14 Mayıs 2013 Salı

İstiklal Mahkemesi arşivi, Meclis Başkanı’nın iki dudağı arasında

13 Mayıs 2013 / MUHSİN ÖZTÜRK
Tek parti dönemi tartışmaları bitecek gibi değil. Madem güncel hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor, daha yakından izlemekte fayda var. Ahmet Demirel’in “Tek Parti’nin İktidarı”nı okumak buna dâhil.
Ahmet Demirel, “Tek Parti’nin İktidarı” kitabında dönemin seçimlerini ve Meclis yapısını ele alıyor. O zaman halk doğrudan milletvekillerine değil, onları seçecek ikinci seçmene oy veriyor. Onlar da belli adayların vekilliğini onaylıyor. İkinci seçmenler de milletvekili adayları da tek partinin yani CHP’nin belirlediği isimler. Aslında ortada bir ‘seçim’den söz etmek zor. 46 seçimleriyle ilgili ‘açık oy gizli tasnif’ ilkesi bütün tek parti dönemi için geçerli. Ama yine de Meclis’lerin oluşumu paralelinde tek partide olan bitenleri izlemek çok ilginç.
Milletvekillerinin doğum yerlerine göre dağılımında Balkan kökenlilerin yüzde 20’lerde seyretmesini önemsiyor Ahmet Demirel. 1935’te Balkan kökenliler Marmara’dan sonra Meclis’teki ikinci büyük çoğunluğu oluşturuyor. Demirel, tek parti dönemini 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu’yla başlatıyor. ‘Tek adam’lı devrin ilk seçiminde (1927) halkın seçime katılımı yüzde 23 civarında. 1920’den 43 yılına kadar Atatürk döneminde 5, İnönü döneminde 2, toplam 7 seçim yapılıyor. 3. seçimle Meclis anlamını yitiriyor. Neredeyse önlerine gelen her teklif oybirliği ile kabul ediliyor. Oybirliği oranı şöyle: 1927-31 arasında yüzde 96,6, 1931-35 arasında yüzde 93,9, 1935-39 arasında yüzde 98,4, 1939-43 arasında yüzde 99,1, 1943-46 arasında yüzde 95. Aynı oran 1920-23 arasında yüzde 2,5, 1923-27 arasında da yüzde 31,8 idi. “Zaten 27’den 46’ya kadar olan dönemde tutanakların konuşma bölümü çok incedir. Kim neden konuşsun ki! Birisi çıkıyor CHP’nin resmî görüşünü söylüyor, gidiyor.” diyor Demirel. Kurtuluş Savaşını yöneten,  devleti kuran Meclis’in, nasıl işlevsiz hale geldiğini görmek için anlamlı bir çalışma.
Serbest Fırka deneyiminden sonra seçkinci havayı kırmak için 1931’de 20 ‘köylü ve amele’nin milletvekili yapılması kitabın en ilginç bölümlerinden biri. Recep Peker imzalı telgrafın 4. maddesi şöyle: “Meclis’teki hayatında hal ve vaziyeti ve kıyafeti esas memleketindeki gibi olacak, meclis içtimalarına ve her yerde kasketi, poturu ile gelecek, gündelik hayat ve yaşama tarzını değiştirmeyecek, yalnız merasim günlerinde herkes gibi frak-jaket-redingot giyecek.”
-Yüzde 2 oybirliği ile karar alan 1920 Meclis’i, nasıl oluyor da 10 yıl sonra yüzde 96 noktasına geliyor?
