15 Nisan 2009 Çarşamba

TSK’da kırılma noktası / Şamil Tayyar

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un davetlisi olarak Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki toplantıdaydık. Emekli komutanlar, akademi öğrencisi subaylar, sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin yanı sıra 200’e yakın davetli gazeteci vardı.
Salonun panaromik görüntüsü, ilk bakışta tuhaf geldi bana. Sanırım, gelişmiş demokrasilere sahip hiçbir ülkede bir genelkurmay başkanı, çözümü siyaset kurumuna ait sorunlara ilişkin değerlendirme toplantısı düzenlemez. Böyle bir toplantı düzenlense bile ülkenin tüm ileri gelen gazetecileri koştururcasına o salona doluşmaz. Bu tablo bile gösteriyor ki, Türk demokrasisinin kendine özgü koşulları var. Buna rağmen o tuhaflık, Başbuğ’un salona girişi sırasında gösterdi kendini. Öndeki protokol ve en gerideki sıralara yerleşen subaylar tümden ayağa kalkarken, sivillerin yerleştiği orta sıralarda ‘dalgalanma’ oldu. Özellikle gazeteciler birbirlerine baktılar, ayağa kalkılıp kalkılmayacağı konusunda tereddütleri vardı anlaşılan. Kimileri uydu protokole, kimileri oturmayı tercih etti.
İlker Paşa ise üç eski genelkurmay başkanının arasına oturdu; solda Hüseyin Kıvrıkoğlu, sağda İsmail Hakkı Karadayı ve Yaşar Büyükanıt vardı. Konuşması ise tahminlerin aksine daha uzun sürdü. Başbuğ, kürsüye üniformalı çıktı, ancak bir üniversitede öğretim üyeliği yapan akademisyen edasında konuştu. Zaten kendi de sivil-asker ilişkileri, terör, terörle mücadele, demokrasi ve laiklik konularındaki aktüel tartışma konularına akademik pencereden bakmaya çalıştığını anlattı. Ancak ‘akademisyen edasında’ derken kastım, son Ergenekon dalgasında gözaltına alınan darbeci akademisyenlere gönderme yapmak değildi. Sanki onlar postal içinde üniformalı, Başbuğ sivildi.
Genel hatlarıyla demokrasiyi önemseyen, temel hak ve özgürlükleri referans alan bir general vardı karşımızda. Her fikre açıldı Başbuğ’u dinlerken farklı düşüncelere sahip gazetecilere yönelik davetin gerisinde yatan temel nedene dair fikir sahibi oldum. Başbuğ, ezber bozan açıklamalarını her fikre tanıtma kaygısı içinde gibiydi. Anlaşılmak istiyordu. O nedenle fikir yelpazesinin açısını çok geniş tuttu. Uzlaşmacı, sorgulayıcı, birleştirici bir yaklaşım içinde, dargın veya kırgın olduğu her kesimle barışmak ister gibiydi. Tek istisnası vardı; o da dini cemaatler.
Din eksenli cemaatlere karşı sert tepki gösterirken, ‘irtica’ kavramını kullanmaktan kaçınması dikkat çekiciydi. Sıkça ‘mütedeyyin’ ifadesine sarıldı. ‘Mürteci’ ve ‘mütedeyyin’ ayrımı, asker açısından orijinal bir yaklaşımdır. İlk defa bir genelkurmay başkanı ‘irtica’ tartışmasına akılcı ve gerçekçi yaklaştı. Keşke, CHP de aynı duyarlılığı gösterebilse.
Başbuğ’un bu minvalde orduyu ‘peygamber ocağı’ olarak tanımlaması, çok dikkat çekiciydi. Başbuğ’un şaşırtan ikinci önemli mesajı, kimlik tartışmasına yönelik olanıydı. Düne kadar harp okullarında ‘kart-kurt’ olarak anlatılan Kürtlere Harp Akademisi’nde Başbuğ’un dilinden ‘alt kimlik’ verildi. Elbette, genelkurmay başkanı kimlik dağıtıcısı değildir. Ancak askerlerin Kürt meselesine köhnemiş kavramları terk ederek çözüm aramaya başlaması hafife alınmamalıdır. Başbakan Erdoğan’ın geçmişteki benzer ifadelerini kimi komutanların nasıl bir ‘ihanet’ kampanyasına dönüştürdüğü unutulmasın.
Af mesajı
En az onun kadar önemli mesajı, PKK’nın toplumsal zemininin kaydırılmasına yönelik çözüm önerisiydi. İlk defa kamuoyuna açık şekilde ‘af’ mesajı verdiler. Mesajdan çıkardığım kadarıyla, TCK’daki etkin pişmanlık maddesinin revize edilerek yeniden düzenlenmesi konusunda hükümete öneride bulundu. Böylece, bir süre önce Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın dile getirdiği Kürt açılımına Başbuğ da sahip çıkmış oldu. Hele şu söz her şeyi anlatmaya yeter artar bile; ‘Terörist de neticede insandır... Çeşitli nedenlerle evlatlarını örgüte kaptıran ana ve babaların duydukları acıları ve onların içinde bulundukları durumları da düşünmek ve onları anlamak zorundayız.’
Yine ilk defa bir genelkurmay başkanından çocukları PKK’da bulunan ana ve babalara ‘insani’ mesajlar gönderildiğine tanık olduk. Atatürk’ün bir sözüne atıfta bulunarak cumhuriyeti ‘Türkiye halkı’nın kurduğuna dikkat çeken Başbuğ, bu ifadedeki ‘Türkiye’ sözcüğünün çekilerek yerine ‘Türk’ kavramının konmasının etnik milliyetçilik olacağını anlattı. Aynı şekilde dini azınlıklara yönelik parlamentoda temsil temennisinde bulunması da Başbuğ açılımının boyutlarını ortaya koyan bir diğer önemli mesajdı.
Demokrasiye sadakat
Ezber bozan bu açıklamalara ilave olarak Başbuğ’un laiklik vurgusuna demokrasi kavramını eklemesi ise üzerinde durulması gereken açıklamadır. Israrla, TSK’nın demokrasiye bağlı olduğunun altını çizerek, temel hak ve özgürlüklerin önemine değindi. Tüm bu özgürlükçü açılımlara rağmen Başbuğ’un hala bazı şüphelerden kendini kurtaramadığı izlenimini edindim. Demokrasi kisvesi altında TSK’nin sistematik olarak yıpratılmaya çalışıldığını ve kasıtlı olarak din düşmanı kurum gibi gösterilmek istendiğini söyledi. Belki bazı kaygılarında haklı olabilir ama sepetteki çürük elmaların temizlenmesine yönelik yayınları sözkonusu sistematik yıpratma kampanyası içinde değerlendirmenin yanlış olacağını düşünüyorum. Görüyorum ki, hala ‘şüpheler’ diyalog süreci önünde engel olarak duruyor. Umudum, bu korku bariyerinin de aşılması yönündedir. Her şeye rağmen, Başbuğ’un dünkü demokratik açılımı, TSK tarihi açısından bir kırılma noktasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder