır. Mısır piramitleri o kadar hassas yapılmış ki bu Ortadoğulu adamlar, Araplar bu zekâda olamazlar. Muhakkak uzaylılar yardım etti.’ Çünkü o yani… Bizim insanımız da, ‘bu adam zeki, yani aklını çalıştırıyor, doğru bir analiz yapıyor.’ ‘Hayır.’ ‘Bu MİT’çi.’ Oradan veya CIA’den ya da şuradan buradan öğreniyor.’ Hâlbuki hepimizin dikkatli okuyabildiğimiz takdirde açık kaynaklar zaten Türkiye’de yeteri kadar bilgi veriyor.”