21 Nisan 2009 Salı

12 Mart benzetmesi / Derya Sazak

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Ergenekon’da 12. dalga gözaltıları 12 Mart 1971 askeri muhtırası sonrasında yaşananlara benzetmiş:“12 Mart geldi, darbecilik işine bulaşanları aldı. Sonra döndü Tarık Zafer Tunaya’yı, Bülent Nuri Esen’i almaya başladılar ve iş sulandı. 12 Mart bir demokrasi düşmanı harekete dönüştü. Burada da Türkan Saylan velev ki bu işin içinde olsun. Onu görme ya, görme! Daha neler var, onu görme ya!”Günay “sol” gelenekten geldiği için “12 Mart’ın günahları”nı bilir!
Türkiye, 68 gençliğini silahlı mücadeleye yönelten kışkırtıcı olaylarla, ajan provokatörlerle, aynı silahla sağcıyı da solcuyu da öldüren tertiplerle, işkenceyle, “kontrgerila”yla, gemi batırma, uçak kaçırma, kültür sarayını yakma gibi operasyonlarla da o dönemde tanıştı.Ergenekon’da gelinen süreç nedeniyle pek çok çevrenin ve Bakan Günay’ın da dediği şekilde “işin sulanması”nın ötesinde “hukuk ve demokrasi” askıya alındı, Deniz Gezmiş’lerin idam kararı dahil parlamento ve toplum baskı altına alınarak 12 Eylül askeri darbesinin önü açıldı.12. dalga gözaltılar nedeniyle bugün de müthiş bir kafa karışıklığı var.Hükümete yakın çevrelere bakılırsa, Ergenekon soruşturması “iktidarın kontrolü”nden çıktı.Tersini düşünenler; rektörlerin tutuklanması nedeniyle Menderes Hükümeti’nin sonunu getiren 27 Mayıs’ı hatırlatanlar var. 1960’da iktidara karşı askerleri kışkırtan sivil güçlere üniversite kaynaklık etmişti.
Bunu söyleyenler, 2003-2004’teki darbe girişiminin ardında rektörleri arıyor. Tersine, Ergenekon davasının yolundan saptığını, DP’nin son dönemindeki “Tahkikat Komisyonu” uygulamalarını öne sürenler de az değil.O halde gelinen aşamada medyanın da siyasetin de bu tür kışkırtmalardan kaçınması gerekiyor.Ergenekon pusulası “hukuk ve demokrasi”den sapmamalı.Taraf’ta Ahmet Altan, savcıya ve polislere şunu soruyordu:“Biz, ‘bir darbe yapıp herkese hukuk dışına çıkan uygulamalarla acı çektireceği’ için Ergenekon soruşturmasını ve davasını sonuna kadar destekliyoruz.
Peki, siz ne diye “hukuksuz” bir örgütü soruştururken hukuksuz biçimde insanlara acı çektiriyorsunuz? Buna ne hakkınız var? Elinizde bir kanıt, bilgi belge yoksa nasıl canınızın istediğini alıp götürüyorsunuz?”
Türkan Saylan, Tijen Mergen’le ilgili arama ve gözaltı kararlarında “Danıştay saldırısından darbe girişimi”ne pek çok neden ve silahlı eylemden hareketle Ergenekon bağlantısı öne sürülüyordu. Ahmet Altan, “Ergenekon’u, Ergenekon’a benzeyerek mi önleyeceksiniz?“ diye sormakta haklı.
Liberal, sol ve demokrat aydınlar, vicdan ve adalet duygusuyla “cadı kazanı”na karşı çıktılar.“Hukuk her şey değildir” diyenler durumu gördüler.Türkiye muz cumhuriyeti değil, “Erken kalkan darbe yapmasın” ama Ergenekon sayesinde “Korku Cumhuriyeti”ne de dönüştürülmesin.

Direk Ve Kıymık / Ahmet Altan

Bu da bir yetenek. Bir direğin üstündeki kıymığın, o direkten daha büyük ve daha önemli olduğunu söyleyebilmek ve taraftar bulmak öyle kolay bir iş değil.
Bunun için onları kutlamalıyız önce.
Şimdi ortada adına “Ergenekon” denilen kocaman bir direk var. Bir de bu direğin üstündeki kıymıklar. Türkan Saylan’ın görüntüsü bir kıymıktı.
İşin özü değil, görüntüsüydü insanın gözüne batan. Cüzam konusunda büyük mücadeleler vermiş hasta bir kadının evinin aranması, görüntüsüyle insanı huzursuz ediyordu. Böyle bir şey olmasın istiyordunuz.
Ama özüne baktığınızda, “hukuksuz” bir iş olmadığını görüyordunuz. Saylan’ın yönetimindeki kuruluş, çocukları fişliyor, üstelik darbeci kuruluşlarla da ciddi ilişkileri bulunuyor. Öyle bir yer ve o yerin yöneticisinin evi aranır.
Ama “görüntü” insanın içini sızlatıyor, sızlatmaması da mümkün değil.
Değil de, hayat da sadece “görüntü” değil, o görüntünün bir de arka planına bakmalı. Orada bir haksızlığa ve hukuksuzluğa rastlamıyorsunuz.
Tijen Mergen meselesi biraz daha farklı. Türkan Hanım’ın Ergenekoncularla şöyle ya da böyle bir ilişkisi olduğu biliniyor, Mergen’in böyle bir ilişkisinin işaretleri ise ortada yok.
Mergen’in gözaltına alınması keyfî bir davranış izlenimi yaratıyor.
Sebep ne olursa olsun, kimse kimseyi “canı istediği” diye, bir belgeye, bir kanıta dayanmadan gözaltına alamaz. Böyle bir uygulama sonuna kadar eleştirilmeli. Polis ya da savcı Mergen’in gözaltına alınma nedeni olarak ortaya bir belge koyana kadar da bunu eleştirme hakkını herkes kullanır, kullanmalı.
Ama bu iki olay, “direğin” üstündeki kıymıklar.
Ve, bir haftadan beri medya bizi “kıymığın” direkten önemli olduğuna inandırmaya çalışıyor. Kıymıkları temizlemeli, onların insanın vicdanına batmasını engellemeliyiz. Ama direği de unutmamalıyız.
O direk, darbe girişimlerinden, cinayetlerden, suikastlardan, cephaneliklerden, toplumun içine yayılan gizli örgütlerden, planlardan, çetelerden, fişlemelerden oluşuyor. Bir ucu Ergenekon’un içine giren JİTEM’in Güneydoğu’da işlediği cinayetler, ölüm kuyularına attığı kurbanlar duruyor önümüzde. Kıymıklardan şikâyet ederken bu “cinayetleri” unutacak mıyız?
Yok mu sayacağız? Bir “şeriatçı” eylemi olarak sunulan, gazetelerin çarşaf çarşaf yazılarla “irticanın ayak sesleri” olduğunu iddia ettiği Danıştay Cinayeti dün Ergenekon davasına dahil edildi. “Allah’ın askeriyim” diye bağırdığı söylenen katilin Ergenekon’un tetikçisi olduğuna kani olan mahkeme, dosyayı Ergenekon davasına ekledi.
Direk bu işte.
Bir Danıştay yargıcını öldürtüp, suçu “şeriatçıların” üstüne atmak, görmemiz gereken direk. Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalarla, Ergenekon cephaneliğinden çıkan bombaların aynı kafile numaralarına sahip olması, toplumun canevine kadar giren direk.
Devletin içinde bir başka “devlet” örgütlenmiş. Cinayetler işlemiş. Adamlar öldürmüş. Kendine devletin içinden ve toplumun her kesiminden yandaşlar bulmuş. Önemli bir kısmı hâlâ dışarıda ve bu davayı önleyebilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor.
Medyanın önemli bir kısmı da onlara yardım edebilmek için kendini parçalıyor.
Gerçeği, o koca “direği” saklamaya uğraşıyorlar.
Danıştay cinayeti, “Ergenekon davasının” bir parçası olarak yeniden yargının önüne çıkacak. İlişkiler bir daha gözden geçirilecek. Bakalım görelim şimdi, Danıştay yargıcının Ergenekon tarafından öldürülmüş olma ihtimali, medyayı direğin üstündeki “kıymıklar” kadar ilgilendirecek mi...
Yoksa “Danıştay cinayeti” diye fısıldayıp, “Türkan Hanım” diye bağıracaklar mı? Sonsuz, sınırsız, arsız bir kurnazlıkla davranıyorlar.
Bütün bu darbe girişimlerini, cinayetleri, örgütleri, ölüm kuyularını sadece “AKP’ye muhalefet” diye sunabilmek için insanın gerçekten ar damarının çatlamış olması gerekiyor. Cinayete, “muhalefet” mi diyorsunuz siz?
Kürtleri öldürüp kuyulara atmak “muhalefet” mi?
Her yere cephanelikler gömmek “muhalefet” mi?
Karargâh Evleri kurmak “muhalefet” mi?
Bombalar atmak “muhalefet” mi?
Bir siyasi partiye siyasetle “muhalefet” edilir, cinayetle değil.
Bir siyasi partiye siyasetle “muhalefet” edilir, darbeyle değil.
Türkiye, darbelerden, cinayetlerden kurtulmak zorunda, kurtulacak da. Ortada “direk” gibi cinayetler duruyor.
Elimize batan “kıymıkları” temizlemeliyiz, bunlara karşı çıkmalıyız ama kıymığın direkten büyük olmadığını da bilmeliyiz.
Kıymık elimize batıyor ama “direk” öldürüyor. O tabutlar, öldürülmüş insanların o kemikleri sizi Türkan Hanım’ın “kırmızı mendili” kadar ilgilendirmiyorsa, bu, sizin vicdanınızın o mendil kadar olmasındandır.

BARIŞ KARTALI BRİFİNGİ...

Barış Kartalı projesi olarak da bilinen, havadan erken ihbar ve kontrol uçaklarının Program Müdürü Mark Ellis, söz konusu uçakların teslimatı ve teslimatın gecikmesinden kaynaklanan tazminata ilişkin görüşmelerin Türk yetkililerle devam ettiğini söyledi. Barış Kartalı'na ilişkin son gelişmeler TUSAŞ'ın Akıncı'daki Merkezinde düzenlenen bir brifing ile anlatıldı. Barış Kartalı Program Müdürü Ellis, brifingde Türk Hava Kuvvetlerine teslim edilecek olan 4 havadan erken ihbar ve kontrol uçağının ne zaman teslimatının gerçekleşeceği ve gecikmeden kaynaklanan tazminatın ne olacağına şeklindeki soruya, ''Bu konudaki tüm taahhütlerimize uyacağız'' yanıtını verdi. Ellis, gecikmenin projenin kompleks olmasından kaynaklandığını ayrıca Türkiye'nin istediği bütün unsurları yeni teknoloji çerçevesinde uçaklara entegre edeceklerini vurguladı.

Hayrola? / Türker Alkan

Eskiden küfür yerine geçerdi. Biz solcuysak, kızdığımız kişinin CIA ajanı, sağcıysak Moskof uşağı, dinciysek Siyonist olduğunu söyler dururduk. Bu, hem kolay, hem de ekonomik bir yoldu: Fazla kafa yormamıza, inceleme yapmamıza, kanıt toplamamıza gerek kalmazdı.İşler artık değişmiş olmalı.
Geçenlerde Star gazetesi başyazarı Prof. Mehmet Altan’ın Vatan gazetesinde çıkan bir mülakatta ettiği şu sözler beni çok şaşırt:“Bence AKP’ye kalsa Ergenekon kapanır bile. AKP’yi aşan bir irade Ergenekon’un peşinde. (...) Dünya sistemi Ergenekon’u tasfiye ederek Türkiye’yi tedavi ediyor. (...) Burası NATO ülkesi. Burada NATO’nun ve Amerika Birleşik Devletleri’nin istemediği hiçbir darbe olmaz. Bu sefer darbeyi yapamadılar, çünkü Amerika istemedi.” Bunu herhangi bir vatandaş söylese güler geçeriz. Ama Prof. Mehmet Altan herhangi bir kişi değil. Ergenekon davasında izlenen yolu, gözaltıları ve tutuklamaları başından beri desteklemiş bir yazar. Tek başına da değil, Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan kardeşi Ahmet Altan’la birlikte aynı çizgiyi benimsediler. Dava boyunca tutuklananların ve suçlananların darbe yapmaya hazırlanan kişiler olduğundan emindiler.
Şimdi Mehmet Altan’dan öğreniyoruz ki, hükümeti bile aşan bir iradeyle bu işi Amerika kotarıyormuş!Hürriyet yazarı Ahmet Hakan pazar günkü yazısında haklı olarak şu soruyu soruyordu: “O zaman ne diye aylardır ‘Çeteleri temizliyoruz’, ‘Gözümüzü budaktan sakınmıyoruz’, ‘Paşaları tutukluyoruz’, ‘Kimsenin yapmadığını yapıyoruz’, ‘Büyük risk alıyoruz’, ‘En kahraman biziz’, ‘Demokrasiyi kurtarıyoruz’, ‘Dokunulmazlara dokunuyoruz’ falan diyerek, hava attınız ki?”
Bu soruyu elbette sorarlar.Başka sorular da akla geliyor.Hükümetimizden yargımıza ve yazarlarımıza kadar her şey ABD tarafından belirleniyor ve yönlendiriyorsa ve Altan kardeşler gibi en ‘demokrat’ olanlar bile bunu destekliyorsa, yeni kurulacak düzenin nasıl ve ne ölçüde demokratik olacağını iddia edebiliriz?Halk iradesinin hiçbir ağırlığının olmadığı, her kararı Amerika’nın aldığı bir düzen ne zamandır ‘demokratik’ oluyor?Amerika, küresel çıkarları olan bir ülkedir. Türkiye gibi yerel çıkarları olan bir ülkeyle zaman zaman farklı çıkarlarının olması doğaldır. Nitekim, Kıbrıs, Azerbaycan, petrol boru hattı gibi çeşitli konularda farklı çıkarlarımız vardır. Her şeyimizle ABD’nin iradesine tabi isek, bu çıkarları savunmamızın zaten mümkün olmadığını düşünerek hiç debelenmeden teslim olmamız mı gerekiyor? Bugün bizim için demokrasiyi öngören ABD yarın fikir değiştirir de “Türkiye’ye diktatörlük yaraşır” derse ne yapacağız? “Başka çare yok” diyerek, ABD’yi ve askeri yönetimleri öven biz çizgi mi benimseyeceğiz?Eski solcu yeni liberallerin senelerdir savunduğu bir görüş vardır.
Buna göre Türkiye’de demokrasinin işlememesinin, otoriter bir düzen olmasının tek nedeni Atatürkçülerdir. Atatürk ‘Ol!’ dese demokrasi olacaktı. Ama şahsi çıkarlarını düşünen Atatürk bunu demedi, orduyla Atatürkçü aydınlar el ele verip demokrasinin gelişmesini engellediler.Bu görüşü yıllardır savundular.Şimdi birden anlıyoruz ki, demokrasideki aksamaların asıl nedeni Amerika imiş ve bunu engellemeye kimsenin gücü yetmez imiş!Hayrola? O zaman neden yıllardır Atatürk’ü ve Atatürkçüleri suçladınız ki?

Son durum analizi: Ergenekon, Türkan Hanım ve asker…/ Ali Bayramoğlu

Nisan ayı itibariyle üç önemli gelişme yaşandı.
Bu gelişmeler kimi kartların yeniden karılmasına, kimi soruların yeniden sorulmasına, tutumlar arasında yeni yırtılmaların oluşmasına yol açtı.
İlk gelişme şüphe yok ki, seçim sonuçlarıdır.
Siyasi iktidarın uğradığı yüzde 8'lik oy kaybı siyasi istikrarı, çıplak siyasi dengeleri doğrudan etkilemedi. Ancak siyasi istikrarın etkilenmemesi siyasi algıların etkilenmemesi anlamına gelmez, nitekim seçimler algıları, analizleri ve beklentileri önemli ölçüde etkiledi.
Siyasi iktidarın beklenmedik oy kaybı, siyasi partilerden askere ve merkez medyadan kanaat önderleri ve sokağa siyasi ve ekonomik aktörlerin hareket planlarını gözden geçirmelerine yol açmıştır.
AK Parti'yle ilgili tanımlar, güç ve gelecek tahminleri de bunlar arasında yer almaktadır.
AK Parti inişe mi geçmiştir, AK Parti reformcu yolda ilerleyebilecek midir, çatışmacı dili sürdürecek midir, bu imkanlara sahip midir gibi sorular sorulmaktadır.
Ve henüz hiç biri yanıt bulmamıştır…
Bu bir anlamda devam etmekte olan bir algılama ve “tavır düzeltme” sürecidir.
İkinci gelişme Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un ordunun konumu ve duruşunu ifade eden konuşmasının bu ortama denk gelmesidir.
Ordunun 22 Temmuz sonrası içine düştüğü, Ergenekon davasıyla derinleşen “toplumsal meşruiyet sıkıntıları”nı merkez alan bu konuşma, bir tür “imaj tazelemesi girişimi” olarak tanımlanabilir. Bu çerçevede hukuk devleti kavramlarını tercih eden, ancak askerin siyasi rolünden usulünce taviz vermeyen imaj tazeleme girişimi kamuoyu oluşumu açısından kimi ciddi sayılabilecek unsurlar içermiştir.
Her şeyden önce Türk siyasi gündeminin Ergenekon davası ve AK Parti'nin politikaları da dahil olmak üzere asker-sivil meselesiyle bağlantılı olmadığına dair bir kanaat hızla yayılmaya başlamıştır.
Nitekim konuşmayı askerin iktidarla sorunu olmadığının kanıtı olarak görmek isteyen anlayışla, askerin “modern ve demokrasiye” kapalı olmayan bir yapı olarak Ergenekon ve benzeri meselelerde sistemi temsil etmediğini varsayan anlayış aynı noktada buluşmuşdur.
Askerin rolü, Ergenekon davasındaki tutumu, hatta bu davanın niteliğiyle ilgili olarak kafaların karıştığına, en azından ortalığın karıştırıldığına şüphe yoktur.
Üçüncü gelişme, Ergenekon soruşturmasındaki 12. dalgadır. Bu dalgada özellikle Türkan Saylan'ın, saygınlığıyla ve önemli kamusal çabalarıyla tanınan bir öğretim üyesinin evinin aranmış olması “sembolik bir taşma”ya yol açmıştır.
Bu taşmayı arttıran diğer gelişme ise, Saylan'ın evinin aranmasına ilişkin hukuki gerekçeler bu denli muğlakken, durum kişi haklarıyla ilgili ciddi sorunlar yaratıp, şüpheler uyandırırken, Samanyolu TV'de yapılan kimi yayınların bu gerekçe boşluğunu adeta doldurur bir görüntü taşıması olmuştur. Bu yayınlardaki ÇYDD'ye yönelik misyonerlik suçlamaları, PKK'ya burs verme iddiaları yanında bu derneğin Gülen cemaatiyle rekabet ve sorunları suyu daha da bulandırmıştır.
Ve bu koşullarda Ergenekon soruşturmasının başından beri sorulan, “darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir örgüt mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının muhalifleri mi tasfiye ediliyor, AK Parti'nin de ötesinde İslami alan genişlemesi mi yaşanıyor”, ya da “hepsi birden mi oluyor” sorusu yeniden meşruiyet kazanmıştır…
Günlerdir tüm yorumlar bu görüşlerden birisini öne çıkarmak, diğerini yanlışlamak üzere yapılıyor, tüm yazarlar baktıkları yerden durumu açıklamaya çalışıyorlar.
Görüntü budur…
Gerçekler aynıdır, ama su bulanmış, sokaktaki adamın kafası karışmıştır.
Mesafeli bakış açısından durum bu…
Yakın açı, sıcak bakış yarına…
Ama birkaç ipucu:
1. Ergenekon bir darbe davasıdır ve öyle kalacaktır, işin içine karışan hak ihlalleri ve alan kavgaları ne olursa olsun, ana gerçek değişmeyecektir…
2. Askeri vesayet meselesi Türkiye'nin en önemli sorunu olmayı sürdürmektedir.
3. Türk siyasal sisteminin karar alma esnekliği askeri de kuşatacak bir şekilde, dünya koşullarının baskısıyla artmıştır.. Özellikle AK Parti, büyüse de küçülse de, ray değiştirme imkanına sahip değildir.

‘O bizim adamımızdır’ / Ahmet Kekeç

Darbecilikten yargılanan Şener Eruygur Paşa demiş ki, ‘O bizim adamımızdır...’ Ben Ergenekon iddianamesinin yalancısıyım. Esasında kimin adamıdır, bilmiyorum ama, biraz da benim adamım olmasını isterdim...
Başlıktaki ‘gizli özne’, tahmin ettiğiniz üzere, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı ve aynı zamanda meşruiyeti tartışmalı YARSAV’ın değerli Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu oluyor. Faruk Bey, ‘özne’ olarak gizli olsa da, varlığı aşikar birisi... Denilebilirse, ortalarda olmayı, demeç vermeyi, eylem koymayı seviyor. Hem cevval, hem atak... Biliyorum, buraya kadar sabrettiniz ama, ‘Yine mi Eminağaoğlu?’ diyeceksiniz, ‘memlekette onca sorun varken, yeri ve zamanı mı?’ Haklısınız... Bir tek ‘özne’ye saplanıp kalmanın tehlikeleri var; zamanla bıkkınlık uyandırabilir, yazarını ‘kendi yetersizliğini başkalarını eleştirerek kamufle etmeye çalışan takıntılı, saplantılı biri’ haline getirebilir, böyle algılanmasına yol açabilir. Fakat, Faruk Bey de iki dakika durmuyor ki birader. Geçen hafta yine gündemdeydi. Basın toplantıları düzenledi. Demeçler verdi. Hükümete çaktı. Ergenekon soruşturmasına verip veriştirdi. Hızını alamadı, bir de, Mehmet Haberal sempatizanlarıyla birlikte ‘Ergenekon karşıtı’ gösteriye katıldı. Öyle gayretli ki, bizim yazma hızımız, onun ‘faaliyet hızı’na yetişemiyor... Dün, bir internet sitesinde hakkında yeni iddialar okudum. İnanmak istemedim...
Ömer Faruk Bey, güya seçimlerden önce telefonla randevu alıp CHP Genel Merkezi’ne gitmiş ve Deniz Baykal’a bir dosya iletmiş. CHP Genel Sekreteri Önder Sav’la da bazı belediye başkanı adaylarının belirlenmesi hususunda fikir teatisi yapmış. İnanılır gibi değil... Mesela, Ergenekon soruşturması kapsamında 7 Ocak 2009’da gözaltına alınan Engin Aydın’ın avukatıyla (güya) telefonda görüşüp, ‘Emniyetteki sorguda ne sorulursa sorulsun cevap vermesin’ tavsiyesinde bulunmuş ki, şakası bile korkunç... Biraz yukarıda, ‘esasında kimin adamıdır, bilmiyorum’ demiştim. Empati kurmak için böyle söyledim. Elbette ‘hukuk’un adamıdır. Her daim ‘hukuk’un yanındadır. Böyle olmak ödevinde ve mecburiyetindedir. Balbay’a destek verirken de, olup bitenlerden dolayı İlhan Selçuk ve takımına ‘üzüntülerini’ bildirirken de, Sabih Kanadoğlu’nun sağ omuzunda objektiflere poz verirken de, bazı Ergenekon sanıklarına kol kanat gererken de sadece ‘hukuk hassasiyeti’yle hareket etmekte ve takdir toplamaktadır.
Kendisine bazı sorularım var... Bunları yanıtlarsa, (ihtiyacı yok ama) fakirin de takdirini kazanacaktır.
BİR- Ergenekon soruşturmasının ‘polis’ tarafından yürütüldüğünü iddia ediyorsunuz. Onca meslektaşınızı yok mu sayıyorsunuz?
İKİ- Darbe günlükleriyle suçüstü yakalanan Mustafa Balbay’la dayanışma görüntüsü vermekten bir an bile tereddüt etmediniz. Bunu ‘basın özgürlüğü’ne olan düşkünlüğünüze verip üzerinde durmadık. Mağdur konumdaki başka gazeteci ve yazarların yanında niçin göremiyoruz sizi?
ÜÇ- Mütemadiyen ‘yargının bağımsız olduğunu/olması gerektiğini’ söylüyorsunuz ve yazıyorsunuz... Kaçtır ‘28 Şubat brifinglerini’ hatırlatıyorum size. Bu brifingleri ‘yargı bağımsızlığı’ çerçevesinde nasıl telif ediyorsunuz? Sorularım şimdilik bu kadar...

Siyasi sorunları askerler çözemez / Şahin Alpay

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un 14 Nisan'da Harp Akademileri Komutanlığı'nda yaptığı konuşmadaki olumlu bulduğum yönlere 18 Nisan'da çıkan yazımda değindim.
Bu ve gelecek yazılarda Başbuğ'un görüşlerinde yanıltıcı ve eleştirilmeye muhtaç bulduğum yönlere değineceğim.
Sayın Başbuğ, demokrasilerde askerin sivil otoriteye bağlı olması gereğini kabul etmekle birlikte, "sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendilerine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir" diyor. Hiç kuşku yok ki, sivil-asker ilişkileri ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Ne var ki, Başbuğ'un esas aldığı anlaşılan liberal demokrasilerde bu ilişkinin, ülkelerin kendine özgü koşullarının üzerinde duran "olmazsa olmaz"ları var. Bunların ne olduğu, siyaset bilim öğrencileri için dahi çok açık ve nettir.
Sayın Başbuğ, konuşmasında akademik yazına atıfta bulundu. Ben de öyle yapayım. Önce Andrew Heywood'un Türkçeye çevrildiği için Türkiye üniversitelerinde de yaygın bir şekilde yararlanılan "Politics / Siyaset" adlı kitabına gönderme yapayım. Heywood, demokrasilerde sivil-asker ilişkilerinin silahlı kuvvetler üzerinde objektif ya da liberal sivil demokratik denetim esasına dayandığını belirttikten sonra, bunun temel ilkelerini şöyle açıklıyor: "Bu denetim biçiminin temel özelliği, siyasi ve askeri roller ve sorumluluklar arasında kesin bir ayrım yapılmasıdır, ki bu askerin tamamen siyasetin dışında kalması anlamına gelir. Bu çeşitli şekillerde sağlanır. Her şeyden önce askerler, parlamentoya ve halka karşı hesap vermek durumunda olan sivil liderlere tabidir. İkinci olarak, savunma ve askerlik dahil bütün alanlarda politika belirleme sorumluluğu sivil siyasilere aittir. Bu alanlarda dahi askerler sadece tavsiyelerde bulunabilir ve uygulamanın sorumluluğunu üstlenir. Askerler uygulamada oldukça büyük bir etki yapsalar da, bunda etkili olan çıkar gruplarından sadece birini oluşturur ve sivil yöneticilerin aldıkları kararları sorgulama yetkisine sahip değildir. Bu husus beraberinde üçüncü bir şartı getirir: İktidarda hangi parti ya da hükümet olursa olsun, silahlı kuvvetlerin siyasi bakımdan tam anlamıyla tarafsız olması gerekir." (Politics, s. 384-385.)
Bu bağlamda, otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş konusunda uzman siyaset bilimciler arasında özel bir yeri olan Larry Diamond'a da atıfta bulunabilirim: "Tanım gereği, silahlı kuvvetler sivil denetime ve demokratik anayasal düzene sıkı sıkıya bağlanmadan demokrasi yerleşemez... Sivil otoritenin üstünlüğü, demokratik yoldan seçilmiş hükümetlerin, ulusal savunmanın hedeflerinin tanımlanması yanı sıra örgütlenmesinin ve uygulanmasının denetimi dahil bütün alanlarda izlenecek politikalarda tartışılmaz otoriteye sahip olması anlamına gelir. Askerin rolü, ulusal savunma ve uluslararası güvenlik ile sınırlıdır ve sivillerin, -iç güvenlikle ilgili bütün sorumluluklardan arındırılmış olan- ordu (ve istihbarat örgütleri) üzerinde etkin gözetim ve denetim kurmaları (sivil savunma bakanlığı gibi) yönetim organları tarafından sağlanır." (Consolidating the Third Wave Democracies, Johns Hopkins, 1997, s. xxvii.")
Asker üzerinde sivil demokratik denetim sağlanamazsa ne olur? Rejim liberal demokrasi olmadığı gibi, siyasi sorunlara çözüm de bulunamaz. Çünkü siyasi sorunları ancak siyasiler çözebilir. Siyasi sorunların çözümünü kısmen veya tamamen askerlere havale etmek, hastayı tedavi için doktora değil de mesela jeologa göndermeye benzer. Zira askerler siyasi sorunları çözmek için değil, gerektiğinde savaşmak için eğitilirler. Siyasiler de elbette sorunları çözmekte başarısız olabilirler. Ama demokrasi, sorunları çözemeyen siyasileri değiştirmek için vardır.
Eğer Türkiye siyasi sorunlarını çözme konusunda sürekli patinaj yapıyor ise, bunun temel nedeni siyasi konulara kısmen veya tamamen askerlerin müdahil olmalarından bir türlü kurtulamamış, asker üzerinde sivil demokratik denetim kuramamış olmamızdır.

İtalya-Gladyo; Türkiye-Ergenekon / Nazlı Ilıcak

İtalya'da, Gladyo davası sırasında, 7 bin kişi gözaltına alındı. Operasyon, bakanlara, Cumhurbaşkanı Cossiga'ya, sosyalist Başbakan Craxi'ye, ülkede 20 yıl başbakanlık yapan Andreotti'ye kadar uzandı. P2 Mason Locası'nın üyeleri, toplumun saygın fertleriydi. Ama tutuklanıp yargılandılar. Kamuoyu, bizim bildiğimiz kadarıyla, büyük çoğunluğuyla davayı destekliyordu. Peki, Türkiye'de niçin ikiye bölündük?

Her şeyden önce, İtalya'da, silâhlı kuvvetler siyasetin denetiminde; özel ve özerk bir konumda değil. Ayrıca, İtalya'da Gladyo, kuruluş amacıyla sınırlı kaldı. Komünist düşüncenin gelişip yayılmasını, komünist partinin iktidara gelmesini engellemeyi hedef aldı; mafya ile ve Mason Locası'yla işbirliği yapan sağdaki politik güçlere yaslandı. Komünizm tehdidi, terör eylemleriyle canlı tutuldu. Bizim ülkemizde ise, dava, -laik, antilaik gerginliğinin beslediği- ideolojik bir zemin üzerinde ilerliyor. Dikkat ederseniz, Kürt kökenli vatandaşlarımızın faili meçhul cinayetlere kurban edilmesine yol açanların hesap vermesine kimse ses çıkarmıyor. Tabii bir şartla: Sorumluların, küçük rütbeli subaylar olması kaydıyla. Ama sözgelimi, JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı Abdülkerim Kırca'ya uzanırsanız, ona önce, tam takım komutanlar sahip çıkıyor, ardından da, "Ordumuzu yıpratmayalım" korosu harekete geçiyor. Şemdinli davasında, sadece, iki astsubay, bir de itirafçı gözden çıkarıldı. Savcı Ferhat Sarıkaya, meslekten ihraç edildi; mahkeme de dağıtıldı. Aynı himayeyi, Tuncer Kılınç Paşa'nın gözaltına alınması sırasında müşahede etmedik mi?

İtalya ile aradaki birinci fark, başta da belirttiğimiz gibi silâhlı kuvvetlerin konumu. Zaten bu özel konum, meseleyi ideolojik bir çekişme ortamına sürüklüyor. "Ordu kasten yıpratılıyor" iddiası, "cumhuriyetimizi koruma kollama görevini üstlenen TSK zaafa düşürülerek irticanın önü açılıyor" noktasına kadar uzanıyor.Türkiye'de işimizin İtalya'dan daha zor olmasının bir sebebi de, "Ergenekon" denilen yapının, kimi çevrelerce, siyasal İslâm'ı temsil ettiği varsayılan AK Parti iktidarına karşı darbeye kalkışması; darbenin Türkiye'de olağan kabul edilmesi; her dönemde darbeye fikirleriyle destek veren, yol gösteren sivillerin hiçbir zaman suçlanmamış olması; keza, bugüne kadar darbeye teşebbüs edenlerden kimsenin Talat Aydemir gibi silâha sarılanlar hariçyargı önüne çıkarılmaması. "Laik cumhuriyeti tehdit ettiği" düşünülen AK Parti karşısında, "laik cumhuriyeti savunanlar", bilerek ya da bilmeyerek, Ergenekon yönetimi ile aynı safta yer almış. Bu tablo yüzünden, Ergenekon davası laikelit sınıfın bir bölümünü kazanamadı.
Çünkü: 1) AK Parti'den kuşku duyuyorlar. 2) AK Parti'nin laik güçleri tasfiye etmeye çalıştığına inanıyorlar.3) Orduyu, laik cumhuriyetin ve rejimin bekçisi olarak görüyorlar.Fethullah Gülen fobisi de işin tuzu biberi. Onun, yargıda ve poliste örgütlendiğini düşünüyorlar.İşte bu yüzden Türkiye'nin işi İtalya'dan çok daha zor.

Mustafa Kemal'in 'askerleri' / Mehveş Evin

Çocukluğum, her yaz kuzenlerimle buluşacağım İstanbul tatillerini iple çekerek geçti. Bir erkek, üç kız çocuğunu hem eğlendirmek hem de disipline etmek için dedemizin bulduğu formül, 'dede okulu' kavramını yaratmak oldu. Bu 'okul'da herkesin rütbesi vardı. Her yıl, askerlikteki bir sonraki rütbeye terfi ederek gurulanmayı daha 6 yaşında evcilik oynarken öğrendik. Böylelikle çavuştan sonra teğmen gelir, albay nedir, kurmay nedir, tüm terfi sistemine çaktırmadan hakim olduk. En son hangi rütbeye geldiğimde bu askercilik oyununu bıraktık bilmiyorum, herhalde albaydım. Dede okulu sadece rütbelerle sınırlı değildi, tek sıra halinde dizilip dedeye tekmil verdiğimizi, 'uygun adım'la öğle uykusuna yollandığımızı da hatırlıyorum. Tüm marşları o yaşımda sular seller gibi ezberledim, bunları yaparken de eğlendim.İşin garibi, dedem asker değildi. Hatta 60'lı yıllarda Adalet Partisi saflarına katılıp sırf ezan okundu diye miting konuşmasını 'Gözleriminin içine bakın, ne dediğimi anlarsınız' diyerek yarıda kestiği için gözaltına alınmıştı!
Elbette bu hikayeyi ancak büyüdüğümüzde öğrendik...Çocukluğuma dair askerlik nostaljimi tetikleyen haber, Pazar günü Akşam'da yayınlandı: 44 yıl önce askeri kurallara göre belirlenen okulların merasim geçişleri yönetmeliği 'sivilleştirilmiş'ti, artık 'komutan' ve 'manga' ifadeleri kullanılmayacaktı. Ancak 'Hazır ol, yerinde say, marş' gibi komutlar yine de verilecekti. Tek fark, bu görevi tören yöneticisinin değil beden öğretmeninin devralması!
UYGUN ADIM, MARŞ MARŞ!
İlkokula Almanya'da başladım, üçüncü sınıftan itibaren Türkiye'de, Ankara'da okudum. Bazı sınıf arkadaşlarımın arkamdan 'gavur' dediği, beslenme çantasına muz koymanın ayıp olduğu, kendimi diğerlerine benzetmek için kıvrandığım günlerdi. Dede okulundan şerbetliydim, evet. Ancak hiçbir şey beni milli bayramlarda kurulan askeri düzene hazırlayamazdı. 'Tüfek om'za!' komutunda elim ayağım birbirine karışırdı. 23 Nisan'da 'Atam sen kalk ben yatam' diye koskoca okulun önünde ağlayarak şiir okuyan çocukların performansına imrendim. Bu görev bana verilecek olsa herhalde ilk dizeleri unutur, komutu şaşırırsam diye düşünüp içimi rahatlatırdım. Bir kez sancağı tutma görevi verildi diye pek sevinmiştim. Bugün, 7-8 yaşındakilerin nispeten daha sivil sayılabilecek bir tören düzeneğine geçmesini sevindirici bulmak bile tuhaf. Oysa yetişkinler halen garnizon komutanlığı alışkanlığıyla 'Mustafa Kemal'in askerleriyiz' diye slogan atıyor. Tarık Akan gibi sanatçılar, 'ordumuz tek gücümüzdür' diyebiliyor. Yani ne sanat, ne bilim, ne spor, ne ticaret ne de düşün gücümüzün esamisi okunuyor, sadece askeri güçten ibaret Türk milleti! Galiba 'Mustafa Kemal'in öğrencisiyiz' diyebildiğimiz güne kadar sivil olmayı da, sivil düşünmeyi de öğrenemeyeceğiz. 'Muasır medeniyet seviyesi'ne de ulaşmak bu şartlarda ancak hayal.
GÜNAY'IN BAKANLIĞI TEHLİKEDE Mİ?
KÜLTÜR Bakanı Ertuğrul Günay, bir kez daha 'ilginç' çıkış yaptı ve 12. dalga gözaltıları üzerine '12 Mart günleri' benzetmesinde bulunup, AKP'nin bu süreçte yıpranacağını söyledi. Hemen ertesi gün de 'Ergenekon'un aslından sapmaması' yolunda bir açıklamayla sözlerine ince ayar yaptı.Acaba bu 'mini isyan' ve düzeltmenin içinde, Menderes Türel'in yeni Kültür ve Turizm Bakanı olacağı söylentileri mi yatıyor? Antalya'da belediye başkanlığını CHP'ye kaptıran Türel'in, Başbakan'ın tatili sırasında 4 saatlik görüşme yapması bile Günay'ın canını sıkmış olmalı...

PKK ve Hizbullah'a silah Jandarma'dan

PKK ve Hizbullah'ın eylemlerde kullandığı silahların jandarma envanterinde bulunduğu ortaya çıktı

TÜRKiYE’NiN puslu yıllarına ait tüyler ürperten olay, 2000 yılında Hizbullah'ın askeri kanat sorumlusu Abdullah Gül'ün Cizre'deki evine düzenlenen operasyonla başladı. Evde Bixi, Diktiriyof, Kanas ve Kaleşnikof marka 99 adet uzun namlulu silah bulundu.
SİLAHLAR ASKERİN
ERGENEKON’UN kurduğu iddia edilen Hizbullah'a yönelik 2001'deki bir başka operasyonda da, 4 Bixi, 43 Kaleşnikof, 13 RPG-7 roketatar ve 4 lav silahı daha ele geçirildi. Ancak incelemede ilk şok yaşandı. Silahlar jandarma envanterine kayıtlıydı.
PKK KULLANMIŞ
iKiNCi şok ise kriminal incelemede ortaya çıktı. Silahlar sabıkalıydı. Kayıtlara PKK saldırısı olarak geçen köy baskınları, araç tarama gibi katliamlarda kullanılmıştı. Dönemin Şırnak Alay Komutanı ise Levent Ersöz'dü. Silahlar teslim edildi ve konu kapatıldı.
GÖREV YAPANLAR ERGENEKON TUTUKLUSU
ERGENEKON’UN kilit sanıklarından emekli Tuğgeneral Levent Ersöz ile birlikte davanın diğer sanıkları Arif Doğan, Atilla Uğur ve Cemal Temizöz de aynı dönem bölgede görev yapmıştı. Ergenekon’un gizli bir tanığı da, Albay Temizöz’ün emriyle Hizbullah’a silah götürdüklerini ifade etmişti. Ergenekon iddianamesi ile gündeme gelen "naylon terör örgütü" kavramını destekleyen en önemli belge ortaya çıktı. Şırnak'ın Cizre ilçesinde Hizbullah'a yönelik bir operasyonda ele geçirilen silahların kriminal raporu şok gerçekleri ortaya çıkardı. Rapora göre Hizbullah deposunda çıkan silahlar Jandarma'ya kayıtlı ve daha önce de PKK'nın eylemlerinde kullanılmış. Çok ilginç ilişkiler ağını ortaya koyan süreç şu şekilde gelişti:
HİZBULLAH'A BASKIN
Hizbullah'a baskın 15 Kasım 2000'de Hizbullah'a yönelik operasyon düzenlendi. Örgütün o dönemdeki askeri kanat sorumlusu Abdullah Gül'ün, Cizre ilçesi Yasef Mahallesi Nehir Sokak'ta ki evine gizlenmiş cephanelikten Bixi, Diktiriyof, Kanas ve Kaleşnikof marka 99 adet uzun namlulu silahlar ile bu silahlara ait binlerce mermi ele geçirildi.
JANDARMANIN SİLAHLARI
Jardarmanın silahları Yine Ergenekon sanıklarından dönemin Şırnak Jandarma Alay komutanı Levent Ersöz'ün görevde olduğu, 2001 yılı ocak ayında Hizbullah'a yönelik bir operasyonda 4 biksi, 43 kaleşnikof, 13 RPG-7 roketatar, 4 lav silahı ve çok sayıda çeşitli silah ele geçirildi. Yapılan incelemede silahların Jandarma envanterine kayıtlı olduğu tespit edilince silahlar teslim edilerek konu kapatıldı.
ÖNCE PKK KULLANMIŞ
Hizbullah'tan ele geçirilen silahları inceleyen Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Laboratuarı ise 28 Ağustos 2001 tarihli ekspertiz raporunda çok ilginç bilgilere yer verdi. Silahları ve mermileri inceleyen kriminal laboratuar PKK saldırısı olarak kayıtlara giren olayların söz konusu silahlarla gerçekleştirildiğini tespit etti. Rapora göre askeri kanat sorumlusu Abdullah Gül'den elde edilen silahlar daha önce de PKK eylemlerinde kullanılmış. Halen Eergenekon kapsamında tutuklu bulunan Levent Ersöz, Arif Doğan, Atilla Uğur ve Cemal Temizöz'ün bölgede bulunduğu döneme ait ilginç bulgular her iki örgütün de aynı kaynaktan beslendiğini ortaya koyuyor. Öte yandan 13 Mart'ta güvenlik birimlerine ifade veren gizli tanık M.B, "993-1999 yılları arasında Cizre'de Kuştepe isimli Hizbullah köyü kurulduğunu, buraya Albay Cemal Temizöz'ün emriyle silah götürüp getirdiklerini, bu köyde Hizbullahçılar’ın eğitildiğini" anlattı. Hizbullah'tan elde edilen silahların kriminal incelemesine göre Hizbullah ve PKK aynı merkezden yönlendiriliyor ve lojistik destekleri aynı ekipler tarafından sağlanıyor. Bugüne kadar bölgede dile getirilen bu iş birliğinin resmi belgesi de ortaya çıkmış oldu.
İŞTE O EYLEMLER
1) 10.06.1996 günü İdil İlçesi Bozburun Köyü'ne PKK tarafından yapılan silahlı saldırıda kullanıldılar.
2) 11-12.07.1992 günü İdil İlçesi Yazman Köyü ile Ulak Köyü arasındaki patika yolda 47 DD 139 plakalı minibüsün PKK tarafından taranmasında kullanıldılar. Mehmet GÜL, Şükrü YILDIZ ve Ali BOZAN bu olayda öldü.
3) 11.10.1992 günü İdil ilçesi Yüksekköy Köyüne PKK tarafından yapılan silahlı saldırıda kullanıldılar. 2 kişi öldü, 2 kişi yaralandı.
4) 15.11.1992 günü İdil Oyalı- Yazman Köyleri arasında bulunan patika yolda 47 AZ 411 plakalı minibüs PKK tarafından bu silahlarla tarandı. Minibüs sürücüsü Mehmet Emin AKPINAR öldü. 5) 10.06.1996 günü İdil Bozburun Köyü'ne PKK tarafından yapılan baskında bu silahlar kullanıldı.
6) 13.05.1994 günü saat 01.50 sıralarında, İdil Atakent Mahallesi'nde ikamet eden Selim KARAVOEŞ'in evi PKK'lı teröristler tarafından bomba atılması ve silahla taranması olayını müteakip teröristlerle güvenlik güçleri arasında çıkan silahlı çatışma'da PKK bu silahları kullandı. 7) 25.08.1997 tarihinde İdil Kurtuluş Köyü'ne PKK tarafından yapılan baskın bu silahlarla gerçekleştirildi.
SARI LEVENT'İN KORKU İMPARATORLUĞU
Ergenekon soruşturmasının kilit isimlerinden emekli Tuğgeneral Levent Ersöz söz konusu dönemin Şırnak Alay komutanıydı. Özellikle Atilla Uğur ve Veli Küçük ile bölgede görev yaptığı yıllar "Şırnak korku imparatorluğu" olarak anıldı. Bu bölgede lakabı Sarı Levent'ti. Yüzlerce kayıp olayı yaşandı. İddialara göre Silopi'deki meşhur BOTAŞ Karakolu onun döneminde ölüm mahzeniydi. Cesetler ise asit kuyularına atılıyordu. 2001'de meydana gelen meşhur "Silopi Kayıpları" olayı Ersöz'ün Şırnak İl Jandarma Alay komutanlığı döneminde yaşandı. Levent Ersöz'ün ismi Silopi Kayıpları davasında Veysel Ateş adıyla birlikte geçti. PKK itirafçısı Veysel Ateş en son 2005'te Şemdinli'de yaşanan bombalama olayında ortaya çıkmıştı.

Danıştay saldırısı 'prostatlılar'ın operasyonuydu / Emre Aköz

Gasp Masası'ndan iki polisin, bir kuyumcu soygununa karışması üzücü; buna karşılık, başka polislerin, ' kol kırılır yen içinde kalır' demeden, meslektaşlarını yakalaması ise ferahlatıcı bir olay.Benzeri bir ferahlamaya, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan davada ve verilen cezada da şahit olmuştuk.O düzeye gelmiş bir kişinin cüzdansal suça bulaşması gerçekten üzücüydü. Dönemin GK Başkanı Org. Hilmi Özkök'ün izniyle yürüyen süreçte Erdil suçlu bulundu ve hüküm giydi.Oradaki önemli noktalar şunlardı: 1) Çok yüksek mevkilere gelmiş, iyi eğitimli, hali vakti yerinde, ' saygın imajlı' kişiler dahi suç işleyebilir. 2) Kimsenin dokunamayacağını sandığımız gayet kudretli kişilere bile hesap sorulabilir.

İlhami Erdil olayını günümüzün tartışmalarına bağlamak gerek: Bir biçimde Ergenekon soruşturmasına takılan insanlar var.Bunlar hakkında bazen sessiz kalınıyor, bazen koca bir yaygara koparılıyor.Destek görenler, aşağıdaki özelliklerin tümüne ya da bir kısmına sahip kişiler:
* Atatürkçü/Kemalist olarak tanınmak. (Bu şık diğerleri içinde olmazsa olmazdır.)
* Bazı yayın yönetmenleriyle ve köşe yazarlarıyla arkadaş ya da en azından tanışık olmak ya da bizzat medya sektöründe çalışmak.
* Eğitim ve yardım kuruşlarında faaliyet göstermek, görev almak.
* Yaşlı ve hasta olmak.
Mesela savcılar Bedrettin Dalan'ın peşine düştü. Dalan, tutuklanma korkusuyla olsa gerek, ABD'den dönemedi.Bu arada Dalan lehine sürüyle laf üretildi: Gözleri nasıl da maviymiş, Atatürk'ten örnekler verirken nasıl da hislenirmiş. İstanbul'a ne de güzel belediye başkanlığı yapmış, iyi ki Yeditepe Üniversitesi'ni ülkeye kazandırmış.Halbuki mevzu bu değil! Kritik soru: Dalan, kenarından ya da göbeğinden Ergenekon şebekesine dahil mi, değil mi? Diyorlar ki: "Efendim, o seviyelere gelmiş insanlar, nasıl darbeci olabilir?" Cevap basit ve iki yönlü: 1) Yukarıda saydığım özelliklere sahip bir İlhami Erdil nasıl suç işlediyse, onun gibi olumlu niteliklere sahip başkaları da suç işleyebilir. 2) Bazı suçları işleyebilmek için zaten 'o seviyede' (yani yüksek mevkide) olmak gerekir.Sokaktaki gariban, cinayet işleyebilir, hırsızlık yapabilir ama darbe örgütünün yöneticisi olamaz. 'Darbeci' ya askerdir ya da askere yakın bir kişi.Yani 'darbe çalışmalarını soruşturmak' demek, siyasetteki ve toplumdaki kalburüstü insanları soruşturmak demektir.

Nihayet Danıştay saldırısı davası ile Ergenekon davasının birleştirilmesine karar verildi.Bir kez daha altını çizeyim: Benim için en önemli, en temel nokta işte bu: Danıştay Saldırısının arkasında Ergenekon şebekesinin olduğunun ispatlanması...Hani, 'Prostatlılar bastonlarıyla mı darbe yapacaktı' diyorlar ya... Evet, bastonlarıyla! O baston, Danıştay saldırısıdır! Alparslan Arslan'ın ardındaki prostatlılara ulaşıldığında, bu iş tamamdır.' Bazı Kemalistlerin, bazı Kemalistleri, Kemalizm adına öldürdüğü' ortaya çıktığında seyredin şamatayı!

Cemaat cumhuriyetin sonucudur ve sorunlarının da çözümüdür / Serdar Turgut

1923 koşullarında 'Yeni Cumhuriyet'in öncelikli meselesi ülkeye bir ekonomi oluşturmaktı.Çünkü o tarihte Türkiye'de ekonomi hiçbir yönüyle yoktu. Cumhuriyeti kuran kadrolar ülkeye bir altyapı ve temel endüstriyi acilen kurmak zorundaydılar. Savaşın yaratmış olduğu tahribatın yanı sıra dünya yavaştan büyük depresyon dönemine gitmekte olduğundan dışarıdan kaynak bulmak söz konusu değildi. Anlayacağınız; o koşullarda Türkiye'ye ekonomi oluşturmak yoktan var etmek gibi bir şeydi.
Karl Marx'ın bize öğrettiği gibi bir ülkede değer yoktan varedilemez. Değer, bir sınıfın sömürülmesiyle oluşabilir ancak. O dönemde bir tek köylü sınıfı vardı. Bir tek onlar üretiyordu. Ve devlet acımasız ama rasyonel bir karar aldı, köylü sınıfı sömürülecekti. Orada yaratılan değerin artısına el konulacaktı. Yani artı değeri devlet alacaktı. Ortada henüz burjuvazi olmadığı için devletin üstlenerek yaptığı bu işin popüler adı sömürüdür. (Daha fazlasını öğrenmek için Karl Marx'ın Kapital ve Grundrissse adlı eserlerini okuyabilirsiniz. Ayrıca Lenin'in toplu eserlerinin üçüncü cildindeki 'Köylülük' sorunu ile ilgili bölümü de hepinize mutlaka tavsiye ediyorum. Aslında bu yazının tüm teorik altyapısı ona dayanmaktadır.)
Kırsal kesimden el konularak alınan artık-değer, devlet eliyle kırsal kesimin dışına çıkarılıp ülkenin acil yatırımlarında kullanılacaktı.1929'a kadar olan dönemin hikayesi ayrı, 1930-40 döneminin ise hikayesi farklıdır ama temelde ikisinde de üzerinde oturduğu ekonomik süreç aynıdır.Cumhuriyet sisteminin ekonomik yapısının mecburen aldığı biçimin gelecek için oldukça vahim sonuçları olmuştu. Artık-değer sömürüsü ve aktarımı bir tek köylülerden yapılabildiği için devlet hem ideolojik açıdan köylülükten uzaklaştı hem de sıradan insanların gözünde sömürücü olarak anılmaya başlandı. Tabii ki bu arada halkın dini değerlerine de yabancılaşıldı. Cumhuriyet rejiminin ve CHP'nin halkın dini hassasiyetlerine karşı olarak algılanmasının temelinde bu köken vardır. (Genelkurmay Başkanı'nın son konuşmasında 'TSK hiçbir zaman dine karşı olmamıştır' vurgulamasını yapmaya kendini mecbur hissetmesinin temelinde bu tarihi sürecin onların omzuna yüklediği ağır tarihi yük de rol oynamıştır.)
Daha sonra Demokrat Parti iktidara gelebilmek için tek oy potansiyeli olan köylülüğü kucaklamak zorundaydı. DP, köylüden 'Yeter! Söz Milletin' diyerek oy istediği dönemde köylülük sadece atık değer üreten kesim olmaktan yavaşça çıkıp tüketici de olmaya başlamıştı. Sömürücü devletin temsilcisi olan CHP'nin karşısında DP'nin bir seçimde başarısız olması imkanı yoktu. Köylüye sahip çıkmak dini değerlere de sahip çıkma anlamna geliyordu ve böylece Türk siyasetinde yıllardır bir türlü kapatılamayan fay hattı ortaya çıkmış oldu. Dini değerlere yakın partiler hep sağda algılandı, CHP iktidarsızlaşmasının ilk belirtilerini daha o dönemde verdi. (Adalet Partisi Lideri Süleyman Demirel 'Benim halkım, benim köylüm' diyerek duyarlılığı algıladığını gösterdi ve gerektiğinde tabii ki din kartını açmak zorunda kaldı. DP'den AKP'ye bir direkt bağlantı çizgisi çekmek mümkündür.)
Demirel'in başarısının ekonomik açıklaması, köylüyü tüketici olarak tutma ve bunu geliştirmektir.Anlayacağınız; bir döneme Türkiye'nin sınıfsal dengeleri oturmak üzereymiş görünümünü veriyordu. Ancak sonra başka bir ekonomik süreç devreye girdi ve iç göç başladı. Büyük şehirlere taşradan gelen insanları koruyup kollayacak mekanizmalar devlette yoktu. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında sıradan insanın değerlerinden mecburen kopmuş olan devlet bırakınız sorunları çözmeyi, bu sorunları anlayabilecek kapasiteye bile sahip değildi. Aslında göç eden insanlar büyük acılar çekiyordu. Hayata yabancılaşmışlardı, korkuyorlardı, sahipsizdiler... Bu dönem, türkülerin arabesk şarkılara dönüştüğü dönemdir. Temelde yaşam sevgisini anlatan türkülerin yerini acıları anlatan arabesk şarkılar aldı.
CEMAAT DEVREYE GİRİYOR
Korumasız kalan bu insanlara o dönemde cemat yardımcı oldu. Ve aslında hem onlara yardım etti hem de şehirdeki yaşama daha az sorunlu adapte olmalarını sağladı. Özellikle Fethullah Gülen cemaati o dönemde sıradan insanlara sahip çıkarak hem bizim modernleşmemizin sonucu olan büyük bir problemin patlamasını engelledi hem de cumhuriyetin oluşum biçimi nedeniyle yabancılaşmış olan insanların daha radikal fikirlere itilmelerini önleyici oldu. Sıradan insanlar yeni geldikleri şehirde geleneksel değerlerini dini inançları içinde yoğurarak yaşama fırsatını cemaatin çabaları sayesinde buldular.
TEHDİT ALGILAMASI MI?
Bu açıdan bakarsanız ben cemaatte bir tehdit algılaması görmediğim gibi, yani Genelkurmay Başkanı'nın yaptığı tespite katılamıyorum. Aksine cemaatin varlığını bir güvence olarak görüyorum.Cemaat bir dönemden diğerine sancısız geçişi yani bir anlamda Türk modernleşmesinin sürekliliğini sağlamıştır.İşte bu yüzden yazıya 'Cemaat cumhuriyetin sonucudur ve sorunlarının da çözümüdür' diye başlık attım. Bu sürecin ekonomik altyapısı anlattığım gibi yaşanmıştır. Ben bundan dolayı TSK ile cemaatin diyalog kanallarını kurmasını istiyorum. Bu diyaloğa önümüzdeki yıllarda daha da ihtiyaç olacaktır. 21'inci yüzyılda modernleşme süreçlerinin doğal sonucu her kültürde, her sınıfta insanların inanç meselesi ile yüzleşip bunu kendi vicdanlarında bir şekilde çözmeleri kaçınılmaz olmuştur. Bu sağlıklı toplumlar yaratılabilmesi için kaçınılmaz bir süreçtir ve bunun ön koşuludur
CEMAAT DEVLETE YARDIMCI OLABİLİR
Bu süreci, kuruluş felsefesi ve ekonomik zaruretler ile halkın değerlerinden koparak modernleşme sürecini başlatmış olan devletin tek başına başarması mümkün değildir. Cematin devlete yardımcı olması ihtimali vardır. Bu nedenle TSK'nın cemaat ile bir fikir alışverişi sürecine girmesinin yararı büyük olacaktır. Türkiye'yi modern, laik bir cumhuriyet olarak geleceğe omuzlarımızda taşıyacaksak Türkiye'de bir 'Büyük Diyalog' başlatmamız gerekiyor. Korkular, tehdit algılamalarıyla yaşayıp durdum. Artık bari çocuklarımızın normal, huzurlu bir ülkede yaşayabilmelerini çok istiyorum. Bu tür yazılar da sadece o arzumun teorik çerçevesini çizmeye çalıştığım entelelektüel çabalardan ibarettir.Mesajlarıyla destek verenlere gönülden teşekkür ediyorum.

Profesörler, bakanlar ve Ergenekon / Mümtaz'er Türköne

"Profesör" unvanı, bilim adamlığından ziyade öğretim üyeliğine dair özlük haklarını ve görevleri belirleyen bir memuriyet unvanı olarak görülür. Genel kural olarak doktorasını yeni vermiş bir asistan, artık bütün hedeflerini tüketmiş olan profesörlerden daha çok bilime yakındır. Çünkü âdettir: Doktora düzeyindeki performansı akademisyenler bir daha yakalayamazlar. Profesörlük bir kemâl safhasıdır. Kemali yakalayan da daha ileri gitmez.
Profesörlüğü de içeren akademisyenlik insana aydın olma fırsatı veren bir meslek. Bu fırsatı kullanmak bilgi ile değil etik değerlerle alâkalı. Akademisyenliği öğretmenlikten farklı kılan bilimsel araştırma görevi, akademik özgürlüğün teminatı altında. İşte bu özgürlük de, uzmanlıkla yetinen bilim adamına bile etik bir sorumluluk yüklüyor. Mesleğini öncelikle vicdanı ile yürüten üç meslek grubu vardır. Üçünün de ortak özelliği "cübbe giymek" ayrıcalığına sahip olmaktır. Din adamları ve yargıçlarla birlikte profesörler, mesleklerini icra ederken vicdanları ile baş başadır.
Ergenekon soruşturmasının 12. safhası, "profesörler dalgası" olarak kayda geçti. Eski rektörler de dahil olmak üzere tutuklanan bu profesörlerin tamamı, uzmanlıklarından ziyade siyasî-ideolojik görüşleri ve tutumları ile tanınıyordu. Bu profesörlerin ne ile suçlandıklarını, iddianame açıklandığı zaman anlayacağız. Bir darbe davası görüldüğüne göre, muhtemeldir ki, bir darbe hazırlığının sivil uzantılarına dair iddialar söz konusu. Ama sanıklar profesör olunca, vicdana dair farklı bir boyut devreye giriyor. Epeyce üzücü bir durum. Temsil yeteneği olan ve sorgulanması toplumun bir kesimini rahatsız eden Profesör Türkân Saylan'dan ibaret değil söylediğim. Askerî darbeyi savunan profesörler, geçmişte hiç eksik olmadı. Demokrasiye yöneltilen meşhur eleştiride, ne hikmetse hep profesörlerle köylüler karşılaştırılır. Profesörlerin içinden darbe heveslilerinin çıkmasından daha vahimi, toplumun küçük bir azınlık da olsa bir kesiminin darbe istemesi değil miydi?
Yargıçların, profesörleri yargılarken Türkiye'de darbe yanlılarının verdiği psikolojik desteği bir hafifletici sebep olarak dikkate alıp almayacaklarını bilmiyorum. Öyle ya, darbenin bu kadar kolay hazmedilebildiği bir ülkede, bazı üniversite hocaları "fazla profesör" olabilirler. Bana vicdan sahibi bir profesör olarak, adaletin ve hukukun peşinden giderken insanî görünmeyen manzaralardan rahatsız olmak düşüyor.
Ama bu rahatsızlığı gölgede bırakacak daha ciddi bir rahatsızlık üzerinde durmamız lâzım. Ergenekon davası bugüne kadar siyasî polemiklere de konu oldu. İktidar ve muhalefet arasında karşılıklı olarak "yargıya müdahale" suçlamaları yapıldı. Ama ilk defa AK Parti hükümetinden bu davayı gören yargıçlara yönelik alenî bir müdahale ve baskı geldi. "Müdahale ve baskı" kelimelerini tam da Anayasa'nın 138. maddesine ve TCK'nın 288. maddesine atfen kullanıyorum. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın "Onları da görmezden gel ya" sözü, icra organından yargıya müdahale değil de ne? Daha kötüsü Bakan, bir suç ve suçlu varsayımına dayanarak "masumiyet" prensibini de çiğniyor. Güya ortada bir suç var ve Bakan savcılara dönüp, bu suça göz yummaları talimatı veriyor.
Bilim adamlığı unvanını ve üniversitenin özgür ortamını, kestirmeden yol alan iktidar oyunları için kullanan profesörler her zaman oldu. Yine de içimiz rahat olabilir: Profesörlerin tek başlarına darbe yaptıklarına dair tek bir örnek bile tarihte yer almamaktadır. Profesörler darbeleri yapmak için değil, darbelere meşruiyet kazandırmak için devreye girerler. İnanıyorum ki yargı, başkalarınca oluşturulan "darbe iklimi"ni, bu profesörler için hafifletici sebep sayacaktır.
Siyasetin ve siyasetçilerin yaptığı hataları ise hep birlikte düzeltmemiz gerekecek.

Yakılan Çiller belgeleri jandarma kriminalde

Gölbaşı İlçesi’ne bağlı Hallaçlı Köyü’nde bir tarlanın kenarına açılan çukurda eski başbakanlardan Tansu Çiller’e ait olduğu iddia edilen belgelerin yakılmasına ilişkin soruşturmayı yürüten jandarma, delilleri incelenmesi için kriminal laboratuvara gönderdi.Bölgede yaşayan halkın, yanmış evrakı gazetecilere haber vermesiyle ortaya çıkan olayın ardından, jandarma ekipleri çukur çevresinde inceleme yaparak, aralarında Başbakanlığı döneminde Tansu Çiller’e bir bakan tarafından verilen tayin talep notu, üzerinde Tansu Çiller işlemesinin bulunduğu çok sayıda şilt, kupür klasörleri, İbranice olduğu sanılan sayfaları delil olarak almıştı.

Küçük çaplı bir devrim / Ruşen Çakır

Demokrasilerde asker konuşur mu? Konuşursa nerede, nasıl konuşur?” gibi sorular ciddi bir şekilde önümüzde duruyor. Bu sorular sık sık gündeme getiriliyor ancak diğer yandan askerin her güncel siyasi gelişmede tavır alması, görüşünü açıkça dillendirmesi de bekleniyor. Bizde üst rütbeli subaylar, eksik olmasınlar bu beklentileri fazlasıyla karşılıyorlar. Ama Org. İlker Başbuğ’un geçen Ağustos’ta Genelkurmay Başkanlığı’na gelmesiyle bu gelenek de büyük ölçüde değişti.
Öncelikle TSK adına Org. Başbuğ’dan başka kimse konuşmuyor. O da mümkün olduğunca az konuşup sorunlarını medya üzerinden çözmeye çalışmak yerine, bunları başta Başbakan olmak üzere doğrudan siyasi muhataplarıyla ya da MGK gibi ortamlarda dile getiriyor. Tabii PKK’nın Aktütün saldırısı sonrası Taraf Gazetesi’nin yayını üzerine yaptığı o kısa ama alabildiğine sert ve haşin basın açıklamasını bir kenara yazmamız şart.
Org. İlker Başbuğ’un dünkü iki saatlik konuşması/konferansına gelecek olursak, ilkin bunun, daha önceki Genelkurmay başkanlarının değişik vesilelerle yaptıkları konuşmalardan birçok açıdan farklı olduğunu vurgulamamız lazım. Bu farkı belki şöyle özetleyebiliriz: Önceki generaller görüş, tez ve önerilerini kamuoyuna “tek doğru” ymuş gibi sunuyor, daha doğrusu dayatıyorlardı. Org. Başbuğ ise, bazı durumlarda “kırmızı çizgiler” çizmeye kalksa da, daha çok ülkenin temel meseleleri etrafındaki varolan tartışmalara katılmak, onlara katkı sunmak veya yeni tartışmalar başlatmak isteyen bir kişi görüntüsü çizdi.Örneğin Atatürk’ten hareketle geliştirdiği “Türkiye halkı” ve “Türk milleti” ayrımı, özel olarak asker sınıfı için, ama genel olarak tüm Türkiye için küçük çaplı bir “devrim” niteliği taşıyordu. Öyle ki, Türkiye’de Türkler dışında başka etnik kökenlerden insanların da olduğunu vurgulamak için “Türk” yerine “Türkiye” demeyi tercih eden birçok aydın ve siyasetçi yıllardır bu ülkede “bölücü” olarak damgalandı ve hatta bazıları aleyhine davalar bile açılabildi. Org. Başbuğ’un Atatürk’ü tanık göstererek yaptığı bu çıkış artık “Kürt filan yok” türü itirazları tam anlamıyla sonlandırmıştır.Yine Org. Başbuğ, Prof. Metin Heper’in “Devlet ve Kürtler” kitabında geliştirdiği tezleri büyük ölçüde sahiplenerek Kürt sorunu hakkındaki resmi görüşü büyük ölçüde revize etmiş sayılabilir. Artık “bırakın bu alt-kimlik, üst-kimlik zırvalarını” demenin bir geçerliliği kalmadı. Bunun yerine “herkes farklı alt-kimliklere sahip olabilir, ama bunu Türk vatandaşlığı üst-kimliğinin önüne çıkaramaz” noktasına en azından TSK gelmiş durumda ki bu hiç de yabana atılacak bir şey değil.
Gülen cemaatine mesajlar
Org. Başbuğ’un PKK üzerine söylediklerine detaylı olarak girmeyeceğim, fakat kendisinin “örgüt kırılma noktasına doğru yol alıyor” tespitini tekrarlamak yerine “örgüt kan kaybediyor” demiş olduğunu not etmek şart. Bana kalırsa Org. Başbuğ konuşmasının en can alıcı bölümlerini haklı olarak sona saklamıştı. Org. Başbuğ geçen Ağustos’taki devir teslim töreni konuşmasında da cemaatlerin sosyal yaşama müdahaleleri “ konusuna özel yer ayırmıştı ancak o gün dünkü kadar açık, net ve vurgulu değildi. Onun şu sözleri önümüzdeki döneme damga vurmaya adaydır: ” Bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak TSK’yı görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla TSK aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında TSK’nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır. Org. Başbuğ’un “din eksenli cemaatler” derken esas olarak Fethullah Gülen cemaatini kastetmiş olduğunu düşünmemiz için bir dizi neden var. Eminim dün Gülen de Org. Başbuğ’un konuşmasını ABD’den yakından izlemiştir. Bakalım ülkenin bu iki önde gelen güçlü odağı arasında bundan sonra neler yaşanacak.Bu konuda Org. Başbuğ’un haftaya düzenleyeceği basın toplantısında bazı ipuçları yakalayabiliriz. Umarım dün basın akreditasyonunu genişletmiş olan Org. Başbuğ haftaya tüm sınırlamaları kaldırır ve herkesin sorularını yanıtlar. Böylesi bir adım Gülen cemaati için de iyi bir “şeffaflık” dersi olurdu.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Başbuğ demokrasiye inanıyorsa sorun yok… / Mehmet Gündem

14 Nisan'da Harp Akademileri'nde konuştunuz, yine konuşacaksınız. Yine televizyonlar canlı yayınlayacak, yorumlar yapılacak, büyük beğeniler duyacaksınız, az sayıda insan eleştirme cesaretini gösterecek…
Bizim tartışıp da geride bıraktığımız konulara değindiniz... Sayın Başbuğ; Hoş sözler bunlar, fakat derin bir özeleştiri sürecinin ürünü olmadığı için özünde “inandırıcılık problemi” var. Batılı düşünürlerden alıntılarla demokratlık olmaz, insanın seslendirdiği düşünceyi içselleştirmesi gerekir. Entelektüellik, duruma göre renk değiştiren bir urba değil, zihni bir olgunluktur ve her durumda tutarlılık ister.
O kıvamla gelmiş kişide, herkese karşı sorumluluk ve herkesin yaşama hakkı vardır. Özeleştirinin, onlarca yılı kapsayan hatalarla yüzleşmenin gerçekleşmediği yerde sözün de pek bir anlamı olmaz…
Samimiyet, başka bir ifadeyle “dil ile gönül arasında mutabakat” aranır. Sahicilik önemlidir, bu toplum gerçeğin ve samimiyetin dilini bilir. Ne yazık ki yine demokrasinin imkanlarını kullanarak siyaset yaptınız. Topluma, olaylara, zamana ve mekana gerçeği yok eden “inkârcı strateji” ile bakıldığında durmadan sorun üretmek ve her durumda kendisini önemsemek kaçınılmaz olur. 29 Nisan'da Genelkurmay karargahında yine basının karşısına çıkacaksınız. Asker elbette konuşmalı, fikrini beyan etmeli, ama kendi konumunu bilmeli, görev sınırlarını aşmamalı. Bu her şeyden önce mesleğinize saygınızın gereğidir.
Askerin konumu Türkiye'de daima önemli ama aynı oranda tartışma konusu olagelmiştir. Çünkü, Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiyi hazmedebilmiş bir kurum değildir. Hatırlayın, Atatürk bile “Askeri siyasetin dışında tutun” deme ihtiyacı duymuştu. Buna rağmen asker siyasetin içinden pek de çıkamamıştır. “Tel örgünün ardında hukuk mu olur” söylemi askerler arasında ne derece itibar görüyor bilemiyorum ama asker çoğunlukla kışlanın dışındadır. O tarihi ikazı bir kere daha hatırlayalım: Askerler mesleğine bağlı kalıp siyasetten uzak durmalı… Siyaset yapmak isteyenler ise derhal üniformalarını çıkarmalılar. Sayın Başbuğ; Bizde TSK, geleneği en güçlü olan kurumdur. Pek çok ilk ve iyinin yanında esefle hatırladığımız durumlar da var. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan…
Hepsi de tarihe cuntacı hareketler, darbeler ve muhtıralar olarak geçti. Askerlikten çok siyasete gönlünü kaptırmış “darbeci” askerlerimiz var. Darbeye direndiği için yemeğini evinden sefer tasıyla getiren paşamız var. 2003-2004 yıllarında planlanan Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven, Demiryumruk darbe planları…
Biri eski deniz kuvvetleri komutanına, diğeri de bir gazeteciye ait olmak üzere kayda geçmiş darbe günlükleri…
Siyasi sisteme başkaldıran, “yönetme” ve “hükmetme” duygularıyla ülkeyi “tapulu malı” sanan, askerliği bırakıp siyasete meyleden bir askerlik mazimiz var. “Bana rağmen seçildi” tavrıyla, aynı zamanda ordunun da başkomutan olan Cumhurbaşkanı Gül'e, ötekileştirerek “Sayın Cumhurbaşkanı” diye başlayan hitaplar, Meclis'i boykot eden paşalarımız… Her fırsatta siyasi demeç veren, fakat ne hikmetse hakkında hukuk işlemeyen bazı askerler… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Ergenekon Terör Örgütü'ne bulaşan, aktif rol alan, muvazzaf ve emekli TSK mensupları da var…
Onlara karargah adına “insani ziyaret” yapıldı…
ETO kapsamında tutuklu ve hasta kontenjanından GATA'da yatan üst düzey askerler var. Bunların ilişkileri, söylemi ve son halleri en önce TSK'yı yıpratıyor… Bu “rütbeli sanıklar” kendilerini ordu ile irtibatlı gösterip orduyu kendilerine kalkan olarak kullanıyorlar, karargahın flu tavrı da bu kullanılmaya net bir yanıt vermiyor…
“Genelkurmay karargahı Ergenekoncu paşaları koruyor” algısı gittikçe güç kazanıyor…
Harp Akademileri'nde verdiğiniz aile fotoğrafında, çok tartışılan isimler var, Karadayı, Kıvrıkoğlu, Yavuz…
Şu an GATA'da bulunan Ergenekon sanığı paşaların durumunu tek kelimede izah için “Ergenekon katı” tabiri kullanılıyor…
GATA ve doktorlar şaibe altında. TSK'nın zirvesindeki komutan olarak elbette “zemin etüdü” yaparak konuşacaksınız.
Zeminde bunların da olduğunu hatırlamanızda fayda var. Bu açıdan sözlerinizden öte samimiyetiniz, derinlik ve vizyonunuz merak konusudur. Bir dönemle yüzleşip o devri kapatmadan, yeni bir sayfa açamazsınız, yeni bir başlangıç yapamazsınız, sözleriniz geleceğe değil, sürekli geçmişe götürür bizleri…
Sayın Başbuğ; Genelkurmay Başkanlığı görevini, Büyükanıt'tan devralırken şöyle demiştiniz; “Bir Türk subayının meslek hayatında ulaşabileceği en yüce ve en kutsal makam olan Genelkurmay Başkanlığı görevinin sorumluluğunu, ağırlığını ve onurunu, Türk Silahlı Kuvvetlerinde fiilen 46 yıl hizmet etmiş, bu süreçte çok şey görmüş ve yaşamış bir asker olarak çok iyi bilmekteyim.”
Hemen ardından “Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır” sözünü hatırlatmıştınız. Nerede, ne zaman, hangi zeminde ve kimlere karşı konuştuğunuzun elbette bilincindesiniz. Fakat Balıkesir'de yaptığınız tarihi hata hafızalardan silinmiş değil. Milletin azarlanamayacağını siz de tecrübe ederek gördünüz. Dilerim o tür talihsizliklerden uzak kalırsınız, ses tonunuzu, vücut dilinizi ve komuta kadrosundan oluşan sahneyi daha iyi yönetirsiniz… Hem dilinize hem de işaret parmağınıza daha özenli muamele yaparsınız…
Şimdi sizden çok iyi bildiğiniz “yumuşak gücün ve sert gücün toplamından oluşan akıllı güç” kavramını yeniden hatırlamanızı rica edeceğim. Tarihi bir dönemden geçiyoruz, omuzlarınızdaki sorumluluk çok büyük.
Bu yük size her zamankinden daha çok hukuka saygı yüklüyor. “Türkiye'nin özel şartları” ezberinizi unutup hukuka ve demokrasiye olan inancınızı artırmanız ülkeye yapacağınız hizmetlerin başında gelir.
Sayın Başbuğ; 29 Nisan günü Ankara'da “güncel konulara” değineceksiniz, gazeteciler olacak ama siz yine kendi kitleniz önünde konuşacaksınız. Heyecanlanmayın, tahriklere kapılmayan, çağdaşlığa vurgu yapın, Türkiye laiktir laik kalacak deyin, ama kim derse desin, “demokrasinin aşırı şekilde popüler amaçlara yönlendirilmesi de, laik düzenin aleyhine sonuçlar doğurabilir” tezlerine kapılıp demokrasiyi hedef alan bir söyleme asla geçit vermeyin. İlerici ve çağdaş kurumlar, yeni tehditler oluşturmazlar, ömürlerini sürekli iç düşman aramakla geçirmezler. Bizde hukuk herkes için eşit işlemese de, tarih herkesi eşit yargılıyor. Sayın Başbuğ; Konuşmanızı “hazırol” vaziyette dinleyenlerden değilim.
“Başbuğ açılımı”, “yeni yol haritamız” diyenlerin hipnozuna kapılmadım, özenle seçtiğiniz cümlelerinizi düşünmeyi tercih ettim… Tarihe sordum, olayları hatırladım, kimliklere yaklaştım, Güneydoğu'da gezindim, Kürtlere, dindarlara baktım…
Düşündüm…
Düşünürken, CHA Genel Müdürü Abdülhamit Bilici'nin Zaman da yayınlanan“Paşam, dağda kalsam beni kurtarır mısınız?” başlıklı yazısı kanımı dondurdu. Özetleyeyim; Türkiye Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının kazasına kilitlenmişti. CHA muhabiri Lütfi Aykurt da bölgedeydi. Yazıcıoğlu ile birlikte dört kişinin cenazesine ulaşılmış, gazeteci İsmail Güneş ise henüz kayıptı. İki gün sonra İsmail'in naşının bulunduğu haber üzerine, Lütfi 4,5 saat yürüyerek enkaz bölgesine ulaşır. 2500 metre yüksekte hava iyice soğuktur, orada sadece birkaç köylü ile Lütfi kalır. Jandarma Arama Kurtarma ekipleri "Seni burada bırakamayız. Hava soğuyor ve buradan inmen zor, helikopterle götürelim" derler. Lütfi, helikoptere binmeye hazırlanırken, bir komutan hangi kanaldan olduğunu sorar, ajansın adını öğrenince, sivil olduğu için helikoptere alamayacaklarını söyler. Lütfi, helikoptere alınan DHA muhabirinin de sivil olduğunu hatırlatınca, komutan tersleyip "Nasıl geldiysen öyle inersin" diyerek gazeteci Lütfi'yi dağ başında bırakır. O komutan bu ihaneti nasıl yapabilir, bu cesareti nereden alıyor...
Sayın Başbuğ; “Ölümüne akreditasyon” için ne düşünüyorsunuz, çok merak ediyorum. Teröristler için af isterken, “nihayetinde terörist de bir insan” derken bu olay için ne diyeceksiniz… Hukuka saygı, demokrasi, insan hakları, evrensel değerler, dine saygı içinde CHA muhabiri Lütfi'nin yeri var mı? Siz olsaydınız Lütfi'yi kurtarır mıydınız? Bu büyük insanlık suçu karşısında nasıl bir hukuki süreç başlattınız, ne yapacaksınız…
Kınama mı, ihraç mı… yoksa terfi mi? Sayın Başbuğ; Sözü her fırsatta, “TSK'yı yıpratmaya dönük sinsi faaliyetler var” cümlesine getiriyorsunuz.
Bu söylem kendi kendini tedavülden kaldırdı. CHA Genel Müdürü Bilici diyor ki; “Olay bize intikal ettiğinde, sansasyon oluşturmak çok kolaydı. Ama 'Kişisel bir hatadır, Mehmetçik bunu yapmaz' dedik”…
Sayın Başbuğ; Hepimiz biliyoruz ki TSK dışarıdan yıkılamayacak kadar güçlü bir kurumdur, TSK'yı TSK mensuplarından başka kimse yıpratamaz.
TSK'yı yolsuzluğu bulaşmış askerler yıpratır. TSK'yı üstlendiği görevde başarısız olup da bunun için mazeret üretin askerler yıpratır.
TSK'yı konumunun hakkını veremeyen, eşinin, yakın çevresinin suiistimaline izin veren askerler yıpratır. TSK'yı günlük olayların içine çekilmesi yıpratır.
TSK'yı sorunları göremeyen, Kürt yok, Türk var diyen söylemler yıpratır.
TSK'yı JİTEM'in uygulamaları yıpratır.
TSK'yı fail-i meçhul cinayetlere karışmış askerler yıpratır.
TSK'yı darbeci askerler yıpratır.
TSK'yı “laiklik hiç olmadığı kadar tehlikededir” hipnozu yıpratır. TSK'yı ETÖ sanıklarına sahip çıkma, koruma refleksi ve soruşturmayı önleme gayreti içerisinde algılanma hali yıpratır.
TSK'yı hukuka müdahale ediyor endişeleri yıpratır. TSK'yı GATA'daki Ergenekon katı yıpratır. TSK'yı “genç subaylar rahatsız” provokasyonuna alet olan askerler yıpratır… TSK'yı hesap vermeyen sistem yıpratır. TSK'yı keyfi akreditasyon yıpratır… TSK'yı toplumla, toplumun değerleriyle kavgalı görüntü yıpratır.
TSK'yı Türkiye'yi “laik ve İslamcı” diye ikiye bölen söylem yıpratır… TSK'yı iktidar duygusu yıpratır… TSK'yı üniformalı siyaset yıpratır.
TSK'yı siyasi iradeyi kabullenememe hali yıpratır. TSK'yı karşısında sürekli bir düşman üretme kültür yıpratır… Sayın Başbuğ; Yanlış hatırlamıyorsam, Eylül 2008 tarihli basınla diyalog toplantısında: “Silahlı Kuvvetler olarak biz eleştiriye her zaman açığız. Dürüst eleştiriye evet, ama Silahlı Kuvvetlere yönelik özellikle doğru olmayan, kasıtlı, ön yargılı yaklaşımlara hayır” demiştiniz…
Bakın ETÖ'nün lideri ve yöneticisi sıfatıyla yargılanan eski iki kuvvet komutanı var. Tarihimizde ilk defa iki general darbeye teşebbüs suçlamasıyla yargılanıyor. Bunları görmezden gelmezsiniz. Hukukun devreye girdiği yerde rütbeler susar. Artık ezber bozun, özeleştiri yapın, ETÖ sanıklarına sahip çıkan bir görüntü verdiysek yanlış yaptık deyin.
Darbeler dönemi bitti, laikliğin olduğu gibi demokrasinin de teminatıyız deyin. Darbecileri ve darbe heveslilerini, şerefsiz ve hain ilan edin… Siyasete meyli olanların TSK içinde yeri yok deyin… Tarihi bir temizlik yapın… Ağırlıklarınızdan arının… Gerçekçi olun ki biz de sizi bütün kalbimizle dinleyip alkışlayalım… Sayın Başbuğ; Demokrasilerde son sözü millet söyler, sandıktan askere de söylenmiş bir büyük cümle var: “Ordu kışlaya”… Bilirsiniz ki, yüksek mevkilerde bulunan insanlar, temsil keyfiyetine haiz halleriyle çok belirleyicidirler.
Onların yanlışları da aynı oranda negatif etki yapar. TSK'nın önünde iki örnek duruyor. Biri, halkı reşit görmeyen, siyasete güvenmeyen, demokrasiye saygısı olmayan darbeyi de meşru hak sayan komutanların yolu. Bunlar sadece görev süreleri içinde bilinir, tanınır, konumundan dolayı saygı görürler. Üniformayı çıkardıklarında ise kaybolurlar, ne adları kalır, ne sanları, ne de itibarları… Bu yazıda bile adlarını zikretmeye gerek duymayız… İkinci yol ise, şan ve şerefle doludur.
Tarih onları hayırla yâd ederler. İçinden çıktıkları halkla çatışmazlar, hukuka ve demokrasiye inanırlar, tahriklere kapılmazlar, görev ihlali yapmazlar. En yakın örnek Hilmi Özkök'tür. Kritik bir dönemde askeri siyasetin dışında tutmayı başarmıştır. Bugün ülkenin her köşesinde ilgi, sevgi ve saygı ile karşılanır. O hem görevdeyken hem de şimdi TSK'nın itibarını yükselten bir şerefe sahiptir. Sayın Başbuğ; Sizden açılımlarla Hilmi Özkök'ü aşmanız bekleniyor…
Alt ve yan tahriklere rağmen Ergenekon soruşturmasına engel olmadınız, asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesine katkı sağladınız… Bu ülkede generallerin geçmişi ile toplumun geleceği arasında tehlikeli bir ilişki var.
Gelin elde fırsat varken bir dönemi kapatın ve tarihe geçin. Bundan sonra öyle akılcı konuşun, öyle demokrasiye sahip çıkın ki… “Başbuğ ne demek istedi”, “konuşmanın şifreleri” gibi muğlak ve amaca göre kullanılır bir durum oluşmasın. Açık ve net olun, demokrasiden yana, siyasetten uzak, hukuka saygılı bir dönemi başlatın… Kimse bir daha Silahlı Kuvvetler üzerinden siyaset yapmasın, yapma imkanı bulamasın.
Kimse Türk Silahlı Kuvvetlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya kalkışmasın.
Sayın Başbuğ; Bir de siz ilan edin, TSK hukuksuzluğa, darbelere, yolsuzluğa asla “yardım ve yataklık” edemez… Aksi durumlar TSK'yı yıpratır, güven ve itibarı zedeler...
Güven ve itibar şerefin oluşmasında öncelikli olgulardır. Sizin de sınavınız sahicilik, samimiyet, geçmişle yüzleşme, darbeci kültürü reddetme, Ergenekon davası karşısında takındığınız ve takınacağınız durum, GATA, GATA'daki Ergenekon katıdır. TSK'nın sahici ve samimi eleştiriye ihtiyacı var. 14 Nisan tarihli konuşmanızın bence en iyi yanı, eskiden topluma, kurumlara, siyasete en kabasından ayar yapılıyordu, şimdi değişimin gücü karşısında kendinize balans ayarı ihtiyacı hissetmenizdir. Çok beğendiğiniz o sözü son cümle olarak tekrar not ettim: “Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.” Sayın General, demokrasiye inanıyorsanız hiçbirimiz için sorun yok.

