15 Şubat 2013 Cuma

Başbakan siyasî mi, samimi mi? / Hüseyin Gülerce

Başbakan Sayın Erdoğan’ın Balyoz hükümlüsü emekli Org. Sayın Ergin Saygun’u, ameliyat sonrası ziyaret etmesinin getirdiği iki önemli tartışma var. Birincisi, ‘bu ziyaret siyaseten yapılmıştır, insanî bir tarafı yoktur’ eleştirisi. İkincisi de, ‘Başbakan artık darbecilik ile yargılananları hakkında başka düşünüyor, onları affedecek ve cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisine oy verecek kitleyi genişletecek…’

Bir açıdan bakıldığında böyle düşünenler olabilir. Ben hüsnüzannımı öne çıkartacağım. Yanılırsam da, benim kaybettiğim bir şey olmaz, beni yanıltan kaybeder…

İlkinden, ziyaretten başlayayım. Sayın Başbakan, “İnsanî bir ziyaretti.” diyor. “Mesai arkadaşımdı, birlikte çalıştık, aramızda bir hukuk oldu.” diyor. Ben söylediklerine inanıyorum. Ha.. bunun bir siyasî tarafı yok mu? Var… Çünkü Başbakan Erdoğan aynı zamanda bir siyasetçi. Her hareketinden, her davranışından siyasî bir sonuç çıkartılır. Ama insaf edilsin, “siyaset için yaptı” denilecek diye, içinden geldiği gibi davranmasın mı? Mesela Sayın Başbakan, Ramazan’da pat diye bir fakirin, garibanın evinde iftar sofrasına oturuyor. Yaptığı siyasî mi, samimi mi? Bence samimi… Gençliğinden beri zaten öyle davranıyor. Fakir fukaraya uzak durmuş da, başbakan olunca değişmiş değil ki… Şöyle olsaydı, hep mutena semtlerde yaşamış, hakikaten halkın içine hiç girmemiş, fakirin iftar sofrasına hiç oturmamış bir siyasetçi, sonradan böyle davransa, o zaman sorabilirsiniz; siyaset mi yapıyor, samimi mi davranıyor? Kaldı ki kalbini yarıp bakamadığımıza göre, orada bile insanların değişebileceğini kabul etmek durumundayız. Vesselam, Sayın Başbakan’ın ziyareti insanî bir hareket.

Deniyor ki, bu ziyaret, savcı ve hâkimlere baskı anlamına gelir. Gelmediğini, yeni 28 Şubat dalgalarından anlıyoruz… Ben Sayın Başbakan’ın, bu darbe davalarının ardındaki, hayatı pahasına ortaya koyduğu siyasî iradeden vazgeçtiğini, o iradenin zaafa uğradığını hiç düşünmedim. Böyle bir hal, Sayın Başbakan’ın kendisini inkârı olur. Nitekim son 28 Şubat dalgası için dedikleri şunlar: “Yargı, kendi görevini yapıyor. Şu anda gerek yargı, gerekse güvenlik güçleri her türlü çalışmayı yapıyor. Her zaman her şey olabilir. Çünkü biz bu ülkede geçmişte yaşanmış bazı olumsuzlukları yaşamak istemiyoruz.”

Burada, vesayetçi çevrelere, “Ergenekon dostları”na da bir şey demeliyiz. Siz bangır bangır; “rövanşist duygularla hareket edilmesin, intikam almaya kalkmayın” demiyor muydunuz? Sayın Başbakan insanî bir jest yapınca, neden bu çağrılarınızı unutuyor ve “geldin mi bizim dediğimize, sen de gerçeği(!) gördün mü artık…” diye neye horozlanıyorsunuz?

İkinci konuya, af meselesine geleyim. Eğer bu ülkenin selameti için, akan kanın durması için, gelecek nesillerin barış ve huzur içinde yaşaması için bir af gerekiyorsa, affedilebilecek olanların affına karşı mı çıkmalıyız? Cinayet emri vermemişse, can almamışsa ve en önemlisi, sivil irade artık vaziyete hakim olacaksa af, düşünülmeyecek bir şey midir? Efendimiz (sas), Mekke’nin fethinde bugün bizlerin asla affetmeyeceği insanları affetti. Kendisine, müminlere zulmedenleri, amcası Hz. Hamza’nın ciğerini yiyenleri bir çırpıda affetti. Bediüzzaman Said Nursi, “Mukabele-i bil misil kaide-i zalimanedir.” diyor. Sağlam hukukî zeminler, anayasal teminatlar sağlanmak kaydıyla yukarıdaki ölçüler içinde af da gündeme gelebilir.

Son bir şey. Silahlı Kuvvetler, bu milletin göz bebeğidir. Gözdeki çapaklar temizlenirken, göz bebeği zarar görmemelidir. Cuntacılar ile kurum olarak TSK karıştırılmamalıdır…