Osmanlı ordusunda generalliğe yükselenlere “Ağa” denirdi: “Yeniçeri Ağası”, “Sipahi Ağası” gibi…
Sivil
siyasetin başı önce onlarla derde girdi: Sultan II. Murad’ın Osmanlı
tahtını o tarihte 12 yaşlarında bulunan Şehzade Mehmed’e (geleceğin
Fatih’i) bırakıp “uzlet”e çekilmesini hazmedememiş, fakat bunu açıkça
dillendiremedikleri için “buçuk kuruş zam” talebiyle ayaklanıp Başkent
Edirne’nin doğusundaki bir tepede toplanmışlardı (o tepe bu isyan olayı
sebebiyle daha sonra “Buçuk Tepe” olarak anıldı ve bu olay da “Buçuk
Tepe Olayı” olarak tarihimize geçti)…
Gerçi olayın asıl
kışkırtıcıları, eski Padişah’ı geri döndürmek isteyen Sadrazam Çandarlı
Halil Paşa ile yandaşlarıydı ve amaçlarına ulaşmak için her darbede
olduğu gibi askeri kullanmışlardı, ama isyanın sorumluluğu generallerde
kaldı: Sultan Murad dönünce ilk iş olarak en tepe noktadaki generalleri
falakaya yatırdı ve falaka zoruyla tövbe ettirdi (Tayyip Bey’in 27 Nisan
e-muhtırasına karşı direnişine mi benzettiniz? Yok canım, benzemiyor,
en azından falaka kısmı eksik)...
Tarih boyunca Yeniçeri
ve Sipahi ağaları (generaller) bazen sivil kışkırtıcılara alet olarak,
bazen kendi ihtiraslarının kurbanı olarak sivil siyasete müdahale
ettiler. Nasılsa ellerinin altında silâhlı bir güç vardı ve bu gücü
kullanarak istediklerini yaptırabiliyorlardı (28 Şubat’a neden benzesin
ki? Aralarında yüzlerce yıl var)...
Bazen o kadar
azgınlaşıyorlardı ki, padişah katletmekten bile çekinmiyorlardı. Meselâ
Sultan II. Osman (Genç Osman) böyle bir azgınlığın kurbanı oldu.
Yerine
I. Mustafa’yı getirdiler, ama bir süre sonra beğenmediler. Sultan IV.
Murad’ı çocuk yaşta (11’inde filandı) tahta geçirdiler. Çocuk olduğu
için de bir süre parmaklarında oynattılar. Biraz büyüyüp dizginleri ele
almak istediğinde ise, yine ayaklandılar. Genç Padişah’a gözdağı vermek
için, Sadrazamını (Hafız Ahmed Paşa) saray avlusunda param parça
ettiler.
Sultan IV. Murad bütün bunlara dayandı. Ama hiç
boş durmadı, sık sık “tebdil” çıkarak (padişahın kılık değiştirip halk
arasına karışması) halkla buluştu ve halkı bilinçlendirdi. Nihayet bir
gün, yine generallerinden emir alan yeniçeriler sarayın iç avlusunda
“istemezük” çığlıkları atarken, Sultan Murad halka haber saldı, halk
silah namına eline ne geçtiyse kapıp saraya yürüdü, iç avluda bağrışan
yeniçerileri kuşattı.
Generallerin yelkenleri suya indi.
Elebaşları yakalanıp falakaya yatırıldı. Sabaha karşı da hepsine “itaat”
yemini ettirildi. O saatten sonra güç “sivil inisiyatif”in eline
geçmişti. Ordu yıllar sonra ilk kez kışlaya çekildi, bir süre sonra da
Padişah’ının ardında yürüyüp Bağdat’ı aldı.
Sultan IV.
Murad, orduyu çelik iradesiyle kışlasında tutup, başını dahi uzatmasına
izin vermedi. Biliyordu ki, en güçlü ordu, siyasete bulaşmamış ordudur.
İsyankâr
yeniçeri ağalarının en belirgin karakterleri, gururlarıydı. Devlet
onlardan sorulurdu. Dilediklerini tahta çıkarır, istediklerine tahtı
haram ederlerdi. Bu düşünce biçimi zaman zaman sindi, ama hiçbir zaman
tamamen kırılmadı. Yüzyıllar içinde fırsat buldukça “kılıç” gösterdiler,
apolet şaklattılar…
Her cumhurbaşkanı seçimi öncesinde,
kendilerinden birini seçtirmek için, darbe yaptıklarını da cümle âlem
biliyordu. Geleneksel düzenlerini sürdürüyorlardı.
Direkt ya
da endirekt olarak 9 Kasım 1989’a kadar Türkiye’yi yönettiler. Bu tarihe
kadar Cumhurbaşkanları (sadece Celal Bayar hariç) ordudan seçildi
(gelmiş geçmiş 11 cumhurbaşkanından 6’sı asker kökenli). İlk kez Turgut
Özal bu kasnağı kırdı. Türkiye sivil cumhurbaşkanları dönemine girdi. Bu
aslında bir “devrim”di.
İkinci büyük kırılmayı Recep
Tayyip Erdoğan gerçekleştirdi. “Ordu kışlada güçlüdür” dedi ve gereğini
yaptı: Darbelere ve darbe teşebbüslerine adı karışmış generaller için
yargılama sürecini başlattı.
Ama galiba “kantarın topuzu”
biraz kaçtı: “Suçlu” bile olsalar generallerin, hele de eski
Genelkurmay Başkanı’nın “terörist” olarak suçlanması ve tutukluluk
hallerinin ısrarla sürdürülmesi mantıklı değil…
Artık buna kalıcı bir çözüm bulmak gerekiyor. Ne ordu ne de hukuk “intikam kılıcı” gibi çalışmamalı