10 Eylül 2012 / İDRİS GÜRSOY
28 Şubat
sürecinde Refah-Yol hükümetinin ekonomiden sorumlu bakanı Prof. Sabri
Tekir’e göre; 28 Şubat ‘ideolojik kamuflaj altında yapılan bir
soygun’du. Ülkeye maliyeti 300 milyar doları buldu. Peki, bu para nereye
ve kimlere gitti?
Prof. Sabri Tekir, Refah-Yol
hükü-metinde bazı sermaye gruplarının tepkisini çeken başarılı ekonomik
politikaların uygulayıcısıydı. Siyasetten sonra üniversiteye döndü.
Hâlen İzmir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dekanlığı’nı yürütüyor. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun 28
Şubat’ın mali boyutunu araştırmasının önemli olduğunu kaydeden Tekir,
“Ülkemizdeki darbeler ekonomik açıdan sorgulanmış ve sorumluları hesap
vermiş olsaydı sonuç tarihimiz ve kalkınmamız açısından çok farklı
olurdu.” diyor. Eski bakan, darbelerin servet aktarım aracı olduğunu
belirterek 28 Şubat’a özel bir parantez açıyor: “Döviz Tevdiat Hesapları
fonlarının yurtdışında tutulması zorunluluğunun altında Demirel’in
(Süleyman) imzası vardı. TOBB, kuracakları bankaya KOBİ kredilerini
kullandırma tekeli imtiyazı verilmesini istiyordu. Kamu borçlanma
ihtiyacının azalması, banka sahibi basın oligarklarını endişeye sevk
etti.” Tekir, 28 Şubat sürecinde hangi ekonomik politikaların kimleri
neden rahatsız ettiğini ve hazinenin içinin nasıl boşaltıldığını bütün
açıklığı ile anlattı. Komisyona da bilgi vereceğini açıkladı.
-Bir ekonomist olarak 28 Şubat’ı nasıl görüyorsunuz?
28 Şubat ideolojik kamuflaj altında yapılan bir soygundur. Asla iddia edildiği gibi irtica ile mücadele amaçlı bir müdahale değildir. Bu, Türkiye’nin ekonomik yönden belini doğrultmasını istemeyen, kaynaklar üzerindeki hâkimiyetlerini kaybetmek istemeyen güçlerin müdahalesidir. O süreçte görev yapan bazı paşalar da maalesef bu çıkar mücadelesinde bilerek veya bilmeyerek alet olmuşlardır.
-Sizce soygunun miktarı ne kadar?
Kayıp ve yüklerin sadece 28 Şubat sürecinde 300 milyar dolara ulaştığı hesaplanmaktadır. Ben de bu kanaate sahip olanlardanım.
-Müdahalenin arkasında rejimin geleceği ile ilgili endişeler mi yoksa belli çevrelerin çıkarlarının bozulması mı var?
Etkin kesimlerin rejim endişesinden çok çıkar endişeleri vardır. Çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe rejim korunmalı, değilse hangi rejim gelirse gelsin, onlar için önemli değildir. 150 yıllık darbeler döneminde devlet yönetimini halka rağmen ele geçiren güçler, devlet aygıtını kullanarak büyük çıkarlar elde etmiştir. Aslında, 28 Şubat özgün bir olay da değildir. 12 Eylül döneminde de 200 tona yakın altının akıbetinin tartışılması ilginç değil midir?
-Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu ve savcıların ilk defa işin soygun boyutuna el atmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Komisyonun çalışmaları ve darbe soruşturması önemli, hepsini bir araya getirmek lazım. Ülkemizdeki darbeler bu açıdan sorgulanmış ve sorumluları hesap vermiş olsaydı sanırım sonuç tarihimiz ve kalkınmamız açısından çok farklı olurdu.
-Nasıl?