23 seçimleri en kritik seçim. 1. Meclis’te ciddi muhalefet var. 23 seçimlerinde ilk olarak bu muhalefet yok edilmek isteniyor. Orada ciddi demokrasi havası var, onu birdenbire kesmek kolay olmayacağı için 9 ilde 2. seçmenlere fazla kişi arasından seçme hakkı veriyorlar. 3 milletvekili seçilecekse Halk Fırkası 9 aday gösteriyor. 57 ilde milletvekili sayısı kadar aday gösteriliyor. Seçim öncesinde Lozan daha imzalanmadığı için muhalifler ‘Bizim görevimiz Millî Mücadele’yi başarıyla götürmekti, onu yaptık. Lozan’da kargaşa ortamı olmasın, biz buna mâni olmayalım, biz seçimlere katılmıyoruz.’ diyorlar. Öte taraftan İttihatçıların bir kısmı Atatürk’ün liderliğini benimsedi, bir kısmı benimsemedi. Benimsemeyenlerin seçimlere girmesinin önü kesiliyor. Dolayısıyla 23’te istenen sonuç alınıyor. Artık 1. Meclis’e göre çok sakin bir Meclis var. Anayasa oylamasında parti içi muhalefet çıkıyor, orada da esas konu Atatürk’ün yetkileri. Cumhurbaşkanlığı süresi 7 yılken 4 yıla indiriyorlar. Atatürk’ün veto yetkisi ve Meclis’i feshetme yetkisi var, kaldırıyorlar. Ki, bunların hepsi Atatürk’ün seçtirdiği insanlar. Ardından Terakkiperver Fırkası’yla Millî Mücadele ekibi ikiye ayrılıyor. Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy vs…
-Bu çıkış çok iyi sonuçlanmıyor.
O dönem çalkantılı. Arkadan malum Şeyh Sait isyanı çıkacak. Takrir-i Sükûn hükümete her şeyi re’sen yasaklama yetkisi veriyor. İzmir Suikastı davalarında İttihatçılar tasfiye ediliyor, idamlar vs. 27 seçimlerinde her yerde kaç kişi seçilecekse o kadar kişi aday gösteriliyor. Başkası seçilemesin diye. O seçimler tamamen siyasetin tasfiyesi demek. 1927’den 43’e kadar Meclis’te isim belirterek oy kullanma var, onlar tek tek tutanaklardan takip edilebiliyor. Eşim Meral Demirel bir çalışma yaptı. 580 bin 500 kullanılan oy var bu dönemde, bunun 580 bin 250’si kabul oyu. Yani oran yüzde 99,9. Tek aykırı ses yok. Buna Serbest Fırka’nın kullandığı oylar, Adnan Menderes’ler, köylü-işçi milletvekilleri, bağımsız seçilenler dâhil. Müthiş bir ‘oybirliği demokrasisi’, Mete Hoca’nın dediği gibi.
-Bunu sağlamak için her türlü tedbir alınmış görünüyor. Şimdiye kadar CHP grup toplantılarının niye gizli kaldığını da izah ediyor aslında değil mi?
24 Anayasası’na baktığımızda Meclis’i çok üstün bir yere koyar. Egemenlik millete aittir. Millet, egemenliği sadece Meclis eliyle kullanır. Tam bir demokrasi portresi çizer. CHP tüzüğüne bakıyoruz. Parti vekilleri Meclis’te kafalarına göre konuşamıyorlar. Söyleyecek bir şeyin varsa gelip grup toplantısında konuşacaksın. Grup toplantıları gizlidir. Birkaç husus dışında, kamuoyuna da açıklanmamıştır. Grup içinde konuşmak serbest, çünkü gizli kalıyor. Bir karar alınınca tüzük diyor ki; ‘bu karar dışında oy kullanmak, konuşmak yasak’. Ayrıca Meclis’e gitmemek de yasak. Alınan karar doğrultusunda oy kullanacaksın. Genel kurulda itiraz edemezsin. Bunun cezası birincisinde ihtar, ikincisinde kınama vs. üçüncüsünde partiden ayrılma.
-Aykırı oy kullanacak potansiyelde birisi var mıydı?
Yoktu tabii.
-24 Anayasası’ndan övgüyle söz edilir, oysaki...
Bence metin olarak iyi bir anayasa. 61’in çok üstünde. Ortada bir anayasa var ama hayata geçmiyor. Yürürlükteki anayasa partinin programı ve tüzüğü. Temel hak ve özgürlükler zannedildiği gibi 61’de gelmiyor, 24’te hepsi var. Tabii, 1935’te düşünce özgürlüğü var mıydı? Durum bu. 24’ün zayıf tarafı Meclis’e aşırı yetki verdiği için, Meclis’i kontrol edecek, yapılan işin doğruluğunu yanlışlığını ölçebilecek bir mekanizma yok.
-27’den sonra Meclis’in bir hükmü kalmıyor ama korunuyor. Bunu nasıl izah edebiliriz?
O sembolik açıdan önemli. 1908’den beri kesintisiz gelen bir Meclis geleneği var. 1908-12-14-19-20-23-27. Yaklaşık 20 yıllık bir gelenek bu. 27’den itibaren de kanun çıkarmak istendiğinde karşı çıkan yok, son derece uysal bir Meclis. 28-29-30’lara kadar rejimi tehdit edecek bir muhalefet yok. Bu görüntünün korunması Atatürk’ün Millî Mücadele’ye girişirken vurguladığı Hâkimiyet-i Milliye ile ilgili biraz. ‘İstanbul’da padişah Meclis’i feshetti, seçimleri de yapmadı, dolayısıyla biz Anadolu’da halk egemenliğine dayanarak iş yapıyoruz’ deniyor. Dolayısıyla Meclis tek parti döneminde hep vardır. Büyük toplumsal dönüşüm olurken bir Meclis olmasa ‘tepeden insanlar geldi, işte bize empoze ediyorlar’ gibi bir şey olacak. Halkta ‘ben de yönetime katılıyorum’ hissiyatı uyandırmak isteniyor. Aydın kesiminin de bu zihniyetin yerleşmesinde büyük payı oldu. Bence Meclis’in tutulması iyi bir şey. Türkiye’de problemler olsa da en düzgün yaptığımız şeylerden biri seçimler. Geleneğin yerleşmesine çok katkısı oldu.
-Homojen bir Meclis varken Serbest Fırka deneyimi neye tekabül ediyor peki?
29’daki dünya buhranı bizi çok sarsıyor. Bu bir finans krizidir aslında. Bizim tüccar dışarıdan borç alıyor, onları ödeyemiyor vs. İkincisi, Atatürk de ‘bir sürü reform yaptık, acaba bunun halkta nasıl bir karşılığı var’ diye merak ediyor. Muhalif bir şey var mı, varsa kim bunlar? Bunu da, en güvendiği, Sofya günlerinden beri beraber olduğu, Anadolu’ya çıkmadan önce beraber gazete çıkardığı, o sıralarda Paris’te büyükelçi olan Ali Fethi Okyar’la yapıyor. Partinin ismini Atatürk koyuyor, hangi milletvekillerinin CHP’den istifa edip Serbest Fırka’ya (SF) katılacağına o karar veriyor. Hazineden ne kadar yardım olacağına kadar… Sonuçta tamamen güdümlü bir muhalefet. Fakat parti kurulduktan sonra doğrudan halkın oy kullanabildiği belediye seçimlerinde hem İçel’i (Silifke) hem de Samsun’u Serbest Fırka alınca bu korkuya sebep oluyor. İzmir mitingi vs. Atatürk, ‘Hatırlatırım ben de CHP’nin kurucusuyum’ deyince Fethi Okyar ‘Ben partiyi kapattım’ diyor.
-Meclis’te bir muhalefet görüntüsü olsun çabası başka yollarla sürüyor herhâlde?