Gündemden Genelkurmay ne anlamalı? / Mehmet Kıvanç

Sayın Genelkurmay Başkanı gündemi değerlendirecek.29 Nisan’da akredite basın kuruluşlarının genel yayın yönetmenleri ve Ankara temsilcilerine konuşacak.
Toplantıda gündemdeki konuların yer aldığı açıklandı. Peki gündemde ne var.
Hepsine teker teker bakalım ve Genelkurmay başkanı acaba bunlar hakkında ne diyebilir araştıralım....
Türkiye’nin gündemindeki en önemli konuyla başlayalım.
Ekonomik Kriz.Beklenti; Karargahta hazırlanmış yeni ekonomik istikrar programı, Kobilere faizsiz kredi desteği protokolü veya otomotivde hurda indiriminin kapsamının genişletilmesi.
Muhtemel açıklama: Hiçbirşey.
Ergenekon Operasyonu..Beklenti: Operasyonların artık sonlanması. Dava sürecinin adalet içinde sürmesi, suçluların ortaya çıkması. Darbe hazırlıklarının son bulması.
Muhtemel açıklama: “Anayasanın 38`inci maddesinde yer alan `suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimsenin suçlu sayılamayacağı` hükmü, `masuniyet karinesi`, `adil yargılanma hakkı` gibi en temel hukuk ilkelerinin ihlal edildiği görülmektedir. Sorumlu olması beklenen kesimlerin yarattığı bu hassas ortam, kişilere, kurumlara, yargıya ve nihayetinde devlete de büyük zararlar vermektedir”
İşsizlik..Beklenti: İşsizlik artışının önlenmesi için yeni önlemler. Yeni istihdam paketi. SSK pirim borçları ertelenmesi, pirimlerin düşürülmesi.
Muhtemel açıklama: Hiçbirşey...
Yeni Anayasa Çalışmaları.Beklenti: Özgürlükleri kısıtlayan maddelerin değiştirilmesi. Siyasi partiler kapatılmasının zorlaştırılması. Demokratik ve özgür bir açılım sağlayacak yeni sivil bir içerik.
Muhtemel açıklama: Özgürlükler ve demokrasi tabi ki geliştirilmeli AMA.....
Evet bunlar “gündemdeki” en önemli başlıklar.
Beklentiler ve askerin vermesi muhtemel açıklamalarda yanında.
Sadece onlar değil. medya toplantısında “her zamanki gibi” TSK’nın laiklik koruyuculuğundan, Anayasanın değişmez ilkelerinin tahrip edilmeye çalışıldığına dair şeylerde duyulacak.
Bunların yanında TSK’nın gizli ellerce yıpratılmaya çalışıldığı vurgulanacak.
Hatta bir cemaatin asker içine sızma girişimleri ve buna karşı verilen mücadeleden söz edilecek...
Ancak şunlar “gündemde” olacak mı?
TSK’nın yeni savaş uçakları ve helikopterleri.
Askerimizin yeni silahları.
Denizaltılar, gemiler, askeri techizatlar, füzeler, teknolojiler.
Terörle mücadele de askeri yenilikler.
Çelik yelekler.
Afganistan’a gönderilmesi muhtemel birlikle ilgili fikirler.
YAŞ kararlarına yargı yolunun açılarak daha demokratik hale getirilmesi.
Diğer demokratik ve çağdaş ülkelerde olduğu gibi Genelkurmay’ın neden Savunma Bakanlığına bağlanamadığının açıklanması..
GATA ile ilgili bir soruşturma var mı varsa sonucu nedir?
Vs.vs..
Kısaca asker tabi ki kendini ilgilendiren konularda konuşacak, bilgi verecek, fikir üretecek.
Artık Genelkurmay, Türkiye’yi sadece kendisinin kurduğuna, sadece kendisine emanet edildiğine ve sadece kendisinin koruyabileceğine inanmak gibi bir yanlışı terketmesi gerekiyor.
Sayın Genelkurmay başkanı Org. İlker Başbuğ’un önünde önemli bir fırsat var.
Başbuğ, bu fırsatı iyi değerlendirmeli ve Atatürk’ün işaret ettiği o muasır medeniyet çizgisine ulaşmayı amaç edinmiş bir ülkeye yakışır, demokratik ve gerçek çağdaş bir ordunun komutanı olduğunu bir kez daha kanıtlamalı.
Ya da...

Veli Küçük'te Büyük Panik...

11. Ağır Ceza'nın, Yargıtay'ın bozma kararına uyarak Danıştay'la Ergenekon'un birleştirilmesinin yolunu açması üzerine Küçük, mahkemeye dilekçe gönderdi.

"Ergenekon" davası sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesine sunduğu dilekçede, Danıştay 2. Dairesi üyelerine ve Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılarla ilgili davada, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin verdiği bozma kararına uyulmamasını talep etti. Küçük, avukatı Zeynep Küçük aracılığıyla sunduğu dilekçede, Yargıtay kararının, ortaya çıkan yeni delil ve olaylar dikkate alınarak değerlendirilmesi ve bozma kararına uyulmaması gerektiğini kaydetti. "Her iki dava arasında irtibat kurulmasını teminen var edilen tek gerekçenin, Osman Yıldırım'ın gerek tanık ve gerekse gizli tanık olarak alınan beyanları olduğunu" belirten Veli Küçük, "Yıldırım'ın ifadelerinin yalan olduğu İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılan yargılama esnasında kanıtlanmıştır" dedi. Dilekçede, "Yıldırım'ın, menfaati söz konusu olduğunda her türlü yalanı söyleyebilecek ve her türlü iş birliğine açık, her türlü illegal ilişkinin rahatlıkla kurulabilecek bir kişi olduğu" ileri sürüldü. Yıldırım'ın, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davada hüküm giymesinin ardından, "Ergenekon" soruşturmasını yürüten savcılarca cezaevinde ziyaret edildiği iddia edildi. Osman Yıldırım'ın bu görüşmede, bir takım iddialarda bulunduğu ifade edilen dilekçede, "Osman Yıldırım'ın, Ataşehir'de gerçekleştirildiğini iddia ettiği toplantının olmadığının, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılama sırasında dosyaya getirtilen ilgili kişilerin cep telefonu baz istasyon kayıtları ile ispatlandığı" kaydedildi. Dilekçede, "Dosyada, her iki dava arasında irtibat bulunduğu yönünde Osman Yıldırım'ın bu beyanları haricinde hiçbir bilgi, kanıt, beyan bulunmamaktadır" denildi.