Darbeler vurgun amaçlı veya bazı vurgunlara destek amaçlı tezgâhlanır. Darbeler, holdinglerin kontrolündeki basın yayın organlarının desteği ve yardımı ile kolaylıkla yapılabilir. Demokrasiyi sekteye uğratacak, millî iradeyi yok sayacak bir yetki kullanılamaz, kullanılmamalıdır. Bu tür teşebbüslerde bulunanlar mutlaka hesap vermeli. Siyasi ve hukuki açıdan bu hesap sorma elbette çok önemlidir. Ancak, sorgulanması gereken başka hususlar da vardır. Mesela ekonomik kayıplar, maliyetler, ülkenin geri kalmışlığında etkisi, vurgunlar, soygunlar vs. Asıl bunların sorgulanması gerekir. Çünkü, bu tür çıkarlar ve kötü emeller olmazsa kimse kalkıp darbe yapma riskine katlanmaz.
- 28 Şubat’ın soygun yönü nasıl ortaya çıkarılabilir? Sorulması gereken sorular neler?
1-Müdahale dönemlerinde ve sonrasında hangi kesimler yüzde 120-150 oranında devlet borçlanmasında aktif rol oynadı? 2-Hangi ihaleleri, kimler, nasıl aldı? 3-Hangi teşviklerden ne miktarda yararlandılar? 4-Bankalarda görev zararı olarak gösterilen kredi batıkları kimlere aittir? 5-Yirmi milyar doları bulduğu söylenen banka hortumlamaları hangi holdinglerle ilgilidir? Bunların hepsi enine boyuna sorgulanmalıdır.
-Yabancı ülkelerin darbelere bakışı da ekonomik çıkar noktasından mı?
Batılı ülkeler Türkiye gibi ülkeleri her zaman kendi kontrollerinde tutmak ister. Son iki yüzyıllık tarihimiz buna şahittir. Savaş dönemleri dışında bu kontrol, genellikle darbe, anarşi, iç çatışma gibi araç ve yöntemlerle sağlanır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, borçlandırma, ekonomik krizlere yol açma, gerektiğinde ambargo uygulama gibi araçlar etkin olarak kullanılmaktadır. Kısaca KKBG diye bilinen ‘kamu kesimi borçlanma gereği’ yüksek ve dinamik tutulmak istenir. Böylece, borçlu ülkelere dış politika, iç düzenlemeler ve siyasi yapılanmaların empozesi kolaylıkla sağlanabilir. Bu çok iyi bilinen önemli ve etkili bir yöntemdir. Son 30-40 yıllık dönemde yaşadıklarımız bunun göstergesidir. Refah-Yol hükümeti de uyguladığı KKBG’yi azaltma politikaları sebebiyle düşürülmek istenmiştir.

-Hükümetin hangi ekonomik politikaları neden belli çevreleri rahatsız etti?
Refah-Yol hükümeti borçlanma gereğini azaltma ve kamu maliyesinde disiplini sağlama amaçlı olarak ‘denk bütçe’ uygulamasına çalışmış, bunun yanında ‘Havuz Sistemi’ni devreye sokmuştur. Bu iki uygulama, hükümetimizi borçlanma konusunda son derece rahatlatmıştır. 1997 yılı başında, gelir ve kurumlar vergisi tahsilatı henüz yapılmamış olmasına rağmen, ilk iki aylık bütçe uygulamasından sonra bütçe fazlalık vermeye başlamıştır. Kamu borçlanmasında reel faiz oranı yüzde 40-50 düzeyinden yüzde 3 düzeyine gerilemiştir. Mart ayından itibaren kamu borçlanma ihtiyacı kalmamıştı. Kamu borçlanmasında reel faiz oranı sıfırdı. Sayıştay raporları bunu net olarak göstermektedir.
-Kamunun borçlanma ihtiyacının azalması kimlerin hesabını bozdu?
Kamu borçlanma ihtiyacının azalması, banka sahibi basın oligarklarını endişeye sevk etti. Çünkü, devlete borç vererek yüksek faizlerle beslenen büyük bir finans kesimi vardı. Yatırımları finanse etmek yerine, garantili ve kısa dönem yüksek kârlarla maliyetsiz -devlete borç vererek- çok yüksek oranlarda faiz geliri temin etmek onlar için bulunmaz bir nimetti. Kamu borçlanması yoluyla sağlanan çıkarlar devam etmeliydi. Bankacılık faaliyetleri bu nedenle o kadar kârlı hale gelmişti ki, yeni banka kurma talepleri de yoğunlaşmıştı.
