13 Ocak 2016 Çarşamba

Paris'te bir faili meçhul / Ali Yurttagül

Üç yıl önce işlenen paris cinayeti ile ilgili sır perdesi aralanıyor. Fransız yargısı, ülke tarihinde az görülen bu siyasi cinayeti aydınlatma yolunda. Soruşturma hâkimi, olaya ışık tutan 60 sayfalık görüşünü mahkemeye sundu.  Mahkeme süreci yakında başlayacak.

Tam üç yıl önce, 9 Ocak 2013’te Paris’te Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in öldürülmesi olayı üzerindeki sır perdesi giderek kalkıyor. Fransız yargısı, ülke tarihinde az görülen, Avukat Antoine Comte’un ‘ilk’ dediği siyasi cinayeti aydınlatma yolunda. Soruşturma hâkimi, olaya ışık tutan 60 sayfalık görüşünü geçen ağustosta mahkemeye sundu. Önümüzdeki günlerde mahkeme süreci başlayacak. Fransız basınının kısmen ulaştığı belgede soruşturma hâkimi, cinayeti Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) yönlendirdiği Ömer Güney’in işlediğini savunuyor. Türkiye basınında MİT’in rolü polemik konusu olduğu için, isterseniz sorgu hâkimi Jeanne Duye’nin bu konudaki görüşünü yorumsuz verelim: “Her hâlükârda soruşturma, suikastın ne adi suç ne aşk ilişkisi ne de bir iç hesaplaşma saikiyle işlenmediğini gösterdi. Aksine Güney’in, MİT başta olmak üzere Türk istihbarat birimleriyle ilişkileri, suikastın bu ilişki ağı çerçevesinde işlenmiş olabileceğini gösteriyor. Fakat MİT ajanlarının bu suikasta üstlerinin emriyle mi yoksa barış sürecini zedelemek amacıyla kendi iradeleriyle mi katıldığı tespit edilemiyor.”

L’Expres dergisinin de kısmen yayımladığı (17 Ağustos 2015) bu görüş, oldukça açık. Sorgu Hâkimi Duye, bu satırlarla, adi suç motiflerini veya PKK içerisinde iç hesaplaşma tezini dışlarken, olayın MİT kaynaklı olduğunu savunuyor. Basına sızan bilgileri mercek altına aldığımızda, tüm karartma girişimlerine rağmen Fransız yargısının olaya ışık tutmakta kararlı olduğu görülüyor.

Duye, sadece hukuki değil, önemli siyasi bir tespit de yapıyor: “Talimatı verenlerin kimliği üzerinde belirsizlik bulunsa da kamu düzenine yönelik büyük tehdit oluşturan ve Kürt toplumunu korkutup terörize etmeyi amaçlayan bu suikastın terör suçu olduğuna şüphe yoktur. Kurbanların kimliği ve infaz edilme biçimleri de olayın terör suçu kapsamında değerlendirilmesi için yeterlidir.” Bu satırları ayrıntılı yorumlamaya gerek yok. Dava, terör davası. İki ülke ilişkileri ve MİT açısından hiç de hoş olmayan bir dava süreci izleyeceğimiz kesin gibi.

3. yıldönümünde cinayeti kapsamlı bir şekilde ele aldığımız bu araştırma dosyası için Paris, Brüksel, Berlin, İstanbul ve Ankara’da ulaşabileceğimiz tüm kaynaklara başvurduk ve bugüne kadar yayımlanmamış bilgilere ulaştık. Umarız bu çalışmayla, Avukat Comte’un vurguladığı gibi, olaya ışık tutulmasında Türk basınının katkısına yeni bir sayfa eklemiş oluruz. Comte’a göre, Türk basını ısrarla üzerine gitmeyip merkezî bilgileri kamuoyuyla paylaşmasaydı olay çoktan kapanmıştı. Peki, olay nasıl olmuştu?

Sakine Cansız ve diğer iki Kürt kadının cesedi, 9 Ocak 2013 akşamı Rue La Fayette 147 no.lu binanın birinci katındaki Paris Kürt Enstitüsü’nde bulundu. Polisler içeri girdiklerinde, mobilyaların yerli yerinde olduğu mütevazı bir büro, masada devrilmemiş dört bardak ve yerde yatan üç kadın cesedi bulmuşlardı. Solda Sakine Cansız ve Fidan Doğan… Vedalaşmak için sarılmak isterken düşmüşler gibi yan yana… Sağda Leyla Söylemez... Kapı zorlanmamış, kapalı bırakılmıştı. Büroda mücadele izleri de yoktu. Polisler, diğer odaların aşırı denecek derecede temiz olduğunu not etmişlerdi. Hiçbir şey kullanılmamış ve kurcalanmamış gibi duruyordu. Aynı silahtan (7,65 mm) 10 el ateş edilmiş, kurşunların tümü hedefini bulmuştu. Cinayetin profesyonel birilerinin işi olduğundan şüphe yoktu. Büroda bulunan 3 bin Euro civarında para duruyordu. Sadece Cansız’ın el çantası yoktu. Başka bir şeye dokunulmamıştı. (L’Express, 15 Haziran 2013)
Zamanın içişleri bakanı Manuel Valls (artık başbakan), olay yerinde yaptığı incelemede faillerin bulunacağı, cinayetin aydınlanacağı sözünü veriyor, dehşetini gizlemiyordu. Cumhurbaşkanı François Hollande de kadınları tanıdığını söylüyor, olayın siyasi boyutunu derinleştirmekten çekinmiyordu. Ne de olsa öldürülen kadınlar PKK üyesi idi ve bu ‘dernek’ 2003’ten beri AB’nin terör listesinden düşmüyordu. Ama elde pek veri de yoktu. Soruşturma hâkimi: “Sokakları gözetleyen polis kameralarının kayıtlarının incelenmesi, yetersiz olduğunu gösterdi. Caddeyi gözetleyen tek kameranın kadrajına 147 numaralı bina kapısı hiçbir zaman girmiyordu.” Hayır, yanlış okumuyorsunuz. Güvenlik kamerası sadece olay günü değil, ‘hiçbir zaman’ 147 numarayı görmüyormuş. Sanki AB’nin terör listesinde olan bir derneğin adresine girip çıkanlar bilinmesin der gibi.

Türkiye de dehşete kapılmıştı. Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Fransız politikası ile örtüşen bir tonla olayı kınıyor, Ankara’da da herkes cinayetlere anlam vermekte zorlanıyordu. Bir hafta önce, 3 Ocak 2013’te Ahmet Türk’ün de bulunduğu bir delegasyon İmralı’ya gitmiş, barış mesajlarıyla geri dönmüştü. Devletin PKK ile tekrar görüştüğü basında tartışılıyordu. Oslo sürecinin tıkanmasından sonra Ankara ve Kandil 2012’nin kanlı bilançosundan rahatsız, diyalog arayışı içerisindeydi. PKK’nın kurucu ekibinden önemli bir kadının öldürülmesi Ankara açısından anlamsız, hatta barış süreci için tehlikeli idi. Kürt önde gelenleri de farklı düşünmüyordu. Zübeyir Aydar gibi Oslo sürecinde masada bulunan üst düzey sorumlular da Ankara’yı işaret etmiyor, ‘barış sürecinden rahatsız kaynakları’ sorumlu tutuyordu. Cenazelerin çarpıcı barış ve diyalog mesajlarıyla toprağa verilmesi de Ankara’nın Paris cinayetlerinden rahatsız olduğunu belgeler görüntülerdi.
Fransızlar, uzun bir süre cinayetlerin ‘Ankara’ kaynaklı olabileceği ihtimalini ciddiye almadı. Le Figaro’ya konuşan bir üst düzey güvenlik görevlisi, “Türk devletinin Fransa’da böyle bir operasyonu yapabileceğine aklım yatmıyor. Emniyet ve yargı, Paris ve Ankara’nın en yakın işbirliği içinde olduğu alanlar. Terörle mücadele savcılıkları arasında bilgi alışverişi var. Olayın arkasında bir gizli sızma faaliyeti görmek bana saçma geliyor.” diyordu. (Le Figaro, 10 Ocak 2013)


Ama soruşturma hâkiminin Fransız istihbaratından gelen bilgiler üzerindeki görüşü, Hrant Dink dosyasındaki MİT kaynaklı bilgileri andırıyordu: “(İç istihbarat servisi) DGRI ve (dış istihbarat servisi) DGCE’nin notları soruşturmaya eklendi. Ancak bu notlardan bazıları işe yaramayacak kadar eskiydi. Bazıları ise bilgisi yetersiz kişilerin sübjektif görüşlerini ihtiva ediyordu. Bu istihbarat notları hiçbir kanıtla desteklenemeyen tutarsız bilgiler içeriyordu. Suikastı açıklamak için bütün hipotezlere yer verildiğini görebiliyorduk.”

Ama bu hipotezler sadece Paris’e özgü değildi. Zamanın başbakanı Erdoğan için olay PKK iç hesaplaşmasından ibaretti. Bu tez Paris ve Avrupa’da da taraf bulmadı değil; ama anlamsızdı. Olay PKK’nın el yazısını yansıtmadığı gibi, hedefteki Cansız’ın yanında Avrupa hareketi için oldukça önemli Fidan Doğan’ın öldürülmesi ‘iç hesaplaşma’ tezine ters düşüyordu. Cansız, birkaç hafta öncesine kadar Kandil’deydi. PKK ‘iç hesaplaşmayı’ Paris’e taşımak zorunda değildi. Buna rağmen, yakalanan cinayet zanlısı Ömer Güney’in ‘dernek’ üyesi olması, Cansız’ın bazen şoförlüğünü, tercümanlığını yapan biri olması, bu tez için iyi bir altyapı oluşturmuştu. Bu tez üzerine tekrar döneceğiz. Zira Ankara’nın ilk saatlerden itibaren bu tezle çıkışı ilginç ve ele verir özellikler taşıyordu. Kürtlerin de ‘çözüm sürecinden rahatsız kaynaklar’ tezini savunması, şüpheli arayışını diğer merkezlere çevirdi. Le Monde yazarı Ariane Bonzon, 11 Ocak 2013’te bakın ne diyor: “Cansız’ı vurmak, Öcalan’ı vurmaktır. Aynı zamanda 1999’dan beri tutuklu olan Öcalan’la görüşen Türkiye’yi de vurmaktır. Zira barış süreci çökerse, Suriye rejimi Kürt kartını Ankara’ya karşı kullanmaya devam edebilir.” Çözüm sürecinin çökmesinin, Suriye’nin ‘Kürt kartını’ kullanmayı sürdürmesi demek olduğu fikrini savunan Bonzon, bu kapsamda PKK içerisindeki çelişkilere de değiniyor, cinayetin tesadüf olmadığını söylüyordu. Kürt meselesinde çözüm arayışı ile Ankara’nın büyük oynadığını ileri süren gazeteci, “Suriye tezini yabana atmamalı. Bilardoda buna çok bantlı vuruş denir.” diyordu.

Hayal gücü geniş gazetecilerin aynı gerekçelerle olayın arkasında Tel-Aviv veya Tahran’ı görmesi de ‘bilardo tezi’ ile örtüştüğü için, 2013 başında teoriler mantar gibi bitiyordu. İran konusu ilginç bir mail ile devreye girdiği için üzerinde durmaya değer. Paris, olaydan 11 gün sonra Güney’in MİT’e çalıştığını, sık sık Türkiye’ye gidip geldiğini, kriptolu telefonlar kullandığını, bir nevi MİT ajanı olduğunu detayları ile anlatan bir mail alıyor. Bugün içeriğine savcılığın da ulaştığı verilerle artık teyit edilmiş olan bu maili gönderen kaynak, Almanya’da olduğunu söylüyordu. Paris, mail içeriğini ciddiye almadığı için, sadece kaynağı araştırıyor, adresin İran’da kayıtlı olduğunu tespit ediyordu. Sanki Tahran’dan birileri, yanlış vadide gezen Fransızlara ‘Faili Ankara ovasında aramak gerekir’ diyordu. Tabii başka bir ‘teşkilatın’ bilinçli olarak İran adresini kullanıp kullanmadığını bilmiyoruz. Bilardoda dolaylı vuruş, bazen bir değil, birkaç köşeden de yapılır değil mi?

Her neyse, Kürtlerin yürüyüşlerde “Türkiye katil, Hollande ortak” gibi aşırı sloganları pek inandırıcı bulunmasa da bugünkü durumu öngören analizler de vardı. Christopher Chiclet’e konuşan Paris Kürt Enstitüsü Direktörü Kendal Nezan, Kürtlerle müzakere eden devlet ‘temsilcilerini’ sorguluyordu: “Bu resmî yetkililerin nereden geldiklerini bilmiyoruz. Erdoğan’ın siyasi danışmanları tarafından mı görevlendirildiler, ordu tarafından mı, MİT tarafından mı? Ancak unutmayalım ki Tahran’ın İranlı Kürtlerle yürüttüğü müzakerelerde görev alan resmî yetkililer, aslında birer katildi.” (My Europ 15 Ocak 2013)

Nezan, İran Kürtlerinin tarihî lideri Abdulrahman Kasımlo’nun 1989’da Viyana’da müzakere için gelen delegasyon tarafından öldürülmesine atıf yapıyordu. Acaba Cansız’ın ölüm kararını da Oslo’da masada olan bir ‘temsilci’ (emissaire) vermiş olabilir miydi? Bu konuya tekrar döneceğiz.

Paris’in siyasi dava ve siyasi cinayetlere bakan ünlü avukatlarından Antoine Comte için olay ilk günden oldukça açıktı. Bir meslektaşının 10 Ocak 2013 sabahı saat altıda “Rojbin’i vurdular!” diye uyandırdığı Comte, uyku sersemliğiyle bürosuna geçip haberleri izlemeye başladığını söylüyor. “Saat 08.00’e doğru Ankara’dan bir yetkilinin PKK iç hesaplaşması olduğunu savunan açıklaması geldi.” diyor ve gülüyor: “Gerçekten de çok erkendi. O saatte cinayetle ilgili hiçbir bilgiye sahip değildik. O andan itibaren benim için durum netleşmişti. Biliyorlardı.”

Toparlarsak… İlk aylarda cinayetler üzerine süren tartışmaların ne zaman ciddiye alınır bir tez olduğunu, ne zaman paranoya sularında yüzdüğünü seçebilmek kolay değildi. Bu tabii, olayın ilk günlerinde önce ‘tanık’, sonra ‘şüpheli’ olan Ömer Güney yanında, gözlerin Sakine Cansız ve Fidan Doğan üzerine yoğunlaşmasını da beraberinde getirdi.

Bu yazıyı hazırlarken ulaşabildiğimiz tüm bilgiler, Sakine Cansız’ın öldürüldüğü günlerde PKK içerisinde önemli görevi olmadığını gösteriyor. “Soluksuz, sabırsız, acemi, aceleci, duygusal ve isyancı bir dövüşçü gibiyim. Her şeye çarpıyorum; hesapsız bir yürüyüş. Ama durmuyorum.” diyen Cansız, PKK’nın 1978’deki kuruluş toplantısına katılan iki kadından biri. Gazeteci Selma Kaya (Özgür Politika), “Öcalan PKK için ne ise, Cansız PKK kadınları için odur.” diyor. Paris Kürt Enstitüsü Direktörü Kendal Nezan’a göre de PKK için ‘tarihî bir kişilik’ (Le Monde, 29 Ocak 2013). Hedef seçilmiş olması tesadüf değil.

Fidan Doğan’ın cinayet hedefi olduğuna işaret eden hiçbir veri olmasa da ‘Acaba o da mı hedefti?’ sorusu boşuna tartışılmadı. Cumhurbaşkanı Hollande’ın ‘Tanıyorum’ dediği kişi de Doğan. Sosyalist Partisi Genel Sekreteri olduğu yıllarda birkaç kez konuşmuşlar. Fransız basınının ‘la diplomate’ dediği Doğan’ın özelliği, geniş bir ilişki ağının merkezinde olması. İkinci bir detay, belki ‘mesaj’ da Doğan üzerine eğilmeyi zorunlu kılıyor. Doğan, vurulup sırtüstü yerde yatarken, tabancanın namlusu ağzına sokulup ateşlenmiş hâlde bulunmuştu. Dişlerde bir tahribat olmadığı için, katil mesaj vermek istemiş olabilir diyor uzmanlar. Ama mesajın ne olduğu meçhul. Belki sadece Cansız değil, Doğan da hedefti, kim bilir? Söylemez ise tesadüfen büroda olduğu için öldürüldü.

ÖMER GÜNEY ‘LEJYONER’

Ömer Güney, üç kadını öldürmekten şüpheli olarak tutuklu; ama susuyor. Cinayeti işlemediğini, delillerin manipüle edildiğini savunuyor. Türkiye’ye seyahatlerini bir eş bulmak için yaptığını söylüyor. Savcıya kısa süre önce şu sözleri söylemişti: “Ben yüzde yüz Kürt’üm. Savaşçılarla tek farkım onların Kalaşnikof taşıyor olmaları. Ben belge taşıyorum. Silah taşımak yerine kâğıt taşıyorum.” (L’Express, 9 Ocak 2014)

Güney’in Cansız’ı son gören kişi veya kişilerden olduğundan şüphe yok. Paris Cumhuriyet Savcısı François Molins’in basınla paylaştığı veriler, bugün de iddianamenin en güçlü dayanağını oluşturuyor. Savcının verilerine göre Cansız, olay günü 11.19’da binanın parkına Güney ile geldi. Elinde bir çantayla Güney refakatinde 11.29’da derneğe girdi. Ömer Güney, 20 dakika sonra (11.49) araba ile dernekten ayrıldı. Kısa süre sonra (12.11) tekrar derneğe geldi ve 12.56’da elinde büyük bir çantayla hızlıca dernekten ayrıldığı bir dükkânın kamerasına takıldı. Cansız ve diğer kadınlardan kalan son mesaj, saat 12.43’teydi. Bu da iddianameye şu cümlelerle giriyor: “Saat 12.43’te ‘Free Öcalan’ sitesi ziyaret edilmişti. Bu 9 Ocak 2013 gününün son yapılan insani eylemi olmuştu.”

Bu saatten sonra hayatta olduklarını belgeleyen hiçbir veri yok. Savcılık, cinayetlerin saat 12.43 ile 12.56 zaman diliminde işlenmiş olabileceğini düşünüyor. Masada duran dört bardaktan birinde bulunan Güney’in DNA izlerinden sohbet edildiği sonucunu çıkaran savcı, kovanlardaki DNA izinin ise Güney’e değil, başka birine ait olduğunu söylüyor. Şarjörler dolu geldi ise bu bulgu şaşırtıcı değil. Silaha (7.65 mm) ulaşılmış değil, ne tip bir silah olduğu konusunda da kesin bilgi yok.
Tanık olarak davet edilen Güney’in şüpheli olarak tutuklanması, olayı iyice muamma hâline getirmişti. Türkiye basını kısa zamanda Güney’in ‘Kürt’ olmadığını, Sivas’ın Kürtlerin yaşamadığı milliyetçiliğe yatkın Şarkışla bölgesinden geldiğini, ‘bozkurt’ geçmişi olduğunu ortaya çıkardı. ‘Ankara’ tezi tekrar gündeme gelse de Güney’in kişiliği ve tutumu ‘ajan’ tezi ile örtüşmüyordu. Le Figaro, silah delisi olduğunu sosyal medyada paylaşmaktan çekinmeyen, Champs-Elysees’de Ferrari önünde Hugo Boss gözlük denerken Facebook’ta fotoğraflarını paylaşan, narsist, gösteriş düşkünü bu adam mı ajan?” diye Güney’in ciddiyetini sorguluyordu.
Güney, yüz binlerce Türk genci gibi kaderin Avrupa’ya savurduğu biri. Aile 1990’larda Fransa’ya geliyor, Paris yakınlarındaki Villers-le-Bel kasabasına yerleşiyor. Akraba evliliği onu 2003’te Münih yakınlarına götürüyor. Gazetecilerin ulaştığı çalışma arkadaşları, Güney’in sempatik kişiliğine vurgu yaparken, silaha düşkünlüğü de gözlerinden kaçmıyor. Güney, bu yıllarda yakın bir arkadaşının deyişi ile “aşırı milliyetçi” biriydi.

Soruşturma hâkiminden Güney’in ‘bozkurt’ tutkusunu artık saklamadığını öğreniyoruz. “Hücresindeki tek dekorasyon, bir dergiden kesilmiş kurt resmiydi. Annesi üzerinden bir arkadaşına gönderdiği mektubu ise şöyle imzalamıştı: “Senin yaralı kurdun”.

‘Yüzde yüz Kürt’ olduğunu iddia eden ‘yaralı kurdun’ sürmekte olan sağlık sorunu ‘beyin tümörü’ ile başlıyor. Bu yıllarda karısından ayrılıyor. Ama Ömer Güney’in artık ‘kurtlar vadisinde’ dolaştığından şüphe yok.

Güney, Paris’e önce ailesinin yanına yerleşiyor, sonra dernekten tanıdığı bir arkadaşıyla ev tutuyor. Bu arkadaşının tespitleri çok ilginç. Güney’in kıyafete çok para harcadığını, kimseye vermediği beş cep telefonu ile dolaştığını ve devamlı silah taşıdığını söylüyor. Silah konusunda Güney’in avukatı, bu tutkuyu ciddiye almamak gerektiğini, ‘silaha yatkınlığın Türk erkeğinin kültürü’ olduğunu savunuyor (Reuters, 16 Nisan 2013). Güney de çevresi ile bu tutkusunu paylaşmaktan çekinmiyor. Hayatında en önemli üç şeyin “araba, yoldaş ve silah” olduğunu söyleyen Güney, ‘at, avrat, silah’ kültüründen geldiğini, ‘kurtlar vadisinde’ dolaştığını gizlemiyor.

Olaydan birkaç gün sonra dernek arkadaşlarının ısrarı üzerine şahit olarak gittiği polis tarafından tutuklanıyor. Polisin Güney’i salıvermemesinin tek sebebi, yalan söylemesi, yalanı ortaya çıkınca hatırlayıp yine çelişkili bilgi vermesinden kaynaklanıyor. Birkaç gün süren sorgudan sonra Güney artık cinayet şüphesiyle tutukludur. Ama çantasındaki barut izi ve kamera verileri dışında polisin elinde cinayete ışık tutucu ciddi veriler yoktur. Bu durum tam bir yıl sonra hızla değişiyor. Ocak 2014 bir bakıma dönüm noktası oluyor.

GÖZLER ANKARA’YA ÇEVRİLİYOR

Ocak 2014’te Youtube’a düşen ‘sahipsiz’ ses kaydı, Güney’in MİT ilişkisine ilk ışık tutucu veri oluyor. Kayıt, Ömer Güney olduğu sanılan bir kişi ile ‘servisten’ oldukları intibaını uyandıran iki kişinin konuşmaları. Teknik analizler, sesin Güney’e ait olma ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyor. Kürtler ve tanıyanlar Güney olduğundan emin. Diğer veriler de var. Kasetin Eylül 2012’den sonra kayda alındığı, o ay gerçekleşen ve Kürtlerin ilk defa ‘çadır’ kurdukları bir toplantıdan bahsediyor olmasından anlaşılıyor. Bir orman sahnesi de teyit edici bilgiler içeriyor: “Ormanın içinde affedersiniz tuvalet ihtiyacını görmeye gidiyor, ben arkasında bekliyorum. İstesem Nedim’i de, Uzun’u da orada yok edebilirdim. Yer müsaitti ormanın içinde. Yalnızdım. Tabii ben izin gelmediği için dokunmadım.” Savcı bu sahnenin görgü şahitlerini dinledi mi bilmiyoruz. Biz sorduk. Güney’le bu ‘ormanda affedersiniz tuvalet’ sahnesi teyit edildi. Kayıt kurgu olsaydı, bu detayların bilinmesi mümkün değildi, şayet kurgu kaynağı Kürtler değilse. Mahkeme sürecinde bu konuya da açıklık getirecek bilgilere ulaşacağız umarım.

Kayıtta dört kişiye karşı suikast planları ayrıntılıları ile tartışılıyor. “Dördüncü sıraya şey Remzi Kartal” diyor ses. “Remzi geldi mi yalnız hiç affı olmaması lazım.” diyor karşısındaki. Cansız’ı öldürme planları oldukça detaylı anlatılıyor. Hedefte Cansız olduğundan şüphe yok. ‘Sol’ gazetesine 14 Ocak 2014’te düşen bir belge, Cansız’ı hedef alan bir operasyon için sadece bilgi içermiyor. Aynı zamanda 6 bin Euro ‘harcırah’ öngörüyor. Bu belgede iki önemli kişiden bahsediliyor: ‘Lejyoner’ ve ‘kaynak’... Lejyoner biliyorsunuz Fransa’nın yabancılardan oluşturduğu (çoğu hapis kaçkını veya cezasını çekmiş katil) ve genellikle Afrika’da zor misyonlarda kullandığı birlikler. Öldürmek meslekleri. Güney kaynak mı, lejyoner mi bilemiyoruz. Öldürmekten yargılanıyor; ama bilgi topladığından da şüphe yok. Adli bilim polisleri, Güney’in Nokia markalı cep telefonunda silinen bilgileri geri getirerek ‘konuşturmayı’ başardı. Telefonundan çıkan görüntüler, suikasttan bir gün önce, 8 Ocak sabahı Villiers-le-Bel’deki dernek merkezine girdiğini ispatlıyordu. Güney, derneğin 329 üyesinin bilgilerini saat 4.23 ile 5.33 arasında fotoğrafladı. İki gün önce, PKK’nın haraç faaliyetlerine ilişkin belgeleri fotoğraflamıştı.” (L’Express, 9 Ocak 2014)

Güney’in bu bilgileri özel arşivi için toplamadığını düşünmek yanlış olmaz. Bu, çalıştığı servis için ‘kaynak’ olduğuna işaret ediyor; ama cinayetten yargılanıyor, yani lejyoner.

Soruşturma hâkimi, belgenin orijinal olduğundan şüphe etmiyor. İsimlere ulaştığını da anlıyoruz: “Belge henüz ‘onay’ beklese de Cansız’a karşı eylem yapılmasını öneriyordu. Belge, Alman istihbaratçıların da tanıdığı bir Türk istihbaratçı tarafından imzalanmıştı.”

Güney, 2012’nin ikinci yarısında Fransa’da kullandığı bir Türk telefonu ile 214 defa telefonlaşmış. Polis, aranan bazı numaralarla ilgili “Ne amaçla ve kimin tarafından kullanıldığını tespit etmesi imkânsız, teknik numaralara ait olabilecek sıra dışı bir telefon numarası.” diyor. (L’Express, 9 Ocak 2014)

Fransız polisinin ulaştığı ve iddianameye giren ‘00905382745849’ numaralı SIM karttan 5 farklı numarayla görüşülmüştü. 00905382756302 numaralı kişi ise hemen her gün aranmıştı. Bu numaraların sadece Güney tarafından aranmadığını, Fransız, Alman, Hollanda servislerinin bu numaraları kimlerin aramış olabileceğini araştırmış olduğunu varsayarsak, mozaiğin nasıl bir görüntü verdiğinin bazı ‘servisler’ tarafından bilindiğini de varsayabiliriz.

Her neyse, Ankara’nın, yani bu numaraların kim tarafından kullanıldığını bilen kaynağın susması da ilginç. Fransızların tüm kanallarla ilettikleri sorular bugüne kadar cevapsız kalmış. Uluslararası veya ikili ilişkilerde kurumlar birbirlerine sorular iletir ve karşı taraf bu soruları cevaplandırır. Ama Ankara, Paris’in sorularını cevaplamadan önce soruşturma dosyasını görmek istiyor. Bu alışılmış değil, mümkün de değil. Bir savcı veya hâkimin ‘gizli’ yürüttüğü bir dosyayı başka bir ülkeye iletmesi mümkün değil. Ayrıca söz konusu dava kapsamında ifade veren birçok kişi, siyasi sığınmacı konumunda. BM Cenevre Anlaşması, bu kişiler üzerine bilgi paylaşımını yasaklıyor. Fransa ve Türkiye bu anlaşmaları imzalamış. Buna rağmen MİT’in Fransız istihbaratı üzerinden bilgi edindiğini tahmin etmek zor değil. Sarkozy, tüm Türkiye karşıtlığına rağmen 2011’de terörle mücadeleyi hedefleyen oldukça esnek bir anlaşmaya imza atmaktan çekinmemişti. Bu anlaşma yürürlükte ve uygulandığından şüphe etmeye gerek yoktur sanıyoruz. Ama sadece Ankara değil, diğer servisler de pek hevesli değiller.

Soruşturma hâkimi, Youtube’a düşen kaydın kaynağına veya silah üzerine bilgiye ulaşmakta çektikleri sorunu bakın nasıl kayda geçmiş: “IP adresi Alman operatör KETZNEN ON LINE AG’ye ait görünüyordu. 17 Ocak 2014’te söz konusu server’a bütün girişlerin kontrol edilmesi için Alman yetkililere arama izni gönderildi. Ancak bu soruşturma bir sonuç vermedi. Tıpkı ses kaydında bahsi geçen silah satışını tespit etmek için balistik inceleme talebiyle 8 Temmuz 2014’te Belçika’ya gönderilen uluslararası arama izninden bir sonuç alınamadığı gibi.”

Ama istihbarat birimlerinin tüm vurdumduymazlığına rağmen dosya kapanmıyor. Fransız polisi araştırmayı derinleştiriyor. MİT belgesi denilen bilgiler basına düştükten sonra Güney telaşlanıyor ve kendini ele veriyor. Bakın bu konuda soruşturma hâkimi ne diyor: “Güney’in Türk istihbarat servisi üyesi olabileceğini, en azından yakın ilişkisi olduğunu kati surette ortaya koyan delil bu sefer bizzat Güney tarafından verildi. Cezaevi personeli görüşme anında orada olmasına rağmen Güney’in Ruhi Semen’e mektubu vermesine engel olmadı. Soruşturmayı yürütenler hemen Ruhi Semen’in ifadesini almak ve mektubu geri almak istedi. Ancak başarılı olamadılar. Semen en hızlı şekilde Almanya’ya kaçmayı tercih etti.”

Fransız polisinin nazik davetine ilgi göstermeyen Semen, Alman polisinin devreye girmesi ile açılıyor. Mektubu yırtıp attığını söylüyor. Polis, telefonunda mektubun fotoğrafını buluyor. Güney, Semen ile sohbetinde MİT için ‘Mutti’ (anne) diyor, teşkilatta güvendiği kişiyi ‘Bey’ olarak niteliyor ve bu kişiden yardım istiyor. Kaçma planları yapıyor.

Paris’te dosyaya hâkim olduğunu düşündüğümüz Avukat Antoine Comte ve olayı başından beri izleyen, Güney’in köyüne kadar gitmekten üşenmeyen gazeteciler için de dosya oldukça berrak. Ömer Güney üç kadını öldürmekten ve terör suçu işlemiş olmaktan cezalandırılacak. Haklı çıkarlar mı, göreceğiz. Haklı çıkarlarsa, sadece Güney değil, ilişki içerisinde olduğu MİT de bu suçtan kurum olarak yargılanmış olacak. Ankara’da artık ‘iç hesaplaşma’ yerine yeni bir tezin seslendirilmesi bu yüzden tesadüf olmayabilir.

GÜNAH KEÇİSİ “PARALEL”
Youtube ses kayıtları internete düştüğü günlerde çiçeği burnunda Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, MİT’in olayla ilişkilendirilmesini sert bir dille yalanlamış, Fransız makamları ile yakın işbirliği olduğunu iddia etmişti. Ama kısa bir müddet sonra Erdoğan tarafından yalanlandı. Erdoğan için olay açıktı: “Şimdi bakın, biz bu sorunu çözmek için, annelerin gözyaşlarını dindirmek için samimi mücadele verirken önce Oslo sürecini sabote ettiler. Arkasından MİT müsteşarımızı tutuklayıp devre dışı bırakmak istediler. Arkasından Paris’te suikastlar yaptılar. İşte en son 17 ve 25 Aralık darbe girişimiyle çözüm sürecine saldırdılar. Kim yaptı? Pensilvanya’daki bir zat ve onun buradaki maşaları.”

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, ülkesinin güvenlik güçleri içerisinde ‘paralel yapıların’ cirit attığını, barış sürecini hedef aldığını, Paris’in göbeğinde cinayet işlediğini söylüyordu. Ülkesinin kurumlarını denetlemekten aciz muz cumhuriyeti görüntüsü vermekten çekinmiyor, ‘Paris cinayetini paralel yapı işledi’ diyordu. Bu tezi sadece Erdoğan ve çevresi değil, ‘saygın’ ve ‘ciddiye alınır’ kaynaklar da savunuyor ne yazık ki.
Yolsuzluk soruşturmalarının başladığı 17-25 Aralık’tan sonra ‘Cemaat’, AKP iktidarı döneminde yaşanan tüm pisliklerin günah keçisi yapıldı. “Yolsuzluk yok, darbe var” tezi, sadece iktidar tarafından değil, Oral Çalışlar gibi ‘sol’ yazarlar tarafından da savunuldu, savunuluyor. Radikal’den Ezgi Başaran’ın Paris cinayetlerini cemaate yıkmaya çalışması, bunu yaparken bariz mantık hatasına düşmesi, bu yüzden şaşırtıcı değil; ama ilginç bir örnek. (Radikal, 18 Mart 2015) Başaran, olayı, PKK içerisinde önemli konumu olan Cemil Bayık’ın şu cümlelerine atıf yaparak irdeliyor: “Hakan Fidan bizim resmî kâğıtlarımız kullanılmış dedi. Kurum içerisinde kurum teknolojisi ile üretilmiş belgeler var dedi. MİT’in bunun dışında olduğunu inkâr etmedi, ama dedi ki ‘Biz yapmadık. MİT içinde cemaatçiler, ulusalcılar var onlar yaptı’ dedi.” Ama Ezgi Hanım Bayık’ın Ahmet Şık ile gerçekleşen bu mülakatta Fidan’ı inandırıcı bulmadığını atlıyor. Olayın ‘Cemaat’ işi olduğunu düşünüyor.

Madem öyle, Güney ile konuşan MİT görevlisi olduğu söylenen iki kişinin ses kayıtları oldukça berrak. Basına düşen imzalı belgelerde de isimler var. MİT’in ses kayıtlarındaki iki görevlinin kimliklerini bilmemesi mümkün değil. Güney’in aradığı telefon numaraları var. Ankara bu telefon numaralarının kime ait olduğunu bilmiyor mu? Biliyor. Ama buna rağmen adalete teslim etmiyorsa, acaba neden? Yüzlerce polisin cemaat üyesi oldukları için tutuklandığı, görevden uzaklaştırıldığı ya da sürüldüğü bu günlerde MİT katil zanlısı ‘Fethullahçıları’ acaba neden deşifre etmiyor? Veya Ezgi Başaran neden bu soruyu sormuyor ve anlamaya çalışmıyor? Ciddi bir gazeteci, elinde somut bir veri olmadan yüzbinlerce insanı kapsayan bir sosyal grubu nasıl cinayete ortak olmakla suçlar? Cinayet ile cemaat arasında organik bağı nasıl kurar? Cinayetle ilgili Ankara ile Paris arasında neden bilgi akışı gerçekleşmediğini sorgulamaz?

Her neyse… Biz Brüksel’de konuşma imkânı bulduğumuz Zübeyir Aydar’ın tezini akla çok yatkın buluyoruz: “Devlet bugün olduğu gibi Oslo sürecinin çökmesinden sonra 2012’de 50 üst düzey PKK üyesini yok etme kararını devreye soktu. Millî Güvenlik Kurulu’ndan başlayıp zamanın başbakanı Erdoğan’ın da bilgisi dâhilinde devlet bu karara göre programlanmıştı. PKK’nın 50 civarında ‘anahtar lider kadrosu’ yok edilirse teşkilat çöker inancının ürünü idi bu karar.”

Aydar, çözüm sürecinin ilk günlerinde gerçekleşen Paris cinayeti ile ilgili iki ihtimalden de bahsediyor: “Ya öldürme kararı henüz geri alınmadığı için Sakine Cansız öldürüldü. Yani siyasi yapının hatası, gafı, bir nevi kaza. Ya da öldürme kararlarının geri çekileceğini bilen bazı kaynaklar elini çabuk tuttu.” Aydar’a göre bu kaynaklar, “yürürlükteki emri yerine getirdikleri”, yani görevlerini yaptıkları için deşifre edilemiyorlar.
Aydar, önemli bir bilgi de paylaşıyor: “Youtube’daki ses kaydında konuşanlardan birinin sesi o kadar tanıdık geliyor ki. Sanki iyi tanıdığım, masada, karşımda oturan biri.”

Bu cümlelerden, Oslo sürecinde müzakereleri yürüten birinin sesi olabileceğini düşündüğünü öğreniyoruz. Oslo kayıtları da internete düştü değil mi? Savcılar bu iki kaydı karşılaştırsa, belki bir iz bulurlar. Düşünmek bile istemiyoruz; ama öldürme emrini ‘müzakere’ masasında olanlar verdi ise Kürt sorunu bizi uzun zaman meşgul edecek anlamına geliyor. Bu ihtimal tabii Aydar’ın iki tezine ters düşen üçüncü bir şey akla getiriyor. Oslo sürecinin başarısızlıkla bitmesi üzerine, Öcalan ve müzakere masasındaki PKK temsilcilerine “Bakın bu iş bu defa masada çözülsün, ikinci bir Oslo yaşamayalım, bizim başka çözüm alternatiflerimiz de var(!)” mesajını iletmek için Cansız seçilmiş olabilir mi? Bu tez olayın ilk günlerinde de savunuldu; ama ‘çözüm sürecinden rahatsız kaynaklar’ tezi öne çıktığı için üzerinde pek durulmadı. Bakalım mahkeme süreci bize ne gösterecek?

Son olarak, Güney, soruşturma hâkiminin savunduğu gibi MİT adına bu cinayetleri işlediyse, iki çelişkili tez akla geliyor. Güney’i yöneten kadro, yakalanmayacağını düşünüyordu. Veya yakalanması planın parçası idi, ‘iç hesaplaşma’ olarak kalacağını düşünüyorlardı. Güney deşifre olsa bile arkasının karanlık kalacağından emindiler. Olay size Hrant Dink ve Yunus Koca cinayetini hatırlatmıyor mu? Maşa hemen bulunuyor, el karanlıkta.