Sayın
Şaban Çobanoğlu dil bilimci, aynı zamanda askerdir. Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin bünyesinde askerî öğretmen olarak görev yaptı, binbaşı
rütbesiyle emekli oldu. Hangi görüş ve düşüncede olursa olsunlar,
askerler genellikle ocaklarına toz kondurmazlar.
Haksızlığa
uğrayıp ordudan atılsalar bile, yine de bir kulpunu bulur, olayı
anlaşamadığı veya ayrı fikirden olduğu bir kumandanın üzerine yıkarlar;
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kurum olarak tertemiz takdim ederler. Buna
ister meslek ahlakı, ister ocak dayanışması diyelim; ama gerçektir; hem
de saygı duyulması gereken bir davranıştır. Zira ordunun yıpranması,
sıradan bir kurumun tahrip edilmesi değildir; milli varlığımızın
dinamitlenmesidir.
Askerî liselerde, bilhassa Harp Okullarında mezhepçilik gayretiyle ayrımcılık yapıldığı, ülkemizde ezici çoğunluk halinde yaşayan Sünni Müslümanlara dair kıyım uygulandığı kulaktan kulağa fısıldanmaktadır. Bir millet için en büyük felaket ordusuyla arasının açılmasıdır. Söz konusu şayiayı dış güçlerin, millet düşmanlarının çıkardığını düşünerek aklı başında insanlar buna inanmazlar; en azından inanmak istemezler. Yalnız rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Türkiye, Cezayir, İran olmayacak; ama Suriye de olmayacak” diye ünlü bir sözü var. Yazıcıoğlu ciddiye alınacak bir insandı; partisinin ülke çapında havası yokken milletvekilliğine adaylığını Sivas’ta koyar, her defasında da seçilirdi. Demek ki yakından tanıyanlar ona güvenirdi. Sözü gerçeği aksettirmeyene kim inanırdı? Yazıcıoğlu, İslam platformunda yükselen bir Türk milliyetçisiydi. Milletin göz bebeği olan ordumuzu kurum olarak zedelemesi mümkün değildi. Bazı gayretkeşleri kastettiği kesindir.
Mobbing uzmanı olan Çobanoğlu, verdiği bir konferanstan sonraki intibaını “Sakıncalı Asker” adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Dinleyicilerim, 28 Şubat döneminde çeşitli yöntemlerle orduyla ilişiği kesilen, emeklilik veya istifaya zorlanan subay ve astsubaylardan oluşmaktaydı. Konferansı bitirdiğimde birçok dinleyici 28 Şubat sonrası kıtalarda yaşadıkları sürecin konferansın konusu olan mobbing olgusu ile tamamen örtüştüğünü heyecanla dile getirdiler.”
Kitabının bir başka yerinde de şöyle demektedir: “Ordu içinde ‘belli mihrakların’, ‘planlı’ ve ‘niyetli’ uygulamalarını harekete geçirerek dinî, millî ve manevî değerlere bağlı muhafazakâr yapıdaki subay ve astsubayları tasfiye etmek için, sistemli olarak ve hiyerarşik sarmaldan yararlanarak mobbing sendromunu uç noktalarda tatbik etmekten çekilmedikleri anlaşılmaktadır.” Dünyanın önde gelen milletlerinin en millî kurumları ordularıdır. Milliciliğin iki boyutu vardır; biri tarihî, diğeri manevidir. Tarihî boyutu ona kimliğini kazandırır; manevî boyutu ise cesaretini ateşler. Din düşmanı olan Stalin’in II. Dünya Savaşı’nda cepheye papazları göndermek zorunda kaldığını unutmamak gerekir. “Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” inancına sahip bir ordu ile kof bir gurur için çarpışan ordu aynı olur mu?
Diktatörlüklerde bir fert veya bir zümre millet adına karar alır. Demokrasi ise geniş kitlelerin tecrübesinin ferdin veya zümrenin kararından isabetli olduğu esasına dayanır. İnsanın onuruyla da bağdaşan demokrasinin sağlıklı olması, ancak onu ordunun özümsemesiyle mümkündür; zira devletin etkili gücü bu kurumda toplanmaktadır. Çağımız da bunu emretmektedir; çünkü devlet hayatı son dönemlerde giriftleşmiş, bu da iş bölümünü mecbur kılmıştır. Siyasetçi meslek olarak yurt savunmasının gereklerini yerine nasıl getiremezse, savaş formasyonuna sahip askerlerin de siyasete ayak uydurdukları pek görülmemiştir; zira meslekleri icabı görevlerini emirle yerine getirirler.
Ciddi araştırma ürünü olan “Sakıncalı Asker” adındaki kitabın sonuç bölümünde Çobanoğlu şu hükme varmaktadır: “...Temelleri başarıya, güvene, adalet anlayışına ve sağlam arkadaşlıklarla örülü, ahlaki bir yaklaşıma dayanan bir kışla kültürü oluşturabilmek, bir komutanlık ve liderlik meziyetidir. Böyle bir anlayış, mobbinge müsamaha göstermediği gibi, disiplinsiz, gevşek ve ordunun oturmuş temayülleri ile örtüşmeyen yaklaşımlara da izin vermez.”