-Geri çevrilen oldu mu?
Mesela, TOBB böyle bir teklifle gelmişti. Kuracakları bankaya KOBİ kredilerini kullandırma tekeli imtiyazı verilmesini istiyorlardı. Gariptir, serbest piyasa savunucuları tekel imtiyazı talebi ile hükümete geliyordu. Böyle bir imtiyaz verilemezdi. Çünkü bu yeni finansal oligarkların oluşmasına katkıda bulunmaktan başka işe yaramazdı. Sonra, bizim gibi dengeli ve adil kalkınma taraflısı bir hükümet için kabulü mümkün değildi. O zamanki TOBB yöneticilerinin darbecilerle bir olup hükümete cephe almaları ve beşli çeteyi kurmalarının altındaki asıl sebep işte bu imtiyazlı banka kurma taleplerinin kabul edilmemesidir.
-Ekonomik politikalar sürdürebilseydi Türkiye bugün nasıl bir noktada olurdu?
Ülke borç bağımlılığından kurtuluyordu. IMF dahil hiçbir uluslararası finans kuruluşundan Refah-Yol hükümeti döneminde dış borç kullanılmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde mali açıdan son derece istisnai bir dönem yaşandığı söylenebilir. Eğer Refah-Yol hükümeti ‘kamu borçlanma gereği’ni azaltıcı politikasındaki bu başarıyı iki yıl daha sürdürebilseydi, Türkiye 150 yıldır yaşadığı borç zincirini kıracak, geri kalmışlık kıskacından kurtulacaktı. Çünkü, kamu borçlanması yoluyla rantiye kesimi tarafından hortumlanan büyük ekonomik kaynaklar ülke kalkınmasının finansmanında kullanılabilecekti. Anadolu sermayesi güçlenecek, halkımızın refah seviyesi yükselecekti.
-Anadolu sermayesinin önü neden kesilmek istendi?
Yıllık yüz milyarlarca dolarlık hortumlanan bu kaynakların yatırımlarda kullanılmasının muhteşem sonuçlarını düşünelim. Bu, Batılı ülkelerin ve onların yerli işbirlikçilerinin işlerine gelmez. Dış ticaretteki Uzakdoğu açılımı ve D-8 yapılanması da bu açıdan ele alınması gereken gelişmelerdir. Bunlar Türkiye’nin yeni küresel yapılanmada öncü rol üstlenmesini sağlıyordu. Yeni bir güç merkezi oluşturuyordu. Dünyanın merkezinde oluşan bu yeni yapılanma Batı’nın ve onların yerli işbirlikçilerinin çıkarlarına elbette ki ters düşecekti. Uluslararası sermayeyi ve çıkar gruplarını rahatsız eden önemli uygulamalardan biri de yurtdışında bulunan Döviz Tevdiat Hesapları’nın (DTH) getirilmesiydi.
-Türkiye’nin döviz sıkıntısı olmasına rağmen DTH neden yurtdışında tutuluyordu? Kimler bundan çıkar sağlıyordu?
Türkiye 500 milyon dolarlık bir krediyi IMF’den rica minnet alabiliyordu. IMF de bunu vermek için şart üstüne şart koşuyordu. Böyle bir ortamda 19 milyar doları bulan DTH yurtdışı bankalarda veya bankalarımızın kurduğu yurtdışı şube/ortak bankalarda tutuluyordu. Bu hesaplara tahakkuk ettirilen faiz oranı, depo hesabı olarak tutulduğundan, yüzde 0,5 ile yüzde 1 arasında değişiyordu. Yani, yok denecek derecede bir faiz geliri sağlıyordu. Söz konusu bankalar da bunları kâğıt üzerinde Türkiye’ye transfer ediyor ve Hazine borçlanmasında kullanıyordu. Kısa bir süre içinde Hazine bonoları ikincil piyasada satılmak suretiyle bu fonlar tekrar yurtdışına çıkarılıyordu. Bütün bunlar kâğıt üzerinde gerçekleştiriliyor ve bu işlemlerden yüz milyonlarca dolarlık kazanç sağlanıyordu. Döviz sıkıntısı ile kıvranan bir ülkenin ne yazık ki bu miktardaki parası dışarıda tutuluyor ve bu da bir kredibilite konusu olarak takdim ediliyordu. Aslına bakılırsa gözlerden uzak işleyen tam bir saadet zinciriydi. Birinci kaynak paketinde var olan 13 milyar doları aşan kaynağın önemli kısmı geri getirilen bu DTH’dan oluşmuştu. Refah-Yol hükümeti bir yıllık iktidarı döneminde hiç dış borç almamıştı. Çünkü yeteri kadar dövizimiz vardı.