Tabii. SF kapanıyor, ardından 31 seçimlerinde de Meclis’te bağımsızlar olsun, onun için bazı illerde eksik aday gösterelim, deniyor. Sözgelimi Kütahya’da 6 kişi seçilecek, CHP 4 aday gösteriyor, 2’si boş bırakılıyor. Bazı bağımsız adaylar başvuruyor. CHP el altından ikinci seçmenlere, “Bu bağımsızlardan falancayla filancayı seçeceksin.” diyor. CHP destekli bağımsızlar… Bu o kadar belli ki. İstanbul’da en çok oyu alan 18 kişi seçilir, deniyor. Kaç tane oy aldığı önemli değil. CHP 12 aday gösterdi. Bağımsızlardan altısı, bir-iki oy alsa dahi ilk 18’e girebilecek. 31 seçimlerinde ikinci seçmen ‘bağımsızlardan falancaya oy vereceğim’ dediğinde üstüne yürüyorlar. Çünkü bağımsız başvuran 48 adaydan hiçbirini beğenmiyorlar, ikinci seçmenlere de İstanbul’da kimseye oy vermeyin, diyorlar. Hiç kimse seçilmiyor bağımsız olarak. Binden fazla ikinci seçmenden bir tane bile oy çıkmaz mı, çıkmıyor. Bir isim kaysa seçilecek adam. Sayım gizli olduğu için kaçmış olsa bile onlar muhtemelen düzeltilmiştir de… Bazı illerde bağımsızlardan birine oy vermeye başlıyorlar bazı ikinci seçmenler. Bunun üzerine başka yerden aday olmasına rağmen İsmet Paşa’ya oy veriyorlar. Ve İsmet Paşa onu geçiyor, iki yerde birden seçiliyor. Sonra oradan istifa ediyor. Orası boş kaldığında alttan ‘en çok oyu alan’ gelmiyor. Bu seçilen 22 bağımsızın çoğu Meclis açılınca CHP’ye geçiyor. Geriye 7 bağımsız kalıyor. Bunların da kullandığı bir iki muhalif oy var toplamda.
-Bağımsızlardan muhalif bir adam giriyor mu Meclis’e?
Yok, hiç yok.
-Kitabınızda köylü ve amele milletvekili seçimini anlattığınız bölüm şaşırtıcıydı.
31’e gelindiğinde profil olarak çok elit bir Meclis var. Çiftçi-tüccar var ama onlar hakikaten geniş arazi sahipleri. Adnan Menderes gibi... SF büyük bir toplumsal destek aldı, o zaman şöyle bir şey yapalım deniyor. Bir yandan bağımsızlar seçilsin, bir yandan da sıradan insanlara ‘bir gün ben de Meclis’te olabilirim’ düşüncesini vermek için resmen maden ocaklarından ustabaşılarını tarlalardan da çiftleri alıp Meclis’e sokuyorlar 31’de (20 kişi). Az çok toprağı olsun, Millî Mücadele’de sakat bir tarafı olmasın, Meclis’te özel resepsiyonlar dışında günlük kıyafetiyle dolaşsın… Tarif de var.
-Tek parti döneminde nasıl bir milletvekili profili çıkıyor karşımıza?
Kolay adapte olan, partiye çok bağlı, pragmatizm hamlelerine ayak uyduran bir profil. Birinci (20) ve İkinci Meclis (23) öyle değil. 27’den sonra bu hâle geliyor. Yerellik diye bir kavram var. Yani siyasete yerel insanlar katılabiliyor mu? Trabzon’dan birisi mi seçiliyor yoksa merkezden biri mi empoze ediliyor? Bu dönem göç olgusu yoğun değil ve insanların yüzde 90’ı doğduğu yerde yerleşik gözüküyor. Dolayısıyla doğduğu yerler ve seçildiği yerler bir fikir verebilirdi. Bunu araştırdım. Birinci ve İkinci Meclis’te yerellik çok yüksek. Yerel düzeyde siyaset yapabiliyor ve partilere katılabiliyorlar. Ama Şeyh Sait isyanı ve 27 seçimlerinden başlayarak bu yerellik özellikle Doğu ve Güneydoğu başta, bir sürü yerde çok düşüyor. 35 seçiminde Doğu ve Güneydoğu’dan seçilen milletvekillerinin yüzde 40’tan çoğu ya İstanbul ya da Balkan kökenli. Çoğu da hayatlarında Güneydoğu’yu hiç görmemiş. Meclis’te Balkan doğumlu çok sayıda insan var. Selanik, Manastır vs. Tek parti dönemini Rumelililer yönetti gibi benim bir iddiam yok ama istatistik böyle gösteriyor. Meclis’teki Balkan doğumlu insan sayısı çok yüksek. Marmara artı Rumeli yüzde 50. Meslek olarak da hâkim, savcı, asker, avukat, üniversite hocası…
-Bu dönemde yazılan pek çok Kürt raporu var. Peki, Meclis’te durum nasıl?
‘Millî Mücadele’yi beraber yaptık’ anlayışından ‘Kürtler Türklerin bir çeşididir’ anlayışına geçildiğinde, 1927’den 46’ya kadar Kürt sözcüğü kullanıldı mı diye taradım Meclis konuşmalarını. 4-5 yerde geçiyor, onlar da Kürt İdris, Kürt Mustafa gibi, lakaplarında. Bir iki yerde Kürtler Ermeniler gibi bize ihanet edecek diye ağzından kaçırıyor birisi. Bu arada, milletvekillerine seçim bölgesi olmayan illeri teftiş etme görevi verirler o dönem. Bunların hepsi başbakanlık arşivinde var ama hiç ellenmedi. Sonuç itibarıyla Doğu ve Güneydoğu’nun tek parti döneminde tamamen Meclis dışına itildiğini görüyoruz. DP’yle birlikte yeniden kuruluyor bu bağ. DP yerel adaylar koyunca CHP de yerel adaylar buluyor.
-Atatürk’ün ölümüyle bir kırılma yaşanıyor mu peki?
38’de Atatürk’ün rahatsızlığı iyice artınca Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Kılıç Ali gibi isimler İnönü’yü cumhurbaşkanı seçtirmemek için bayağı uğraşıyor. 39 seçimlerinde de İnönü onları milletvekili adayı göstermiyor. Parti merkezi o kadar güçlü ki onun başına geçen kimi isterse o seçiliyor. Şükrü Kaya gibi tek parti döneminin içişleri bakanı bile seçilemiyor. Aynı sene Kazım Karabekir milletvekili oluyor, Meclis başkanıyken hayata gözlerini yumuyor. İnönü, ikinci grubun lideri Hüseyin Avni Ulaş’ı noter yapıyor, Birinci Meclis’te bağımsızların lideri olan Abdülkadir Kemal Ögütçü’yü de Bergama’ya hâkim yapıyor.
-Atatürk-İnönü karşılaştırması çok yapılır, siz ne dersiniz?
Atatürk çok daha radikaldir, İnönü ise temkinli. İnönü ‘olası sonuçlara’ bakar. 19 Mayıs’ta Atatürk Samsun’a çıktı, ondan önce de nisanda Karabekir çıkmıştı. Bir senedir Anadolu millî mücadele hareketi varken bile, İnönü İstanbul’dan ‘bakalım ne olacak’ diye bakıyor. İleriki siyasi kariyerinde de öyle.
-Cumhuriyet’i kuran ekibin bir kısmı için herhâlde 27’den sonrası hayal kırıklığı oluyor değil mi?
Batılı tarzı modernleşmeye çok tepkileri yok, yönteme karşılar. Daha radikal olunca ve insanları işin içine katmayınca iş terse döndü. Halk benimsemeden bir şey olmuyor. Aslında Karabekir de aynılarını yapardı. “Millî Mücadele’yi kazandık ve şimdi yeni bir devlet oluşuyor ama bu devlette de tıpkı İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi hürriyet, eşitlik diye başlayıp çok kısa zamanda kişisel yönetimlerin altına girme riski var.” diyorlar. Atatürk çok yetkili, istediği kişiyi seçtiriyor. Konu politikalar değil daha çok.
-Tek parti tartışması bizim siyasi hayatımızın hâlâ sıcak bir konusu, bu tuhaf değil mi?
Tek parti çok uzakta değil. Tarihte olmuş bitmiş şeyleri oturup entelektüel bir şeyle ilgileniyormuş gibi görmüyorum. Tabii siyasi malzeme de yapılıyor o ayrı. Bence bugün tek parti düşüncesi ciddi bir şekilde sürüyor. Bir kere CHP’de devam ediyor. CHP hiçbir zaman Batılı bir parti olmadı. 73-77 Ecevit dönemi, 80 sonrası ilk SHP dönemindeki farklılaşmaya rağmen. Yine eski CHP’ye dönüldü. Tek parti zaten kendi geçmişi. Dersim’in neyine sahip çıkacaksın ama sahip çıkıyor hâlâ. Bu sadece partiyi değil, askerî ve sivil bürokrasiyi de çok fena sarmış durumda. Herhangi bir yapısal değişiklik Cumhuriyet’e bir saldırı olarak algılanıyor… Cumhuriyet rejimi kurulurken dindarlar ve Kürtler siyaset dışında kaldı. Bugün olanlara ve iktidar yelpazesine bakarken bunu hatırlamak gerekiyor.
-Sizin eserlerinizle de tek parti külliyatı büyüyor. Nasıl tepki alıyorsunuz peki?
Tek parti dönemi çalışmalarımdan dolayı çok ciddi eleştiri ile karşılaşmadım. Olgusal bir yanlışlık yapılmaması konusunda hassasım. Şuradan, buradan, Soros’tan para alıyorsun, gibi olanları saymıyorum tabii! Mete Tunçay’ın 81’de üniversiteden atılmasına yol açan Tek Parti kitabı yeni bir tarihçi kuşağı üretti. Ben ikinci kuşaktan sayılırım. Müthiş bir genç kuşak var şimdi. Birtakım tabular vardı, onlara artık dokunuluyor. Ama hâlâ kapalı alanlar var. Mesela İstiklal Mahkemesi zabıtları. Bu, Meclis başkanının iki dudağı arasında bir şey. ‘Açın’ dese açılır. Tasnif ediliyor vs. deniyor. 10 yıllık AK Parti döneminde de açılmadı. Genelkurmay’ın arşivine girmek mümkün değil.
-Korunan bir tarih var, bir de değişen bakış açıları. Tarihte olanlarla ilgili ‘Olayımız budur!’ deyip rahatlayamayacak mıyız?
Aslında iki kuşakta bir, 10-15 senede bir tarihi yeniden yazmak lazım. Çünkü değerler değişiyor. Mesela ben 20 sene önce Birinci Meclis’te Muhalefet’i yazarken tek parti döneminin girişinde Türkiye’nin Kürt politikası konusuna hiç değinmedim. Bugün, “Millî Mücadele döneminde Kürt ve Türk birlikteliği var mıydı, ne yaptılar?” bakmak lazım. On sene sonra başka bir şey gündeme gelecek.
27 MAYIS’TAN SONRA MECLİS BÜROKRASİNİN DENETİMİNE GİRDİ!
61 Anayasası ile birlikte MGK, senato, anayasa mahkemesi vs. geliyor. Parlamentonun rolünü ciddi şekilde düşüren bir yapı kuruluyor. Devlet bürokrasisi Meclis’in kararlarını denetleyecek bir organ hâline geliyor. 71’de temel özgürlükler meselesi değiştiriliyor. Devlet güvenlik mahkemeleri geliyor, askerî yargı-sivil yargı ayrışması geliyor. Sayıştay denetimi kalkıyor, ordu bambaşka bir yere oturuyor, MGK kararları 71’de görüş bildirmekten tavsiyeye dönüşüyor. 71-73 değişikliklerinden sonra 61 Anayasası ile 82 Anayasası arasında hiçbir fark kalmıyor.