19 Nisan 2016 Salı

Başbuğ'un Stockholm sendromu / YAVUZ BAYDAR

'Akıl akıl, gel bana takıl!' dönemini de hayırlısıyla geride bırakmış bulunuyoruz.

Şimdi hiçbir şeye şaşırmama çağı.

'Şahsım olarak' ben artık hayret etme olayımı rafa kaldırdım.

Kafayı yiyenler ve dehiet içinde içine kapananlar şeklinde ikiye ayrılmış olan toplumumuzda Diyojen misali elinde mum gündüz vakti 'insan arıyorum insan' diye dolaşanları da 'gezinmeyin artık ortalıkta' diye uyarma noktasındayım.

Geçen gün eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ'un Erzurum Atatürk Üniversitesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği işbirliğiyle gerçekleşen etkinlikteki konuşmasını okuyunca 'tamam artık tam olmuşuz' dedim kendi kendime ve ne yalan söyleyeyim, huzura erdim.

Olmuş, eminim artık.

Konuşmadan bazı bölümler herkese idrak noktasında son derece yardımcı olacak cinsten.

Bazı örnekler sunayım da anlaşılsın.

Terör konusunda şöyle 'değerlendiriyor' Sayın Başbuğ:

'Cizre'den bir aileyi, çocuklarını getirip bir yıl misafir eden oldu mu? Özeleştiri yapmalıyız. Toplumun büyük bir bölümü bu konuda sınıfta kaldı."

Dank ettim. 'Biz bunu daha önce neden düşünemedik?' diye içim cız etti.

Evet yahu, aynen o Amerikalı ailelerin dünyanın çeşitli ülkelerinden çocukları evlerinde misafir etmeleri gibi biz de Kürt (tabii Başbuğ bu lanet olası kelimeyi kullanmıyor ama anlaşılıyor kimleri kastettiği) aileleri Batılı evlerde ağırlasaydık, hayat bayram olmayacak mıydı?

'Abi işte olay bu, işte sahalarımızda görmeye hasret kaldığımız hareketler, bizler bunu 90 senedir bekliyorduk, iş bitmiştir' diyen Kürtlerle et ve tırnak, ciğer ve kemik gibi kaynaşmayacak mıydık?

Arkadaşlar, bu dahiyane fikri daha önce düşünmeyip barış marış diye bildirge yazarak başınıza dünya kadar iş açacağınıza şu kaymak gibi çözüme kulak verseydiniz, Anadolu'muz cennet bahçesi olmayacak mıydı?

Kürt dediğimiz arkadaşlar yatışacak, herşeyi unutacak ve topyekun yerli-milli olup, dünyaya tek ses halinde 'duyun sesimizi' diye bas bas bağıracaktık.

Bu kadar basit.

***

Sayın Başbuğ'un hayalini paylaştığı anlar da içimi hislendirdi desem yeridir.

Demişler ki:

"Benim en büyük hayalim, Türkiye ile Azerbaycan'ın tek devlet olmasıydı. Zaten denilmiyor mu, tek millet, iki devlet. Tercüman olmadan birbirimizle konuşuyoruz. Ama mümkün değil, yaptırmazlar. Keşke şartlar uygun olsaydı."

Bunu söyleyen kişi, şaka değil, bir ara ordunun başındaki en yetkili kişi. Elbette bir bildiği var.

Siz, biliyorum, şimdi çatlak sesinizle, 'yahu, dünyanın en berbat eleştirilerini yiyen, bir aile şirketine dönmüş, parası pulu çalınıp çırğılmış, Panama Belgeleri denen habere göre birtakım bankalara çoluk çocuk Aliyev ailesi kaç para kaçırmış hesabı belli değil, hapislerde siyasi tutsak kaynıyor, ağzını açan içeri atılmış, dünyada kim polis devleti dese aklına burası geliyor, böyle bir ülke ile birleşme olur mu?' diye vozurdanacaksınız.

Bırakın böyle işleri.

Bakın, koskoca bir asker, ordusuna komuta ettiği ülkenin egemenliğini ve bütünlüğünü bir ülkeyle birleşme adına pazarlık konusu yapmayı enine boyuna düşünmüş.

Size mi kaldı? Girmeyin böyle işlere.

***

Konuşmada en dokunaklı bölüm, Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan'a övgülerin yağa yağa bitirilemediği bölüm.

Komplo ve kumpas başlığı altında şöyle buyuruyor Sayın Başbuğ:

'Ergenekon ve Balyoz gibi davalar Türk devletine ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelik büyük bir komploydu. Şunu açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki, bu mücadeleyi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'dan daha iyi ve daha başarılı başka kimse yapamazdı. Devletin kılcal damarlarına kadar nüfuz eden ve bugün Türkiye'nin başına bela olan Paralel Yapı 2007'de harekete geçti ve 2011'de de ilk darbe girişiminde bulundu. 17-25 Aralık yargı darbe girişimi başarıya ulaşsaydı, çok geçmeden Türkiye'nin tıpkı İran gibi bir Humeyni'si olacaktı.'

Hmmm. Demek ki neymiş?

Buymuş.

Başbuğ'un tutuklanması elbette ki bir hukuk rezaletiydi. Onu ciddi bir nokta olarak ayrı bir yere koyalım, altı çizili kalsın.

Ama Başbuğ'a göre mesele Türkiye'de yargının köhneliği, bağımlı ve devlet yanlısı, iktidarlara endeksleniveren yapısı filan falan değil.

Mesele, komplo.

Hani şu, Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde söylediği 'ben bu davaların savcısıyım' sözüyle taçlanmış olan 'komplo'.

Ama, o da nesi?

Başbuğ, 'savcı'yı es geçmek bir yana, ona 'komplo savuşturan başarılı önder' şeklinde övgüler yağdırıyor.

Hem de, şimdi bir parçası ABD hukuk sistemine sirayet eden ve büyük bir davaya kısmen konu olacağı anlaşılan 17 - 25 Aralık yolsuzluk dosyalarını 'darbe girişimi' (!) olarak tanımlayıp, alkışlar da alarak.

İnanılır gibi değil, değil.

İnanılır gibi.

Stockholm Sendromu diye bir şey var, bilirsiniz.

Wikipedia şöyle özetlemiş bu durumu:

'Stokholm sendromu, rehinenin kendisini rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan bir terimdir.'

Sayın Başbuğ'un aklı yürütme ve ruh halini en iyi bu anlatıyor mu diyeceğiz.

Hayır.

Belli ki müesses nizam kendisini toparlamış.

Yeni bir ittifak kurulmuş, ve geçmiş onyıllardaki gibi kendi kendine yalan söyleme, inkarı yaşatma ve aynen eskiden solcu, komünist, mürteci, şimidlerde Kürt, Cemaat gibi sanal düşmanlarla halkı hipnozda tutarak işini görme, safa sürme şeklinde bir formatta cellat-kurban mutabakatı üzerinden yola devam kararı alınmış.

Onun için...

Diyorum ki...

Rahat olun...

Akıl makıl aramayın...

Boşuna yormayın kendinizi.

Yalandan dolandan az zararla çıkmaya bakın, yeter.