-DTH fonlarını yurtdışında kim tutuyordu?
Bu başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere çıkar çevrelerinin şimşeklerini de çeken bir konu olmuştur. Söz konusu DTH fonlarının, 1991 yılında dönemin başbakanı, daha sonra cumhurbaşkanı olan Demirel’in imzasını taşıyan bir genelge ile yurtiçinde tutulması yasaklanmış ve yurtdışına transfer zorunluluğu getirilmişti.
-İç borç seviyesi de düşürüldü?
Refah-Yol hükümeti yüzde 31,5’e kadar yükselmiş olan iç borç servisinin GSMH’ya oranını yüzde 17,4’e düşürmüştü. İlginçtir, darbe sonrasında bu oran yine süratli şekilde eski seviyesine getirilmiş, 2002 yılında da yüzde 51’e kadar yükselmişti. İç borç faiz ödemelerinde de durum aynıdır. İç borç faiz ödemelerinin GSMH’ya oranı 1996 yılında yüzde 9 düzeyinden 1997 yılında yüzde 6,7’ye düşürülmüştür. Hükümet değişikliğinden hemen sonra ise tekrar yüzde 10,6 gibi çok yüksek bir düzeye yükselmiştir. Bu bankacılık sistemine verilmiş bir ulufedir, boyutu da çok büyüktür. Hatta 2001 yılında bu oran yüzde 22,9’a ulaşmıştır.
-GSMH’nın yüzde 10,7’sine ulaşan iç borç faiz ödemesi ne anlama geliyor?
O dönemde yapılan bu orandaki faiz ödemesi, Türkiye’de bir yıllık dönemde yapılan toplam askerî harcamalardan, eğitim ve sağlık harcamalarından daha fazladır. 2002 yılındaki faiz ödemesi ise Türkiye’nin bir yıllık toplam eğitim harcamalarının 4,5 katı, sağlık harcamalarının 5 katı, askerî harcamaların ise 3,5 katı kadardır.
-28 Şubat sürecindeki siyasetçilerin, asker ve sivil bürokratların hesapları inceleniyor? Sonuç alınabilir mi?
Bu tür şeylerin banka hesaplarına aktarılacağını sanmıyorum. Yurtdışı hesaplarda bazı hesaplar tutulur. Mal varlıkları oralarda değerlendirilir.
-Bir ekonomist olarak 28 Şubat’ı nasıl görüyorsunuz?28 Şubat ideolojik kamuflaj altında yapılan bir soygundur. Asla iddia edildiği gibi irtica ile mücadele amaçlı bir müdahale değildir. Bu, Türkiye’nin ekonomik yönden belini doğrultmasını istemeyen, kaynaklar üzerindeki hâkimiyetlerini kaybetmek istemeyen güçlerin müdahalesidir. O süreçte görev yapan bazı paşalar da maalesef bu çıkar mücadelesinde bilerek veya bilmeyerek alet olmuşlardır.
-Sizce soygunun miktarı ne kadar?
Kayıp ve yüklerin sadece 28 Şubat sürecinde 300 milyar dolara ulaştığı hesaplanmaktadır. Ben de bu kanaate sahip olanlardanım.
-Müdahalenin arkasında rejimin geleceği ile ilgili endişeler mi yoksa belli çevrelerin çıkarlarının bozulması mı var?
Etkin kesimlerin rejim endişesinden çok çıkar endişeleri vardır. Çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe rejim korunmalı, değilse hangi rejim gelirse gelsin, onlar için önemli değildir. 150 yıllık darbeler döneminde devlet yönetimini halka rağmen ele geçiren güçler, devlet aygıtını kullanarak büyük çıkarlar elde etmiştir. Aslında, 28 Şubat özgün bir olay da değildir. 12 Eylül döneminde de 200 tona yakın altının akıbetinin tartışılması ilginç değil midir?
-Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu ve savcıların ilk defa işin soygun boyutuna el atmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Komisyonun çalışmaları ve darbe soruşturması önemli, hepsini bir araya getirmek lazım. Ülkemizdeki darbeler bu açıdan sorgulanmış ve sorumluları hesap vermiş olsaydı sanırım sonuç tarihimiz ve kalkınmamız açısından çok farklı olurdu.
-Nasıl?
Darbeler vurgun amaçlı veya bazı vurgunlara destek amaçlı tezgâhlanır. Darbeler, holdinglerin kontrolündeki basın yayın organlarının desteği ve yardımı ile kolaylıkla yapılabilir. Demokrasiyi sekteye uğratacak, millî iradeyi yok sayacak bir yetki kullanılamaz, kullanılmamalıdır. Bu tür teşebbüslerde bulunanlar mutlaka hesap vermeli. Siyasi ve hukuki açıdan bu hesap sorma elbette çok önemlidir. Ancak, sorgulanması gereken başka hususlar da vardır. Mesela ekonomik kayıplar, maliyetler, ülkenin geri kalmışlığında etkisi, vurgunlar, soygunlar vs. Asıl bunların sorgulanması gerekir. Çünkü, bu tür çıkarlar ve kötü emeller olmazsa kimse kalkıp darbe yapma riskine katlanmaz.
- 28 Şubat’ın soygun yönü nasıl ortaya çıkarılabilir? Sorulması gereken sorular neler?
1-Müdahale dönemlerinde ve sonrasında hangi kesimler yüzde 120-150 oranında devlet borçlanmasında aktif rol oynadı? 2-Hangi ihaleleri, kimler, nasıl aldı? 3-Hangi teşviklerden ne miktarda yararlandılar? 4-Bankalarda görev zararı olarak gösterilen kredi batıkları kimlere aittir? 5-Yirmi milyar doları bulduğu söylenen banka hortumlamaları hangi holdinglerle ilgilidir? Bunların hepsi enine boyuna sorgulanmalıdır.
-Yabancı ülkelerin darbelere bakışı da ekonomik çıkar noktasından mı?
Batılı ülkeler Türkiye gibi ülkeleri her zaman kendi kontrollerinde tutmak ister. Son iki yüzyıllık tarihimiz buna şahittir. Savaş dönemleri dışında bu kontrol, genellikle darbe, anarşi, iç çatışma gibi araç ve yöntemlerle sağlanır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, borçlandırma, ekonomik krizlere yol açma, gerektiğinde ambargo uygulama gibi araçlar etkin olarak kullanılmaktadır. Kısaca KKBG diye bilinen ‘kamu kesimi borçlanma gereği’ yüksek ve dinamik tutulmak istenir. Böylece, borçlu ülkelere dış politika, iç düzenlemeler ve siyasi yapılanmaların empozesi kolaylıkla sağlanabilir. Bu çok iyi bilinen önemli ve etkili bir yöntemdir. Son 30-40 yıllık dönemde yaşadıklarımız bunun göstergesidir. Refah-Yol hükümeti de uyguladığı KKBG’yi azaltma politikaları sebebiyle düşürülmek istenmiştir.

-Hükümetin hangi ekonomik politikaları neden belli çevreleri rahatsız etti?
Refah-Yol hükümeti borçlanma gereğini azaltma ve kamu maliyesinde disiplini sağlama amaçlı olarak ‘denk bütçe’ uygulamasına çalışmış, bunun yanında ‘Havuz Sistemi’ni devreye sokmuştur. Bu iki uygulama, hükümetimizi borçlanma konusunda son derece rahatlatmıştır. 1997 yılı başında, gelir ve kurumlar vergisi tahsilatı henüz yapılmamış olmasına rağmen, ilk iki aylık bütçe uygulamasından sonra bütçe fazlalık vermeye başlamıştır. Kamu borçlanmasında reel faiz oranı yüzde 40-50 düzeyinden yüzde 3 düzeyine gerilemiştir. Mart ayından itibaren kamu borçlanma ihtiyacı kalmamıştı. Kamu borçlanmasında reel faiz oranı sıfırdı. Sayıştay raporları bunu net olarak göstermektedir.
