24 Eylül 2012 Pazartesi

Balyoz Davası / Doç. Dr. Mehmet Arıcan

Bugün itibarıyla son kararın açıklanmasını beklediğimiz Balyoz Darbe Teşebbüsü Davası, çıkacak karar ne olursa olsun bir çok ilklerin yaşandığı dava olarak Türk Hukuk Tarihi’ne geçecektir.

19 Temmuz 2010’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinde başlayan yargılama, içlerinde kuvvet komutanlarının da yer aldığı bir çok emekli ve muvazzaf askerin sivil bir mahkemede darbe yapmaya teşebbüs suçundan yargılandığı bir dava olarak önem arz etmektedir.  

Askeri casusluk soruşturması sırasında Eskişehir ve Gölcük Donanma Komutanlığı’nda tesadüfen ele geçirilen belgelerle kapsamı genişletilen Balyoz davası, sanıkların bir kaç kez tutuklanıp salıverilmesi, sanık müdafilerinin duruşmalara gelmemesi ve duruşma savcısının Ceza Muhakemesi Kanununun 19. maddesini gerekçe göstererek başka bir mahkemeye naklini  talep etmesi gibi nedenlerle kamuoyunun gündeminden hiç düşmemiştir. 

Göründüğü kadarıyla, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını açıklamasından sonra, muhtemel bir mahkumiyet halinde Yargıtay aşamasında, Anayasa Mahkemesinde bireysel başvuru yoluyla veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde  adil yargılama hakkının ihlaline ilişkin şikayetlerin incelenmesi söz konusu olacaktır.

Özellikle, sanık müdafilerinin taleplerinin mahkemece yerine getirilmemesi gerekçesiyle duruşmaları uzunca bir süre boykot etmesi ve İstanbul Barosu’nun Mahkeme’nin talebine rağmen müdafi görevlendirmekten imtina etmesi iç hukukumuzda ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürülen davalar da eşine rastlanır bir durum değildir. Bu tür bir yargısal savunma stratejisine hukukilik atfedilip edilemeyeceği Yargıtay ve muhtemel bir AYM ve AİHM içtihatları ile açıklığa kavuşacaktır.

Bununla beraber, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde ifadesini bulan "adil yargılanma hakkı" ile ilgili mevcut AİHM içtihatları bağlamında konuyu irdelediğimizde, savunma avukatlarının bir mahkumiyet kararı karşısında bel bağladıkları "duruşmalara gelmeyerek davayı kilitleme stratejisinin" adil yargılama ilkesinin hedefleri ile örtüşmediği ve sanık müdafilerinin tutumunun sanığın adil yargılanma hakkını müdafilerce bilinçli olarak tehlikeye atıldığı ileri sürülebilir.

Zira, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile tanınan hiç bir hak, bizzat bu hakkın kötüye kullanılması suretiyle güvence altına alınmaya çalışılamaz. Aksi bir durum evrensel hukuk kuralları ile bağdaşmayacağı gibi başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere iç hukuk kuralları ile de bağdaşmaz. Türk Medeni Kanunun 2. maddesi, herkesin haklarını kullanırken dürüstlük kurallarına uymak zorunda olduğunun ve bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunamayacağının altını çizmektedir. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, Sözleşmeyle güvence altına alınmış bir hakkın ihlal edildiği iddiasıyla başvuruda bulunan kişinin bu hak ihlaline kendi kusuruyla sebep olması durumunda, davalı devletin sorumlu tutulamayacağına içtihatlarında vermiştir. Örneğin, AİHM, Monnet/Fransa kararında 7 yıl 1 ay süren boşanma, nafaka,velayet davasında başvurucunun davasını gerekli özenle takip etmeyip, gereksiz uzamaya sayısız dilekçe vermesi sebebi ile neden olduğunu belirterek, adil yargılanma hakkına ilişkin bir ihlal olmadığı yönünde karar vermiştir. 

Dolayısıyla, 19 temmuz 2010 yılında başlayan ve çoğunluğu üst düzey subay olan 367 sanıklı karmaşık bir davada, Mahkeme’nin tüm engellemelere rağmen 2 yıl gibi bir sürede karar aşamasına gelmesi yargılamanın makul sürede bitirilemediği ve uzun tutukluluk iddialarını hiç bir şekilde gündeme getirmeyecektir.  Burada olsa olsa savunma hakkının kısıtlanması nedeniyle bir ihlalin olup olmadığı tartışılacaktır. Elbette bu tartışmada ceza muhakemesi hukukuna hakim olan ilkeler ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde yapılacaktır. 

Bu perspektiften bakıldığında ise, savunma yapmamakta direnen bir sanığın hakkında bir hüküm verilemeyeceğine dair bir kısıtlama yoktur. Önemli olan bu hakkın serbestçe tanınması ve hakkın kullanılmasının herhangi bir kısıtlamaya veya engellemeye tabi tutulmamasıdır. Yoksa soruşturma veya kovuşturma aşamasında susma hakkını kullanan sanığın zorla konuşturulması mümkün olmadığı gibi, savunma hakkını kullanmaktan bilinçli ve belki de kötüniyetli olarak imtina eden bir sanığın zorla savunmasını almakta mümkün olmayacaktır.

Son olarak belirtmek gerekir ki, savunma avukatlarının Mahkemece taleplerinin yerine getirilmediği için davayı boykot etmesi ceza muhakemesi hukukunda yeri olan ve haklı görülebilecek bir uygulama değildir. Bunun temel gerekçesi, sanık müdafiinin kamusal bir yargılama makamı olan "müdafilik makamını" işgal etmesidir. Ülkemizin de içinde yer aldığı Kıta Avrupası Hukuk Sistemi’nde, Anglo Sakson Sistemi’nin aksine müdafi yargılamanın bir tarafı olmayıp, kamu adına sanığı savunan makamdır.  Bu bakımdan müdafi bir taraftan sanığın hak ve menfaatlerini korurken diğer taraftan da kamunun menfaatlerini gözetecek ve tarafsız bir şekilde müdafilik görevini yerine getirecektir. İşte bu nedenle ceza yargılamasında sanığı savunan süjeye "avukat" değil "müdafi" sıfatı verilmiştir. Teknik olarak müdafi ve avukat ayırımın pratik önemi burada yatmaktadır. 

Bu itibarla, elindeki bütün argümanları kaybettiği veya güçlü deliller karşısında başkaca yapacak bir şey bulamadığı için duruşmaları boykot etmek, bir yargılama süjesi olan müdafiden beklenecek bir davranış olmasa gerektir. Muhtemelen ne temyiz mahkemesi ne de diğer yüksek mahkemeler müdafilerin bu hukuken hatalı savunma stratejilerine, yaptıkları incelemelerde prim vermeyeceklerdir.