16 Nisan 2009 Perşembe

Cemaatten korkulur mu? / Fehmi Koru

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un 'yıllık değerlendirme toplantısı' sırasında yaptığı uzun konuşmada projektörlerin en kısa süren 'cemaat' bölümü üzerinde yoğunlaşması hayret verici bir şey... Bir askerin ağzından 'ilk kez' çıkan o kadar önemli başka konular varken, konuşmanın iç tutarlılığı en az bölümünün öne çıkartılmasını anlamak mümkün değil.
'Modernlik' ile 'cemaatleşme' olgusunu birbirine ters görüyor Genelkurmay Başkanı. Oysa 'modern zamanlar'ın ittiği yalnızlıktan bunalan, teknolojinin kendisini köşeye sıkıştırdığını fark eden bireyin bulduğu neredeyse tek çıkış yolu, 'grup' veya 'cemaat' aidiyeti oluyor. Modern çağın tehditlerine karşı kendisi gibi olanlarla biraraya gelerek ayakta kalmaya çabalıyor 'modern' birey... Hemen her ülkede karşımıza çıkan 'sivil toplum' özendirmesinin altında bu gerçeklik yatıyor.

'Cemaat' gerçeği 'modern hayat' ile yakından ilişkilidir.
Konuşmasının bütününden Org. Başbuğ'un meramının bütün gruplaşmalar veya cemaatleşmeler olmadığı anlaşılıyor. Zaten dün gazetelere yansıyan yorumlar da, konuşmanın o bölümünün askerin belli bir 'cemaate' mesajı olduğuna işaret ediyor. 'Din istismarı' ve 'güç kazanımı ile sosyal ve siyasi hayat üzerine ağırlığını koyma arayışı' tespiti o cemaat ile ilgiliymiş. Cemaat, Türk Silâhlı Kuvvetleri'ni (TSK), önündeki en büyük engel olarak görmekteymiş.

Acaba?
Her toplumsal organizma mâkul bir siyasi zemin üzerinde faaliyet gösterir. Bir-iki insan 'kandırmaca' ile çalışan bir yanlışlık üzerinde birleşebilir, ama grup veya cemaat üyelerinin sayısı ne kadar artarsa yanılma oranı da o kadar azalır. Göz göre göre herkesi aldatan güçlü bir cemaat yapılanması pek söz konusu olmaz.

Kimse TSK'nın kendi iç-disiplinini bozmasını istemiyor; bu sebeple -meselâ- Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla tasfiyeye itiraz edenlerimiz bile, tasfiyeye değil bunun yargı denetimine tâbi olmayan YAŞ kararıyla yapılmasına itiraz ediyor. TSK mensuplarının gurur ve onuruyla oynayan, kurum olarak onu karalamaya cür'et edenle yasal çerçeve içerisinde elbette mücadele edilmelidir.

Tabii şu gerçeği unutmadan: Ülkemizde bazı kişi ve çevreler 'dinî' olandan hoşlanmıyorlar. 'Din' kokusu alınan her şey onlar için bir 'tehlike'; varlıkları için bir 'tehdit'... Kendi 'yaşam tarzları' üzerine tir tir titriyorlar ve kaybetmemek için büyük bir mücadele veriyorlar da, 'başka tür yaşam tarzları' da olabileceğini kabul etmekte zorlanıyorlar. Hele o 'başka tür yaşam tarzı' bir biçimde 'din' ile ilintiliyse ona şiddetle karşı çıkıyorlar.
Dikkat edin, burada, devlete veya kamusal alana müdahaleden, sisteme dönük taleplerden bahis açmıyoruz; bireysel tercihlerden söz ediyoruz.
Bireysel tercih bir biçimde 'din' ile irtibatlıysa, hele o tercihlerin sahipleri biraraya gelerek tavır koyuyorsa bu neden 'tehdit' algılamasına değer görülsün? Bizde de Avrupa'da (hatta bu alanda öykündüğümüz Fransa'da) yürürlükte olan 'lâiklik' anlayışı hâkim olsaydı, kilisenin (bizde özerk Diyanet'in) açması gereken okulları cemaatler açıyor.
İnsanlarımız rahatlarını bozup dünyanın dört bir köşesine dağılarak Türk bayrağı dalgalandıran, Türkçe öğreten okullar açıyor... Bu fedakârlıkları görmezden gelip onları harekete geçiren dinamiği 'tehdit algılaması' içine almak gerçekten yadırgatıcı...
Aşırılıkları yok mudur cemaatlerin (veya hedef tek bir cemaatsa onun)? Elbette olabilir. Ancak o aşırılıkların pek çoğunun 'tehdit' algılamasına karşı geliştirilmiş 'korunma' mekanizmalarıyla ilgili olma ihtimali çok yüksek.

Demokratik hukuk devletleri, gerçekten demokratik iseler, bireylerden olduğu kadar gruplaşmalardan da korkmazlar. Korkmaları için bir sebep yoktur çünkü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder