30 Haziran 2015 Salı

PKK'nın üstün aklı! / Abdülhamit Bilici

Başbakanlık düzeyinde Irak'a düzenlenen kritik bir ziyaretti. Bağdat'ta Maliki ile görüşülecek, Necef'e geçilip Şii lider Sistani ile bir araya gelinecekti. Bir gazeteci olarak katıldığım Mart 2011 tarihli bu ziyaretin en anlamlı kısmı ise son durağıydı. Bir Türkiye başbakanı ilk kez Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni ziyaret edip Mesut Barzani ile görüşecekti. Erbil, Türk bayraklarıyla donatılmıştı.
 
 
Görüşmelerden sonra heyetler konukevindeki akşam yemeğinde buluştu. Atmosfer çok samimiydi. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, salonun ortasındaki piyanoda bildiği parçaları çalıyordu. İbrahim Kalın, eline aldığı bağlamayla Yemen Türküsü'nü söylüyor, Erdoğan ve Barzani de eşlik ediyordu. Barzani, niçin bu türküyü istediğini şöyle anlatmıştı: “Babamla dağlarda savaştığımız yıllarda Cizreli bir arkadaşım vardı. Tüfeğini saz gibi tutup bu türküyü söylerdi. Şehit düştü. Ne zaman dinlesem o günleri hatırlar, duygulanırım.”

Birkaç yıl önce hayali bile imkânsız tarihî bir hadiseye şahitlik ediyorduk. Zira eski Türk dış politikasına göre Barzani ve Talabani vebalı isimlerdi. Turgut Özal, 1990'ların başında diyalog kurmaya çalışmış ama vefatından sonra resmî politikada ve merkez medyada onların isimleri aşağılanarak anılırdı. Ankara'nın “Kuzey Irak” dediği bu bölgedeki Kürtlerin, değil bağımsızlığı, otonomiye kavuşmaları bile kabul edilemez kırmızı çizgiydi. Irak'ın parçalanarak Türkiye'ye kötü örnek olma korkusu ve PKK'nın bölgedeki varlığı nedeniyle Ankara çok soğuktu. Türkiye'nin bölgedeki doğal müttefiki Türkmenlerdi. Misak-ı milli içinde olan bölgenin Türkiye'ye katılması senaryoları sık sık konuşulurdu. Saddam yıkılıp Irak resmen federasyona dönüştüğünde bile mesafe sürdü. Anayasada geçen Kürdistan ismine bile tepki vardı.

Erdoğan ile Barzani'nin birlikte söylediği türküyü dinlerken, Irak'a dair kırmızı çizgileri hatırlatan siyasetçi ve diplomatların sözleri kulağımda çınlıyordu. Hem bölge ve dış politika alt üst olmuş; artık Kürt bölgesi Türkiye'nin en yakın komşusuydu. Türkiye, ya doğru belirlediği siyaseti uygulayamadığı ya da baştan yanlış yaptığı için kırmızı çizgileri pembeleşmişti.

IŞİD'in kontrolündeki Tel Abyad'ın PKK'nın Suriye versiyonu PYD'ye geçmesi üzerine Erdoğan'ın, “Suriye'nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.” sözleri, tutarsız Irak politikamızı hatırlattı. Üstelik Suriye politikası daha baştan iflas etmişti. O kadar ki, bir hafta önce Rojava denilen bölgede kontrol ettiği sahayı genişleten PYD'nin, AKP medyasında IŞİD'den daha tehlikeli olduğu söylenirken, şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri'nin IŞİD için acilen bir şeyler yapması gerektiği yazılıyor.

Hükümetin Genelkurmay'dan, Suriye sınırındaki kritik kapılar olan Öncüpınar ve Cilvegözü'nün karşısındaki bölgelerin IŞİD'e geçmemesi için tedbir almasını istiyor. Türkiye'yi kaosa çekebilecek talepte hedef belirsiz: Devlet kurmasından endişe edilen PYD mi, PYD ile mücadele eden IŞİD mi, yoksa Ankara'nın devrilmesini istediği Esed mi? Şayet tehdit IŞİD ise neden bu örgüte karşı sınırda ve ülke içinde etkin bir mücadele ve tavır yok? Suriye sınırındaki 11 kapıdan çoğu PYD, IŞİD veya diğer muhalif grupların elinde. Yani Esed'in hemen düşeceği öngörüsü tutmadığı gibi, onun boşluğunu nasıl grupların dolduracağını da görememişiz. PYD, IŞİD veya Esed'i hedef alan bir askerî operasyonda, bunların Türkiye'de cirit atan unsurlarının yapacağı misillemeler büyük bir risk. Ayrıca Suriye'ye müdahalenin, başta enerji olmak üzere birçok açıdan bağımlı olduğumuz Rusya ve İran'la ilişkilere etkisi de mühim.

Şayet tehdit PYD ise bu örgütün lideri Salih Müslim ile Ankara arasındaki görüşmelerin anlamı ne? 3 ay öncesine kadar çözüm sürecinde PKK'yı meşru aktör kabul ederek uluslararası alanda önünü açan AKP hükümeti idi. PKK ile PYD arasındaki ilişki ve ateşkes sayesinde Türkiye'de eli rahatlayan örgütün Suriye'ye öncelik vereceği baştan beri biliniyordu. Ayrıca iktidara akıl veren çevreler, çözüm sürecinin Türkiye'yi aşarak “bölgedeki sınırları belirleyen Sykes-Picot düzenini anlamsızlaştırma hamlesi olduğunu”, Irak ve Suriye Kürtlerinin er geç ayrı bir oluşum olarak ortaya çıkacaklarını, bunlarla kavga yerine önlerini açıp hâmi pozisyonu almanın daha doğru olacağını, hatta büyük Türkiye'ye giden yolu açacağını varsayıyorlardı. Dolayısıyla ortaya çıkan bu tablo, PKK'ya karşı izlenen stratejinin ve Suriye politikasının doğal sonucu. Suriye'nin kuzeyinde bugün koca bir bölgeyi kontrol eden, IŞİD'e karşı mücadelesiyle dünyanın sempatisini kazanan, TBMM'de büyük bir grup oluşturan PKK çizgisinin aklı, ne yaptığını bilmeyen ve "niyetlerinden emin olunmayan oligarşik bir kadronun kontrolüne giren" AKP Hükümetinin stratejisini yenmiş görünüyor. Bu kafayla Suriye'deki kırmızı çizgilerin sonu da Irak'takilerden farklı olmaz! Savaş tamtamlarından önce Türkiye'nin yeni ve düzgün bir stratejiye ihtiyacı var.