-Kamunun borçlanma ihtiyacının azalması kimlerin hesabını bozdu?
Kamu borçlanma ihtiyacının azalması, banka sahibi basın oligarklarını endişeye sevk etti. Çünkü, devlete borç vererek yüksek faizlerle beslenen büyük bir finans kesimi vardı. Yatırımları finanse etmek yerine, garantili ve kısa dönem yüksek kârlarla maliyetsiz -devlete borç vererek- çok yüksek oranlarda faiz geliri temin etmek onlar için bulunmaz bir nimetti. Kamu borçlanması yoluyla sağlanan çıkarlar devam etmeliydi. Bankacılık faaliyetleri bu nedenle o kadar kârlı hale gelmişti ki, yeni banka kurma talepleri de yoğunlaşmıştı.
-Geri çevrilen oldu mu?
Mesela, TOBB böyle bir teklifle gelmişti. Kuracakları bankaya KOBİ kredilerini kullandırma tekeli imtiyazı verilmesini istiyorlardı. Gariptir, serbest piyasa savunucuları tekel imtiyazı talebi ile hükümete geliyordu. Böyle bir imtiyaz verilemezdi. Çünkü bu yeni finansal oligarkların oluşmasına katkıda bulunmaktan başka işe yaramazdı. Sonra, bizim gibi dengeli ve adil kalkınma taraflısı bir hükümet için kabulü mümkün değildi. O zamanki TOBB yöneticilerinin darbecilerle bir olup hükümete cephe almaları ve beşli çeteyi kurmalarının altındaki asıl sebep işte bu imtiyazlı banka kurma taleplerinin kabul edilmemesidir.
-Ekonomik politikalar sürdürebilseydi Türkiye bugün nasıl bir noktada olurdu?
Ülke borç bağımlılığından kurtuluyordu. IMF dahil hiçbir uluslararası finans kuruluşundan Refah-Yol hükümeti döneminde dış borç kullanılmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde mali açıdan son derece istisnai bir dönem yaşandığı söylenebilir. Eğer Refah-Yol hükümeti ‘kamu borçlanma gereği’ni azaltıcı politikasındaki bu başarıyı iki yıl daha sürdürebilseydi, Türkiye 150 yıldır yaşadığı borç zincirini kıracak, geri kalmışlık kıskacından kurtulacaktı. Çünkü, kamu borçlanması yoluyla rantiye kesimi tarafından hortumlanan büyük ekonomik kaynaklar ülke kalkınmasının finansmanında kullanılabilecekti. Anadolu sermayesi güçlenecek, halkımızın refah seviyesi yükselecekti.
-Anadolu sermayesinin önü neden kesilmek istendi?
Yıllık yüz milyarlarca dolarlık hortumlanan bu kaynakların yatırımlarda kullanılmasının muhteşem sonuçlarını düşünelim. Bu, Batılı ülkelerin ve onların yerli işbirlikçilerinin işlerine gelmez. Dış ticaretteki Uzakdoğu açılımı ve D-8 yapılanması da bu açıdan ele alınması gereken gelişmelerdir. Bunlar Türkiye’nin yeni küresel yapılanmada öncü rol üstlenmesini sağlıyordu. Yeni bir güç merkezi oluşturuyordu. Dünyanın merkezinde oluşan bu yeni yapılanma Batı’nın ve onların yerli işbirlikçilerinin çıkarlarına elbette ki ters düşecekti. Uluslararası sermayeyi ve çıkar gruplarını rahatsız eden önemli uygulamalardan biri de yurtdışında bulunan Döviz Tevdiat Hesapları’nın (DTH) getirilmesiydi.
-Türkiye’nin döviz sıkıntısı olmasına rağmen DTH neden yurtdışında tutuluyordu? Kimler bundan çıkar sağlıyordu?
Türkiye 500 milyon dolarlık bir krediyi IMF’den rica minnet alabiliyordu. IMF de bunu vermek için şart üstüne şart koşuyordu. Böyle bir ortamda 19 milyar doları bulan DTH yurtdışı bankalarda veya bankalarımızın kurduğu yurtdışı şube/ortak bankalarda tutuluyordu. Bu hesaplara tahakkuk ettirilen faiz oranı, depo hesabı olarak tutulduğundan, yüzde 0,5 ile yüzde 1 arasında değişiyordu. Yani, yok denecek derecede bir faiz geliri sağlıyordu. Söz konusu bankalar da bunları kâğıt üzerinde Türkiye’ye transfer ediyor ve Hazine borçlanmasında kullanıyordu. Kısa bir süre içinde Hazine bonoları ikincil piyasada satılmak suretiyle bu fonlar tekrar yurtdışına çıkarılıyordu. Bütün bunlar kâğıt üzerinde gerçekleştiriliyor ve bu işlemlerden yüz milyonlarca dolarlık kazanç sağlanıyordu. Döviz sıkıntısı ile kıvranan bir ülkenin ne yazık ki bu miktardaki parası dışarıda tutuluyor ve bu da bir kredibilite konusu olarak takdim ediliyordu. Aslına bakılırsa gözlerden uzak işleyen tam bir saadet zinciriydi. Birinci kaynak paketinde var olan 13 milyar doları aşan kaynağın önemli kısmı geri getirilen bu DTH’dan oluşmuştu. Refah-Yol hükümeti bir yıllık iktidarı döneminde hiç dış borç almamıştı. Çünkü yeteri kadar dövizimiz vardı.
-DTH fonlarını yurtdışında kim tutuyordu?
Bu başta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere çıkar çevrelerinin şimşeklerini de çeken bir konu olmuştur. Söz konusu DTH fonlarının, 1991 yılında dönemin başbakanı, daha sonra cumhurbaşkanı olan Demirel’in imzasını taşıyan bir genelge ile yurtiçinde tutulması yasaklanmış ve yurtdışına transfer zorunluluğu getirilmişti.
-İç borç seviyesi de düşürüldü?
Refah-Yol hükümeti yüzde 31,5’e kadar yükselmiş olan iç borç servisinin GSMH’ya oranını yüzde 17,4’e düşürmüştü. İlginçtir, darbe sonrasında bu oran yine süratli şekilde eski seviyesine getirilmiş, 2002 yılında da yüzde 51’e kadar yükselmişti. İç borç faiz ödemelerinde de durum aynıdır. İç borç faiz ödemelerinin GSMH’ya oranı 1996 yılında yüzde 9 düzeyinden 1997 yılında yüzde 6,7’ye düşürülmüştür. Hükümet değişikliğinden hemen sonra ise tekrar yüzde 10,6 gibi çok yüksek bir düzeye yükselmiştir. Bu bankacılık sistemine verilmiş bir ulufedir, boyutu da çok büyüktür. Hatta 2001 yılında bu oran yüzde 22,9’a ulaşmıştır.
-GSMH’nın yüzde 10,7’sine ulaşan iç borç faiz ödemesi ne anlama geliyor?
O dönemde yapılan bu orandaki faiz ödemesi, Türkiye’de bir yıllık dönemde yapılan toplam askerî harcamalardan, eğitim ve sağlık harcamalarından daha fazladır. 2002 yılındaki faiz ödemesi ise Türkiye’nin bir yıllık toplam eğitim harcamalarının 4,5 katı, sağlık harcamalarının 5 katı, askerî harcamaların ise 3,5 katı kadardır.
-28 Şubat sürecindeki siyasetçilerin, asker ve sivil bürokratların hesapları inceleniyor? Sonuç alınabilir mi?
Bu tür şeylerin banka hesaplarına aktarılacağını sanmıyorum. Yurtdışı hesaplarda bazı hesaplar tutulur. Mal varlıkları oralarda değerlendirilir.