Mete ile kurulduğu rivayet edilen ordumuzla milletçe üzüldük, milletçe gurur duyduk. Her aklı başında insanımız onun daha iyi olmasını ister: “Sakıncalı Asker”in yazarı Şaban Çobanoğlu gibi.
Askerî liselerde, bilhassa Harp Okullarında mezhepçilik gayretiyle ayrımcılık yapıldığı, ülkemizde ezici çoğunluk halinde yaşayan Sünni Müslümanlara dair kıyım uygulandığı kulaktan kulağa fısıldanmaktadır. Bir millet için en büyük felaket ordusuyla arasının açılmasıdır. Söz konusu şayiayı dış güçlerin, millet düşmanlarının çıkardığını düşünerek aklı başında insanlar buna inanmazlar; en azından inanmak istemezler. Yalnız rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Türkiye, Cezayir, İran olmayacak; ama Suriye de olmayacak” diye ünlü bir sözü var. Yazıcıoğlu ciddiye alınacak bir insandı; partisinin ülke çapında havası yokken milletvekilliğine adaylığını Sivas’ta koyar, her defasında da seçilirdi. Demek ki yakından tanıyanlar ona güvenirdi. Sözü gerçeği aksettirmeyene kim inanırdı? Yazıcıoğlu, İslam platformunda yükselen bir Türk milliyetçisiydi. Milletin göz bebeği olan ordumuzu kurum olarak zedelemesi mümkün değildi. Bazı gayretkeşleri kastettiği kesindir.
Mobbing uzmanı olan Çobanoğlu, verdiği bir konferanstan sonraki intibaını “Sakıncalı Asker” adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Dinleyicilerim, 28 Şubat döneminde çeşitli yöntemlerle orduyla ilişiği kesilen, emeklilik veya istifaya zorlanan subay ve astsubaylardan oluşmaktaydı. Konferansı bitirdiğimde birçok dinleyici 28 Şubat sonrası kıtalarda yaşadıkları sürecin konferansın konusu olan mobbing olgusu ile tamamen örtüştüğünü heyecanla dile getirdiler.”
Kitabının bir başka yerinde de şöyle demektedir: “Ordu içinde ‘belli mihrakların’, ‘planlı’ ve ‘niyetli’ uygulamalarını harekete geçirerek dinî, millî ve manevî değerlere bağlı muhafazakâr yapıdaki subay ve astsubayları tasfiye etmek için, sistemli olarak ve hiyerarşik sarmaldan yararlanarak mobbing sendromunu uç noktalarda tatbik etmekten çekilmedikleri anlaşılmaktadır.” Dünyanın önde gelen milletlerinin en millî kurumları ordularıdır. Milliciliğin iki boyutu vardır; biri tarihî, diğeri manevidir. Tarihî boyutu ona kimliğini kazandırır; manevî boyutu ise cesaretini ateşler. Din düşmanı olan Stalin’in II. Dünya Savaşı’nda cepheye papazları göndermek zorunda kaldığını unutmamak gerekir. “Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” inancına sahip bir ordu ile kof bir gurur için çarpışan ordu aynı olur mu?
Diktatörlüklerde bir fert veya bir zümre millet adına karar alır. Demokrasi ise geniş kitlelerin tecrübesinin ferdin veya zümrenin kararından isabetli olduğu esasına dayanır. İnsanın onuruyla da bağdaşan demokrasinin sağlıklı olması, ancak onu ordunun özümsemesiyle mümkündür; zira devletin etkili gücü bu kurumda toplanmaktadır. Çağımız da bunu emretmektedir; çünkü devlet hayatı son dönemlerde giriftleşmiş, bu da iş bölümünü mecbur kılmıştır. Siyasetçi meslek olarak yurt savunmasının gereklerini yerine nasıl getiremezse, savaş formasyonuna sahip askerlerin de siyasete ayak uydurdukları pek görülmemiştir; zira meslekleri icabı görevlerini emirle yerine getirirler.
Ciddi araştırma ürünü olan “Sakıncalı Asker” adındaki kitabın sonuç bölümünde Çobanoğlu şu hükme varmaktadır: “...Temelleri başarıya, güvene, adalet anlayışına ve sağlam arkadaşlıklarla örülü, ahlaki bir yaklaşıma dayanan bir kışla kültürü oluşturabilmek, bir komutanlık ve liderlik meziyetidir. Böyle bir anlayış, mobbinge müsamaha göstermediği gibi, disiplinsiz, gevşek ve ordunun oturmuş temayülleri ile örtüşmeyen yaklaşımlara da izin vermez.”
Mete ile kurulduğu rivayet edilen ordumuzla milletçe üzüldük, milletçe gurur duyduk. Her aklı başında insanımız onun daha iyi olmasını ister: “Sakıncalı Asker”in yazarı Şaban Çobanoğlu gibi.