ETÖ DAVASI NASIL SABOTE EDİLİR? / Nevzat Tarhan

Türkan Saylan fenomeniTürkan Saylan hocamızı 1972 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğrenci iken tanımıştım. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nin arkasında konuşlanmış Lepra Hastenesi’ni bize gezdirmişti.
Elleri, burunları kopmuş, sigara yanığı acısını bile duymayan Lepralı hastaları o gün bize anlattı ve hastaların elinden tuttu. “Korkmayın bulaşmaz, gerçi ‘Kur’an’da cüzzamlılardan aslandan kaçar gibi kaçınız’ denir ama maalesef bilimsel olarak bu görüş yanlıştır” demişti.
O tarihte konuyu araştırdım. Bahsedilen konu hadis olarak geçiyordu ve bulaşıcı hastalıklarla ilgili asırlar sonra anlaşılacak ‘Karantina’ tavsiyesi ile ilgili bir peygamber sözü idi. Türkan Hoca o sözü alıp bugüne getirip, çarptırıp sonra da genelleme yapıp insanların kutsalına dokunmaktan çekinmemişti.
Din karşıtı çalışan bir dava kadını olduğu o tarihlerde belli idi. Sağcı geçinen hocalarımızın o tarihte muayanehane ve para peşinde koştuğunu gördükçe Türkan hocaya hep saygı duydum.
Türkan Saylan hem idealist hem aktivisttir. Hastalığı ciddi ve kendi rahatını düşünmek için çok sebebi varken bir savaşçı gibi pencereden verdiği o görüntü kendi doğrularına sadık ve davasına inanmış bir insanın görüntüsü idi.
Fakat onun savaşcı idealistliği ile toplumun kutsalına ve değerlerine açtığı savaşı ayırt etmek gerekir.
Duygu sömürüsü var mı?Gece evine yapılan ani arama, hastalığı ile göz önünde olan bir hoca için çok özensiz bir davranış idi. Usülde yapılan bu dikkatsizlik ve hoyratlık esastaki konuyu unutturmamalıydı.
Psikolojide ‘Distorsiyon’ olarak tanımlanan bir savunma mekanizması vardır. Bazen antisosyallerce bilerek, bazen de narsisistlerce bilmeden uygulanır. Kendi egolarını rahatsız eden veya çıkarlarına uymayan bir konuda ana temayı yok sayıp şekil hatasına abartılı tepki verip konuyu çarpıtırlar.
Karısının kendisini eleştirmesini önlemek için ‘Yemek niye böyle sıcak’ diye bağıran kocaların yöntemidir.
Şimdi Sayın Saylan’ın hoca olarak ve eğitimci olarak yaptığı birçok hizmet var. Ancak 27 Mayıs’ta ve 12 Eylül’de hep saygın hocalar darbeye zemin hazırlamışlardı ve darbeden sonrada çeşitli makamları paylaşmışlardı.
Sayın Saylan’ın evinin aranma şeklinin özensizliği gibi bir uygunsuzluğa aşırı tepki vererek özdeki darbeye zemin hazırlayıcılığı eylemleri gizleniyor.
Ordu Göreve!
Darbenin gerçekleşmesi için üç ayak gerekir. Kadro, konjonktür ve yasalardaki dayanaklar.Yasalarda gizli darbe tuzakları olduğu gibi duruyor, kadrolar artık eskisi gibi güçlü değil ama kamuoyu tepkisiz olursa sorun olmaz darbe yapılabilir.
Konjonktür ise müsait değil ama küresel kriz iç siyaseti destabilize ederse veya herhangi bir nedenle iç siyaset kaosa girerse orduyu göreve çağırmak için hocalara ihtiyaç vardır. Kasım 2003’te ‘Ordu göreve’ pankartları altında yürüyen saygın hocalarımız darbe olsaydı şimdi cezaevi yerine siyasetin yükseklerinde olacaklardı.
Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir tümgeneralin Türkan Saylan’ı ziyareti, Başkent Üniversitesi öğretim üyelerinin Anıtkabir’de askerleri alkışlaması moral arayışı çabaları idi.
Eğer saygın hocalarımız böyle yasa dışı bir siyasi organizasyon şeması içinde yer almışlarsa kaybetme riskini de göz önüne almışlar demektir.
Türkan Saylan gibi hocalarımızın kullanıldıklarını anlamalarını ümit ediyoruz.
Ergenekon davası nasıl sabote edilir?
Sanıklara ve tutuklanma riski altında olanlara psikolojik destek sağlayabilmek için davanın siyasallaştığına toplumu ikna etmek gerekiyor.
Hocalara sahip çıkma adına darbe planları ile ilgili hukuki süreci sabote etmek kötü niyet göstergesidir.
‘Makul şüphe’ler olmadan savcıların böyle bir kararı vermeleri Ergenekon davasına gölge düşürür. Davayı siyasi tartışma içine çekerek sabote etmek isteyenlerin oyununa gelmek anlamına gelir.
Rektörleri tutuklayan mahkeme 14. Ağır Ceza idi, güçlü deliller olmadan 4’ü rektör 8 profesörü tutuklamak çok zordur.
Diğer taraftan seçim öncesi Sayın Erdoğan, Sayın Baykal’ın oyununa gelerek ses tonunu yükseltti ve hukuku siyasallaştırıp sabote etmek isteyenlerce etki altında kaldı. Şimdi dava ile ilgisi olmayan bakanların gereksiz açıklamaları hukuki süreci sabote etmek isteyenlere malzeme taşımak anlamına geliyor.
Şeytanın avukatları yüksek sesle devletin tepesini konuşmaya ve polemiğe davet ederken bu niyeti taşıyor.
ETÖ davası siyasi bir davadır ama yargılama siyasi olmamalı ki sonuç kamu vicdanını tatmin etsin.
Duygu sömürüsüne dikkat
Şeytanın avukatı toplumun duygularını abartılı ve orantısız ifade ederek aslında bir çarpıtma yaparak davayı sabote etmeye çalışıyor. Yargıçları etkileyerek ‘Siz siyasi baskı altındasınız ve yaptığınız insanlık dışı’ diyerek duygusal baskı oluşturuyor.
Sayın Saylan’ı ‘Azize ve Kurtarıcı Melek’ gibi sunanların yaptıkları tam bir duygu sömürüsü şeklindeki psikolojik harekattır.
Sanıklara yargılama bitmeden suçlu demek nasıl yanlış ise ‘Onlar suçsuzdur siyasi etki ile tutuklandılar’ demek de yanlıştır.
İtalya basını ve kamuoyu kadar olamıyoruz. Şarklılık Ergenekon yandaşı çevrelerin demek ki damarlarında halen dolaşıyor.
Lütfen herkes mayınlı araziye dikkat etsin. Türkiye içini temizliyor, eli kolu bağlanmış Ankara siyaseti normalleşiyor. Türkiye iyi ve güzel günlere doğru ilerliyor, bahar geldi fırtınalardan korkmayalım.
Sırtında yumurta küfesi taşıyanlar, laf atanları önemsemezler, yumurta küfesini düşünerek yolunda ilerler.
Tarihin yeniden yazıldığını görmek çok güzel.

LAHİKA'YA SADAKAT ŞEREFİMİZDİR / Yıldıray Oğur

Her şey planlandığı gibi
Türkiye bundan bir yıldan az bir zaman önce Taraf’tan arkadaşımız Mehmet Baransu’nun bir haberini konuşmaktaydı.

Haberi “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı” manşetiyle vermişti Taraf.

“Lahika” desem belki bu kafa karışıklığında bir yerlerden çıkarırsınız. Lahika ya da “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” Genelkurmay Başkanlığı tarafından Eylül 2007’de yürürlüğe koyulan bir plandı. Planın yürürlüğe konulduğu tarih çok önemliydi. 27 Nisan’da e-muhtıra vererek yeniden kışladan sahaya inen asker 22 Temmuz’da halktan büyük bir ders almıştı. Ordu için işlerin iyi gitmediği, askerin imajının kamuoyu nezdinde sarsıldığı günlerdi. Anlaşılan ordu bir imaj düzeltme ihtiyacı duymuştu ve bu plan hazırlanmıştı. Lahikanın amacı giriş bölümünde anlatılırken “Kamuoyunu TSK’nin hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek”, “TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ” gibi maddeler sıralanıyordu. Ve bu amaçlara ulaşılırken “diğer kurumlarla çatışmaya girilmemesi ve günlük siyasete müdahale ediyor görüntüsü verilmemesi” gerektiğinin altı özellikle çiziliyordu.

Bu haberle ilgili olarak Genelkurmay’dan önce “Komuta katında onaylanmış böyle bir plan yoktur” açıklaması geldi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Taraf’ı kastedip “O gazetenin arkasında kim var bakmak lazım” diyerek havayı bulandırmaya çalıştı. Tepkiler artınca ve orduya yakın merkez medyadan bile “Nedir bu” sesleri yükselince “Böyle bir plan hiç yoktur ve söz konusu gazeteye de dava açılacaktır” açıklamasını yaptı Genelkurmay. Benim takip edebildiğim kadarıyla “Söz konusu gazeteye” Genelkurmay’dan Lahika haberiyle ilgili henüz bir dava açılmadı.

Aslında Mehmet Baransu hatırlatmasa benim de tümüyle aklımdan çıkmıştı Lahika. Paşaların darbe teşebbüslerinin “Aa ne ayıpmış” denilip geçildiği, şık olmayan bir gözaltının ise “sivil darbe” denilerek en mühim mevzu yapılabildiği bir ülkede bu unutkanlıklar doğal. Sahiden de Lahika’ya bugün olan bitenler çerçevesinde yeniden bakınca TSK’nın askerî vesayeti güncelleme planının adım adım ve başarıyla uygulandığını görüyorsunuz. Mesela Eylül 2007 tarihli Lahika’da “Medyada amacı gerçekleştirecek şekilde yer alınmasını sağlamak için profesyonel destek alınmalıdır. Bu bağlamda TSK’nin temel değerlerini savunan ve koruyan niteliklere sahip sivil personelden oluşan bir kadro ile sözleşme yapılmalıdır” deniyordu. İlker Başbuğ göreve gelir gelmez sivil halkla ilişkilerci danışmanlarla çalışmaya başladı. Lahika’da “Basını bilgilendirme toplantıları gibi iletişim vasıtaları etkin olarak kullanılacaktır” yazıyordu. Genelkurmay haftalık basın toplantıları düzenleme kararı aldı.

Peki, Başbuğ’un “Memlekete demokrasi lazımsa onu da biz getiririz” diye özetlenebilecek son konuşması da Lahika’da muştulanmış mıydı? “İcra Edilecek Faaliyetler” bölümünde bu konuşma tarif edilmiş adeta: “Kamuoyu oluşturma gücüne sahip üniversiteler, sivil toplum örgütleri, sanatçılar ve basın mensupları ile temasın muhafaza edilmesi. Seminer, tatbikat gibi etkinliklerden istifade ederek bahse konu kişi ve kuruluşlarla iletişim kurulacak.” Konuşmadaki pek çok mesaj da Lahika ile paralellik gösteriyor.

Hatta Başbuğ’un konuşmasındaki sıra ile Lahika’nın esaslar bölümündeki maddelerin sırası bile aynı. Mesela Lahika’da sırasıyla “İç dış mihraklar tarafından TSK’nın nasıl mağdur edildiği anlatılacak”, “TSK’nın din karşıtı olmadığı hedef kitlelere hissettirilecek” ve “TSK’nın çağdaş Batı demokrasilerinde yer alan sivil-asker ilişkilerini benimsediği vurgulanacak” deniyor. Başbuğ’un konuşmasında da bu sıra bozulmuyor. Konuşmanın başında “Demokratlık kisvesi altına TSK’yı yıpratanlardan” bahsettikten sonra Başbuğ, hemen bu paragrafın ardından “Ordunun din düşmanı olmadığından” dem vuruyor, onun hemen ardından da Huntington referanslarıyla Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin Batı standartlarında olduğunu anlatıyor.

“Asıl düşman cemaatler” vurgusunun da Lahika’da benzer tınılarla yer aldığını söylemek gerek. Lahika’da bir bölüm var ki Başbuğ’un Kürt sorunu ve demokrasi ile ilgili görece ılımlı mesajlar verdiği konuşmasını ve o konuşmayı dinlemek üzere bugüne kadar orduya yönelik eleştirel tutumlarıyla bilinen isimlerin davet edilmesinin anlamı hakkında ciddi ipuçları veriyor. Şöyle deniyor Lahika’da “TSK’yı hedef alan gruplar içindeki bazı kişilerin desteklenmesi:

Hedef kitle olarak tanımlanan siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı desteklemek ve birliği bozmak maksadıyla bu grup içindeki bazı kişilerle iletişim kurulacak, hedef kitlenin gücü azaltılarak TSK’yı yıpratma çabaları etkisiz kılınacaktır.” Karşımızda iktidarını korumak için ciddi ve usta planlar yapan bir güç var. Bakın bu kişilerle ilişkiler kurulurken dikkat edilecek hususlar nasıl anlatılmış: “Gelişkin kişilikler olması nedeniyle bu tip kişiler genelde kendi gündemlerini kendileri belirlemekte ve yönlendirilmeye müsait olmayan bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle, faaliyet, amacını aşabilecektir. Kamuoyu ilgisinin bu kişilerin üzerinde olması nedeniyle faaliyet, daha ilk adımda karşı propagandaların hedefi olacaktır. İcrasına karar verilmesi halinde çok ayrıntılı bir hazırlık yapılmasına ihtiyaç vardır” “Davet ettiler, gittik” diyenlere önemle duyurulur.

Sayın Başkanım ben anlayamadım! / Yiğit Bulut

Başlığa sığmadığı için tekrar yazayım; Sayın Genelkurmay Başkanım, kusura bakmayın ama “kullandığınız” referansların “hikmetini” ve çok geniş bir perspektiften gelip, sonucu üç kelime ile özetlemenizi inanın ben anlayamadım...
Birçok yazar arkadaşım “müthiş entellektüel” bulmuşlar ama benim yetersiz bilgim ve eksik aklım ile vardığım sonuç maalesef onlar gibi değil!
Neden mi?

Huntington “nasıl Türk Devleti için referans” oldu detayına koyduğum “anlayamama” şerhi devam etmekle birlikte, “terör-irtica-cemaat” olarak tarif ettiğiniz “sonuç”, çok açık söyleyeyim beni ikna etmedi!
Peki “büyük resim”! Onla yüzleşmeye isteğimiz ve “gücümüz” yok mu! Yoksa o resmin “imzacılarından biri olan Huntington’u referans” alarak, bilerek-bilmeyerek “büyük resmi” ıskalıyor muyuz!
İzninizle ben de bir açılım yapmayı deneyeyim...
1- Hıristiyan dünyanın karşıtı artık komünizm değil, “İslam ve Müslümanlar” 1945 sonrası ABD-Rusya çizgisinde oluşan “diyalektik yapı”, 11 Eylül saldırısı ile “yeni bir hal” aldı. Küresel güçler ve karşılarında “Ortadoğu kaynaklı İslami terör”! Obama “geldi, bu iş bitti” demeyin! Bitseydi; bu “diyalektik yapının has oğlanı” Rasmussen, NATO Genel Sekreteri olamazdı!
2- Ayrıca sormak istiyorum: Obama seçildi ve “2001 Eylül saldırısından” bugüne Amerika’yı yöneten “askeri-endüstriyel” yapı yok mu oldu? Kennedy de aynı “algılama” içinde seçilmişti. Hatta asker başkan Eisonhower görevi kendisine devrederken 1961’de şu sözleri söylemişti: “... Askeri-endüstriyel kompleks Amerika’yı ele geçirmeye başladı, bu gelişim yönetim için büyük tehlikedir”... Sonra ne oldu? Malesef altını çizerek söylüyorum maalesef; kaleme aldıkları yazılarda “Demokrasi geldi” diyenler, “Vietnam’dan çekilelim, askeri harcamayı kısalım” diyen Kennedy’nin sonunu, gördüklerine inanamadan seyrettiler! Obama da “desteklediğimiz” iyi bir referans ama işi hiç ama hiç kolay değil!
3- İşin bir de “mali” tarafı var... Bugün ekonomik kriz diye “gösterilen” küresel şirketlerin devletlerin “içini boşaltma” operasyonu! Amerikan halkının birikimleri “emperyal olacak” küresel oyunculara “aktarıldı”... Aynı kural AB için de geçerli... Dikkat edin trilyon dolar para “verildi”... Ulusal devletleri tasfiye etme sürecinin hemen öncesinde “büyük devletlerin başına küçük adamlar” stratejisi gereği kilit bütün ülkelerde “basiretsiz yöneticiler” iş başına getirildi. Almanya’da “Doğu Alman Merkel”. İtalya’da “40 yıllık işe yaramaz Berlusconi” Fransa’da “ne Fransız ne de onlarla dindaş olan” Sarkozy! Ulus devletler, “ilginç adamlar” ve kasaları “kurtarma operasyonları” adı altında “şirketlere” aktarılan ülkeler... Bu tehdit değil mi!
Sayın Başkanım, çok mu karamsarım? İnanın değilim, gerçekçiyim ve en önemlisi “büyük resmi” görmeye çalışıyorum! Kendi kapasitem ile görebildiğim resim en azından şimdilik ucundan da tarif edebilsem, böyle!
Sonuç 1: Müslüman-Hıristiyan çizgisinde “medeniyetler çatışması” yaratıp, kaos içinde “ulus devletlerin” kasalarını boşaltıp son hamlede tasfiye etmek isteyenler “hâlâ iş başındalar”! Ve sadece Obama “geldi” diye bırakıp, gitmezler!
Sonuç 2: Ulus devletlerin hatta imparatorlukların tavsiye edilmesi gereği “büyük devletlerin” başına “yönetilebilir adamlar” tezi tıkır tıkır işliyor... Yönetilebilir adamlar, yönetilebilir devletler!
Sonuç 3: Küresel güçler için 11 Eylül sonrası başlayan süreç daha onyıllar sürebilir. Nereden mi biliyorum? “Huntington” tadında bir referans vereyim: Brzezinski ve Scowcroft aralarında konuşuyorlar ve bakın ne diyorlar; “...1991 yılında Sovyetler Birliği’nin sona ermesi Birinci Dünya Savaşı’nın da sona ermesi oldu”! Konuşmaya lütfen dikkat! Birinci Dünya Savaşını nasıl algılıyorlar ve nasıl bir süreç geliştiriyorlar! Bu “tezi geliştirenler” için belki II. Dünya Savaşı bile hâlâ bitmedi, bırakın “11 Eylül sonrasını”!
Son söz: Ben konuşmanızı çok beğendim ama “bazı yerleri” anlamadım ve birkaç “referans şahsın” Türk Devleti için “kabul edilebilirliğini” kavrayamadım! Sayın Başkanım! Türkiye “çok kritik” bir bölgede, çok kritik bir zaman sürecinden geçiyor ve umarım siz haklı çıkarsınız! Türkiye’nin bütün derdi; “terör-irtica” denecek kadar basittir! Benim gördüğüm “küresel tehdit” yoktur! Siz haklı çıkın, lütfen haklı çıkın!

THK'DAN ''HALK UÇUŞU''

Türk Hava Kurumu'nun (THK) tanıtım faaliyetleri kapsamında, ''Halk Uçuşu'' etkinliği düzenlendi. Kurumun faaliyetlerinin halka tanıtılmasının amaçlandığı etkinlikte, ilk olarak Çanakkale Valisi Abdülkadir Atalık, Çanakkale Boğaz ve Garnizon Komutanı Tümamiral Serdar Dülger, İl Emniyet Müdür Vekili İbrahim Tokça, İl Jandarma Alay Komutanı Albay Metin Yerlikaya için protokol uçuşu gerçekleştirildi. Daha sonra da vatandaşlar ve basın mensupları, Çanakkale Havaalanı'nda bulunan kuruma ait ''Cessna 208'' tipi uçakla Çanakkale Boğazı'nın üzerinde 15 dakika gezdirildi. THK Çanakkale Şubesi yetkilileri, ücretsiz olarak gerçekleştirilen uçak turlarına 112 kişinin katılacağını bildirdi. Halk uçuşları yarın da devam edecek.

AMASYA'DA JANDARMA KOMUTANLIĞI PERSONELİNE TAKDİRNAME

Amasya Valisi Mehmet Celalettin Lekesiz, İl Jandarma Komutanlığında görev yapan bazı personeli, görevlerindeki başarı ve özverili çalışmalarından dolayı takdirname ile ödüllendirdi. İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay İhsan Sarı ile ilçe jandarma komutanlarının aralarında bulunduğu çeşitli kademelerdeki 30 personele Valilik Salonunda düzenlenen törenle takdirname veren Vali Lekesiz, üstlendiği sorumluluğun bilincinde olarak görevini en iyi şekilde yapan jandarma personelini tebrik ettiğini söyledi.
''Huzur ve güven ortamının olmadığı yerde hiçbir iş sağlıklı yürüyemez' diyen Vali Lekesiz, ''Sorumlu olduğunuz bu alanda rahatınızdan, konforunuzdan fedakârlıkta bulunup, kanunlardan aldığınız güç ve vatandaşımızdan aldığınız destekle görevinizi başarıyla sürdürmektesiniz'' dedi. Kurum içindeki çalışma, mesai arkadaşlığı ve halkla ilişkilerdeki uyumunun yanı sıra aile yaşantısı da dahil topluma model oluşturan personeli takdirname ile ödüllendirdiklerini belirten Vali Lekesiz, başarı dileklerinde bulundu. Tüm mesai arkadaşlarının vatan sevgisi ile dolu, özveriyle çalıştığını ifade eden İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay İhsan Sarı da takdirname ile taltif edilmelerinden dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

'Karmaşa'yı arz ediyorum komutanım! / Ahmet Turan Alkan

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un, Harp Akademileri'nde verdiği entelektüel tebliğde, kavram karmaşasından yakınması dikkatten kaçtı. Günün birinde askerlerin bile kavram anarşisinden sızlanacağını hiç hesab etmiş miydik? Org. Başbuğ şöyle diyor: "Bir yandan, sorunun karmaşıklığı ve kavramların henüz yeterince oturmamış olması, öte yandan da konunun kasıtlı olarak saptırılması, kavram karmaşasına neden olmaktadır. Bunu önlemek için (...) kavramlarına açıklık getirmeye çalışacağım."


Peki, uzun konuşmasında bahsedilen "karmaşa"ya bir düzen getirilmiş midir? Yoo! Nitekim birkaç gün önce Genelkurmay sitesinde, Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir" cümlesinin, bazı çevreler tarafından saptırıldığını belirtilen kısa bir açıklama notu yayınlandı. Bu açıklamayla birlikte kavram karmaşasının nihayete erdiğini söyleyemiyoruz; söyleyemiyoruz çünkü kavram karmaşası, sadece bazı çevrelerin artniyetli yorumlarından kaynaklanmakla kalmıyor, aslında lugâtsizliğimizden neş'et ediyor.

Unutulanlara yeniden ve esefle hatırlatırız ki Türkler 30'lu yıllarda çılgınca bir kültür devrimine kalkışarak mevcut Türk lugâtini işe yaramaz ve fesûde saymış, yeni bir dil icat etmeye kalkışmışlardı. O günden beridir, bir topluluğa hitaben bir şeyler anlatmaya kalkışan herkes, Org. Başbuğ'un yapmak zorunda kaldığı gibi evvela "kavramlara açıklık getirmeye" çalışıyor ve başaramıyor. Nedense hep yanlış anlaşılıyor veya mevzu saptırılıp anafikrinden uzaklaştırılıyor. Genelkurmay, Atatürk'ün el yazısı ile kaleme alınmış bir metnin klişesini yayınlayarak "işte belgesi" demeye getiriyor. O kadarına bile hâcet yoktu, çünkü o cümle, 1924 Tarihli Esas Teşkilat Kanunu'nun 88. maddesinde "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur" vardı zaten. Anayasa maddesidir, kapı gibi belgedir. Biz bu belgenin evvela 1945'te dilini değiştirdik, "1960 askerî darbesi"nde ise tamamını mülga sayıp yenisini yaptık. Bu arada "Nutuk"u da öztürkçeleştirdik meselâ; Atatürk okusa vallahi anlayamazdı. Uzun hikâyedir bunlar, geçiyoruz. Kavram anarşisinin dahi evveliyatı vardır ve entelektüel çözümlemeler yapmakla kendilerini muvazzaf sayanların ol nükteleri dahi bilmeleri gerekirdi. Ben meselenin rûhuna geçmek istiyorum: Niyetiniz bozuksa, Atatürk'ün "Türkiye halkı" sözünden yola çıkarak lâfı vaadedilmiş Kürt muhtariyetine getirip bağlayabilirsiniz; üstelik tarihi belgeleri de vardır ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivleri'nde kuzu gibi yatmaktadır (Gazi'nin 1923 başlarında Adapazarı'nda İstanbul matbuatının önde gelen isimlerine verdiği mülakat). Çıkın bakalım işin içinden nasıl çıkabiliyorsanız; lâkin niyetiniz hâlis ise tâbirdeki hüsnüniyetin mânâsına dokunur ve farklı bir yol takib edersiniz. Meselâ şöyle: Bu anayasa hükmünde (1924; 88 m.) murad edilen, "birlik" değildir, bil'akis beraberliktir. Birlik ve beraberlik lâfları daima yanyana kullanılmaktan ötürü anlam kaybına uğramıştır: Birlik, ulus devlet inşâsına mâtuftur, beraberlik ise birliğe göre daha kolay erişilen, mutabakata açık ve çok daha sürdürülebilir bir mânâ taşır. Akrabalık ve hısımlık arasında buna benzer bir ilişki var; akrabalık kan bağıyla, hısımlık ise medenî münâsebetle tesis olunur. Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü siyâsî organizasyonlar, birlikten ziyade "beraberlik" fikrini esas almıştır. İşte kendi kavramlarımı izah ettim; cihet-i askeriye ile kendimi bu noktada mutabık sayabilir miyim şimdi?
Zannetmiyorum; ben, dağ başında tipiye tutulup da askerî helikoptere alınmayan gürûhun mensubuyum. Fikirlerim, literal mânâda isabetli olsa bile kesinlikle mahzurludur.

"Kavram karmaşası" böyle çıkıyor işte; kısaca arzettim efendim!

Eruygur'dan ÇYDD Talimatı

Ergenekon Terör Örgütü'nün en önemli sanıklarından Org. Şener Eruygur'un, ÇYDD için özel çalışma ve talimatlar verdiği ortaya çıktı.

Ergenekon davasının tutuklu sanığı eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur'un Jandarma birimlerine Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı'nın (ÇEV) vereceği burslar için lise ve üniversite seviyesinde öğrencilerin belirlenerek bildirilmesini talep ettiği ortaya çıktı.

Ergenekon'un ikinci iddianamesinde yer alan belgelere göre Şener Eruygur, Jandarma genel komutanı olduğu dönemde illegal şekilde Ergenekon'a bağlı olarak kurulan Cumhuriyet Çalışma Grubu'nun faaliyetleri kapsamında Jandarma birimlerinden ÇYDD ve ÇEV'in burs vereceği öğrencilerin bulunması için talimat verdi.

Ancak bu emir üzerine Jandarma, ÇEV ve ÇYDD hakkında misyonerlik faaliyeti yürütmelerini gerekçe göstererek destek olunmasının uygun olmadığı yönünde istihbarat raporu düzenledi. Eruygur'un bu rapor sebebiyle uygulamadan vazgeçtiği öğrenildi. Orgeneral Şener Eruygur PKK'lı militanlara burs verdiği ve misyonerlik faaliyeti yaptığı belirtilen Çağdaş Eğitim Vakfı'nın 2. başkanlığını yapmıştı.

Vicdanlar karıştı... / Ahmet Altan

Hoyratlık iyi bir şey değil...
Ama kurnazlık da iyi bir şey sayılmaz.
Hayatı boyunca cüzamla cansiperane mücadele etmiş Türkan Saylan’ın evini, o ciddi bir hastalıkla boğuşurken basmak, evet, hoyratça bir tutum. Çocukları okutma kampanyasına öncülük eden bir hanımı götürüp bir gece nezarette tutmak da öyle. Bu sahneleri gördüğünüzde vicdanınız sızlar gerçekten. Ama koskoca Ergenekon’u, Türkan Hanım’ın kırmızı mendilini başına bağlamış bir halde görüldüğü o unutulmaz resminin arkasına saklamaya çalıştığınızda “kurnazlık” sınırını geçmiş olursunuz.
Ergenekon, darbecilikle ilgili bir dava. Darbenin ne olduğunu biliyor musunuz? Salkım saçak idam sehpalarını, zindanlara kapatılan binlerce insanı, işkenceleri hatırlıyor musunuz? Eğer başarsalardı, o acıları Türkiye bir kez daha yaşayacaktı. Başaramadılar. Yenildiler. Yenilmişlere acıyalım. Ama bence hangi yolda, hangi savaşta yenildiklerini de unutmayalım. Ayrıca, Ergenekon’un henüz tümüyle teslim olmadığını, Ergenekon severlerin bu “darbe girişimini” gözlerden saklamak için uğraştıklarını, mümkün olursa bu hareketi yeniden canlandırmak için birilerinin hâlâ kenarda beklediğini de aklımızdan çıkarmayalım. Lider kadrosunun tümü yakalanmadı henüz. Gövdesinin de tamamen ele geçirildiği söylenemez. Bu ülkenin geleceğini, burada yaşayan insanların hayatını yakından ilgilendiren bir kavga hâlâ sürüyor.
Sadece gazeteleri okumak bile kavganın nasıl canhıraş bir şekilde sürdürüldüğünü göstermeye yeter. Ergenekon soruşturmasını durdurmak, geriletmek, bir darbenin yolunu yeniden açmak için çabalayanların sayısı sanıldığından daha fazla.
O cephanelikleri, cinayetleri, fişlemeleri, işkenceleri, Güneydoğu’da ensesine kurşun sıkılan Kürtleri, Şemdinli’yi, lahikayı, planları, dinlemeleri, bombalamaları unutturmaya çalışıyorlar.
Tutuklanan hocaların her birinin “darbeci generallerle” yaptıkları görüşmeleri, hizmet arz etmelerini, akıl vermelerini, yol göstermelerini, cübbelerinin altından gözüken “postallarını”, Türkan Hanım’ın “resminin” arkasına saklamak mümkün mü? Ayrıca, bütün Ergenekon davasını sadece Saylan’ın bir resminin üstüne yaslamaya çalışanlar bence Türkan Hanım’a da haksızlık ediyorlar.
Bu kadar yaslanmadan sonra başka gerçekler ortaya çıkarsa, yaşanılacak üzüntü büyük olur. Türkan Hanım, “ne darbe, ne şeriat” dedi ama o sözü söyleyene kadar darbecilerle uzun bir yol yürüdü.
Saylan’ı bu kadar keskin bir şekilde tartışmaya açmayın bence. Bu “hoyratlığı” yapmayın. Ergenekon kavgasını Türkan Hanım üzerinden yürütmeyin.
Doğan Holding’in icra kurulunda olan ve çocukları okutan bir kampanyayı yürüten genç hanıma yapılanlar da üzüntü verici.
Ama bence onu da bir simge haline getirmeyin. Unutmayın ki bu son tutuklamadaki bütün tanınmış isimler, darbeyi planlayan Eruygur’la yakın ilişki kurmuş kişiler.
O genç hanımın darbecilerle bir ilişkisi var mıydı yoksa sadece çocukları okuttuğu için mi gözaltına alındı?
Bunu en iyi o holdingin bünyesindeki gazeteler bilir. Oranın yöneticilerinin çoğunu da tanırım. Bir tanesinin beni ya da bizim gazeteden birini arayıp, “o hanımın, o darbecilerle hiç bir ilişkisi yoktu, onları tanımazdı bile” demesi yeter. Biz o hanımı sonuna kadar koruruz. Onu koruyabilmek için elimizden ne geliyorsa yaparız. Nedense son günlerde çocukken seyrettiğim, adını bile bilmediğim bir film var aklımda.
New York’ta mahalle çeteleri birbirleriyle dövüşürken masum bir kör çocuk bıçaklanıp öldürülür. O çocuğun öldürülmesiyle ilgili mahkemede geçer bütün film. Ve sonunda o kör çocuğun her seferinde cinayet mahallinde olduğu, çete üyeleri birini öldürdükten sonra silahlarını o kör çocuğun paltosuna sakladıkları çıkar ortaya. Filmin başında o kör çocuk için sızlayan vicdanlar, filmin sonunda o kör çocuğun yardımıyla öldürülenler için sızlar. Biz bir darbe girişiminden söz ediyoruz burada.
Öldürülmüş ve öldürülecek insanlardan söz ediyoruz. İlk kez bir darbenin ortaya çıkarılması, toplumun bütün kesimlerine nüfuz etmiş, en tepelere tırmanmış bir örgütün yakalanması herkesi sarsıyor. Yakalanan isimler toplumun “tanınmış” insanları. Ergenekon’a çok benzeyen bir örgüt İtalya’da yakalanmıştı.
Şu ünlü P2 Locası. Yedi bin beş yüz kişi tutuklanmıştı. Çoğu toplumun yakından tanıdığı isimlerdi.
Darbe dediğiniz şey kendisine her zaman toplumun zirvelerinden yandaş bulur zaten, 12 Eylül’de Evren’i kutlamaya giden Anayasa Mahkemesi üyeleri toplumun “saygın” üyeleri değil miydi? Hoyratlık kötüdür.
Kurnazlık da öyle.
Hoyratlıklara kızalım, vicdanlarımız bunun için sızlasın elbette ama bu darbe yolunda öldürülmüş insanları da unutmayın, vicdanınızda onlar için de bir yer açın eğer mümkünse.